Sabahattin Ali’nin en meşhur öykülerinden biridir Sırça Köşk. Aynı zamanda kitabına da bu ismi vermiştir. Üç arkadaşın bir şehre neler yaptığını ele alır öyküsünde. Öyküyü yeniden okuduğumda bana fazlasıyla Kaç-Ak Saray’ı hatırlattı. Bu yazıda ise Sırça Köşk içinde geçen olayların bugünle benzerliklerini kurmaya çalışacağız. “Bu ülkenin Sırça Köşk’ü nerede?” Öyküde her şey bu cümle ile […]
Sabahattin Ali’nin en meşhur öykülerinden biridir Sırça Köşk. Aynı zamanda kitabına da bu ismi vermiştir. Üç arkadaşın bir şehre neler yaptığını ele alır öyküsünde. Öyküyü yeniden okuduğumda bana fazlasıyla Kaç-Ak Saray’ı hatırlattı. Bu yazıda ise Sırça Köşk içinde geçen olayların bugünle benzerliklerini kurmaya çalışacağız.
“Bu ülkenin Sırça Köşk’ü nerede?” Öyküde her şey bu cümle ile başlar. İnsanları başlarına toplarlar ve Sırça Köşk’süz şehir olmayacağına inandırırlar. İnsanlar yediğinden kısarak, fazladan çalışarak üç tane tembel rahat yaşasın diye, şehirlerinin itibarı daha fazla artsın diye Sırça Köşk’ü yaparlar. Ama Sırça Köşk’ün ihtiyacı hiç bitmez. Hep daha fazla isterler. Halkın elinden neleri var, neleri yoksa alırlar. Üç arkadaşın yanına halkın arasında yaşayan insanlar da katılır. Bunlar da çalışmadan ve bolluk içinde yaşamaya başladığında Sırça Köşk’ün çok mühim bir şey olduğunu düşünürler. Velhasıl üç arkadaşın ve onlara daha sonradan eşlik eden yandaşlarının asıl amaçları halk, elinde olan her şeyi verdikten sonra anlar.
Bizim Sırça Köşk ise başka temeller üzerinde yükseliyor. Bizim Sırça Köşk’ün “baş tembel”inin neler yapmaya çalıştığı artık tartışma konusu bile değil. Kentlerin ve doğanın talanını hız kesmeden sürdüren, taşeron çalışma sistemi ile işçileri her gün ölüme mahkûm eden ve tarihin en büyük yolsuzluğunu-hırsızlığını gerçekleştiren bir “tembeller” grubu var “Sırça Köşk”ümüzde. Hırsızlık, doğa talanı, kent yağması, işçi ölümleri bizim Sırça Köşk yapılmadan önce de vardı. Şimdi ise Sırça Köşk’ü yaptı ve o köşkü bütün bunların merkezi haline getirdi. Burada durum Sabahattin Ali’nin öyküsünden biraz farklılık gösteriyor. Bizim Sırça Köşk var olan halk düşmanı politikalarına adeta level atlattırdı. Bu Sırça Köşk, bizdeki “baş tembel”in politikalarını kontrol ettiği merkezi oldu. Halkın gözünde ise kaçak bir şekilde başlanan, işçi kanı ve binlerce ağacın katliamı ile yükselen, ayakkabı kutularını bizim paralarımızla doldurularak tamamladıkları “yıkılası bir hedef” haline geldi Sırça Köşk’ümüz.
Sırça Köşk’te halk üç arkadaşa sorular sorar. Onlar ise halktan korktukları için sürekli bahane üretip kıvırmaya çalışırlar. Bizim Sırça Köşk’te ise bambaşka bir durum söz konusu. Artık “ihtiyaçlar” saklanmıyor, aksine halka, hukuka, her şeye rest çekilerek Sırça Köşk yapılmaya devam ediliyor. Mesela bizim baş tembel “Açılışını da yapacağım, içine de girip oturacağım… Sıkıyorsa yıksınlar” diyerek herkese meydan okumuştu.[1]
Öyküye devam edelim. Halkın vereceği bir şey kalmadığında daha önce köşke yerleşmiş olan halkın içinden kişiler, zorla onlardan son kalan mallarını almak için uğraşırlarmış. Vermeyenleri köşkün bodrumuna kapatırlarmış. Sabahattin Ali’nin yazdığı bu durum bugün için hala geçerli değil mi? Doğasını ve kentini korumak isteyenlere, iş güvenliğinin sağlanmasını, artık madenlerde ölmek istemeyenlere, parasız eğitim isteyip harçların kaldırılmasını isteyen gençliğe her yerde saldıran bu “halkın içinden insanlar” değil midir?[2]
Öykünün sonunda üç arkadaş halkın daha fazla verecek bir şeyi kalmadığı için korkmaya başlarlar. Bir “iyi niyet” gösterisi olarak daha önce aldıkları koyunların kellesini halka geri verirler. Halk ise gözleri, dili ve beyni olmayan koyunları görüp nedenini sorduğunda “siz onları ziyan edersiniz” cevabını alırlar. Biri çıkıp “bana böyle başın lüzumu yok” deyip elindeki kelleyi fırlatınca Sırça Köşk’te bir delik açılır. Bütün sağlamlığına inanılan o köşk ise kellelerin atılmasıyla yıkılır.
Bizim “Sırça Köşk”… Şimdilerde komandolar korumaya başlamış. Etrafında kuş uçurtulmayan, en ufak protestoyu bırakın düşüncesinden bile korkulan, yanlarına onlarca zırhlı araç, binlerce “halkın içinden kişiler” almadıkları zaman halka yakınlaşamaz oldu bizim “tembeller.” Onlar için şimdi “iyi niyet” gösterisinin bile lüzumu yok. Öyküdeki gibi korkuyorlar ama “iyi niyet” yerine bütün zorbacı taraflarını gösteriyorlar. Öyle de yapmak zorunda çünkü karşı tarafın kaybedecek bir şeyi kalmadı artık. Her şey Turgut Uyar’ın dizesindeki gibi bizim için: “Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta,
Her şey naylondandı o kadar.”
Bu dizeler bugün hala geçerliliğini koruyor. Bizim Sırça Köşk’ün masalını anlatan güzel bir cümle. Naylon… Ya da öyküdeki gibi sağlamlığına inanılan o büyük köşk. Ne demişti o “tembeller” hatırlayalım. Madenlerde ölen işçiler için “güzel öldüler” demişlerdi. Yırca’da 6000 zeytin ağacı için “Yahudi ağaçları” benzetmesi yapmışlardı. Vatan hainliğiyle suçlamışlardı köylüleri. “Halkın içinden kişilerin” öldürdüğü insanları yuhalatmış ve “halkın içinden kişileri” korumuştu, “halkın içinden başka kişileri” kahramanlığa çağırmış ve sokak ortasında kendisini sevmeyenlerin öldürülebileceğini ima etmişti, bir türlü halktan aldıklarını sıfırlayamamış “zavallı” didinmişte dinmişti.
Peki, biz ne zaman “Bana böyle başın lüzumu yok” diyeceğiz? Aslında çoktan başladı. Yırca muhtarının “O zeytinler boğazınızda kalsın” cümlesidir bu. Madencilerin Soma’yı “baş tembel”e dar etmesidir. Ermenek’e giderken yanına almak zorunda kaldığı binlerce polisin korkusudur, Ortadoğu’da savaşı körüklemeye inat, barış çığlığıdır, Recep Amcanın kara lastikleridir, Validebağ’da ağaçların kesilmesine direniştir, harçlara isyan ve parasız eğitim talebidir o cümle. Haziran İsyanıdır ve tabi; Ali’dir, Ethem’dir, Berkin’dir ve daha niceleri. Çoktan söyledik aslında biz o cümleyi.
Doğanın ve kentin yağmalanmasını istemeyenlerle, artık ölmek istemeyen işçilerle, savaşı durdurmak isteyenler ve savaş suçlularını bu ülkede istemeyenlerle, her gün öldürülen kadınlarla, LGBT’İ bireylerle, zorunlu din dersleri yetmezmiş gibi şimdi de Osmanlıcanın öğretileceği Alevilerle gitsek padişahın sarayına. Ellerimizde Yırca’dan aldığımız zeytin tanelerini alsak? Yıkılır mı acaba o 1150 odalı, aylık elektrik faturası 700 öğrencinin harç parasına denk gelen, özel muhafızlarla korunan o “Sırça Köşk”?
Belki de gerçekten naylondandır. Belli mi olur. Biz yine Sabahattin Ali ile bitirelim:
“Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter”
[1] Kaç-Ak-Saray ile ilgili bütün bu “yeni rejimin simgesi” ya da Tayyip Erdoğan’ın diktatörlük eğilimleri ile ilgili fazlaca görüş dile getirildiği için burada çok değinmeyeceğiz. İsteyenler tartışma platformlarında bu yazılara ulaşabilir.
[2] Polisliği seçenlerin çoğu bu mesleği ideolojik sebeplerden dolayı seçerler. Sabahattin Ali’nin öyküsünde olduğu gibi rahatlığa ve bolluğa alışan halkın içinden insanlar, sonra bu rahatlık bozulmasın diye kendi insanlarına zulüm ederler. Daha fazlası için: http://www.sendika.org/2014/03/birileri-mehmet-ali-sahine-aradaki-farki-anlatmali-ural-koroglu/
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.