Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık koltukları, o koltuklara oturanlar için yani Erdoğan ve Davutoğlu için hala meşru değiller. Ve güvenlikli de değiller. Tayyip Erdoğan, o yüzden, kişisel davet alamadığı Batı ülkelerinin kapılarından ancak NATO toplantısı, BM toplantısı[1] fırsatlarını değerlendirerek girebiliyor. Ahmet Davutoğlu, o yüzden, her fırsatta medyaya şirinlik gösterileri yapmak zorunda kalıyor. 12 yıldır iktidarda olmalarına rağmen, […]
Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık koltukları, o koltuklara oturanlar için yani Erdoğan ve Davutoğlu için hala meşru değiller. Ve güvenlikli de değiller. Tayyip Erdoğan, o yüzden, kişisel davet alamadığı Batı ülkelerinin kapılarından ancak NATO toplantısı, BM toplantısı[1] fırsatlarını değerlendirerek girebiliyor. Ahmet Davutoğlu, o yüzden, her fırsatta medyaya şirinlik gösterileri yapmak zorunda kalıyor. 12 yıldır iktidarda olmalarına rağmen, hala sürekli devlet bürokrasisinin kadrolarının yerlerini değiştirip duruyorlar.[2] Her türlü yolsuzluğa, suiistimale göz yummalarına rağmen, kemikleşmiş dar bir ekibin dışında güvenebilecekleri kadroları hala bulamadılar.
Kuşkusuz bu sonuca gelinmesinde, artık AKP’nin kendi kitlesi açısından inanılır bir davasının, tutarlı bir politik çizgisinin tamamen ortadan kalkması en önemli etken. Yüzleşilen gerçek, yozlaşmış gerici, faşist diktatörlükten başka bir şey değil. Bundan sonra yapacakları tek şey, iktidarda kalmak için her yolu kullanmak, her türlü tezgahı kurmak olacak. O yüzden Tayyip Erdoğan ABD’de İsrail lobisinin peşinde koşuyor,[3] IŞİD ile her türlü kirli pazarlığı yapıyor, ekonomik göstergeleri ayakta tutabilmek için kara paraya her türlü kolaylığı sağlıyor. Ve AKP kitlesini arkasında tutabilmek için türbanı hala “değerli bir araç” olarak kullanıyor, Fethullah’ı hedef alarak (şimdi de kırmızı bülten çıkartacakmış) cemaate korku salıyor.[4]
Ahmet Davutoğlu, rehine krizini “çözdü”. Ve bu krizin bütün nedeninin kendisi olduğunu “unutuverdi”. Tayyip Erdoğan dahil hiçbir AKP kadrosu Ortadoğu’nun şu anki halinden en ufak bir sorumluluk duymuyor. Onlara göre bütün sorumlu, kendilerine destek vermeyen Batılı ülkeler.[5] Dört gün içinde Kobane’ye yönelik IŞİD saldırılarından kaçan 140 bin Suriyeli Türkiye’ye geldi, daha öncekilerle birlikte sayının 1,5 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor çünkü gerçek sayıyı hükümet de bilmiyor. Suriye krizinin çıktığı/çıkarıldığı günden bu yana ölenlerin, katledilenlerin sayısı yüzbinleri geçti (bu sayı da tam olarak bilinmiyor). Ve bölgede insanlık tarihinin en vahşi katliamlarından bir yaşanıyor ve AKP sayesinde de bu katliamların devam edeceği de görülüyor.
IŞİD ile yapılan pazarlık, daha doğrusu kurulan ilişki bir zorunluluk değil, bir tercihtir. AKP iktidarı bu ilişkiden önemli kazançlar sağlamış ve sağlamaya da devam etmektedir. İlk olarak Kürtler karşısında belirlediği siyasetin en önemli parçalarından biri sosyalist bir Kürt siyasetinin bölgede toplumsallaşmasının önüne geçmek, büyümesini engellemekti. Bunu gerçekleştirmek şu an IŞİD’e ihale edilmiş durumda. IŞİD’in AKP’ye getirisi bununla sınırlı değil, elbette. İddia edilen rakam, günlük 2 milyon dolar. IŞİD’in AKP’ye petrol “ihraç ederek” sağladığı gelir. IŞİD’in ve IŞİD sayesinde bölge ile girilen “ekonomik ilişkiler” AKP’ye ülke ekonomisini ayakta tutma olanağı sağlıyor.[6] Ayrıca AKP, IŞİD varlığı sayesinde uluslararası ilişkilerde ayrıcalıklı pozisyon elde etmeye çalışırken, IŞİD korkusu sayesinde de Türkiye’de iktidarda “ılımlı İslam”ın kalmasının (yani kendisinin) başta Avrupa olmak üzere bütün emperyalistlerin yararına olacağı propagandasını yapabiliyor. Tüm bunlar rehine takası yapılarak IŞİD’in siyasi muhatap haline getirilmesi, silah sevkiyatının her biçiminin gerçekleştirilmesi ve ülkenin bütün şehirlerinin ve hatta bütün camilerinin IŞİD propagandasına/faaliyetlerine açılması sonucunu doğuruyor.
IŞİD’in ne olduğu, ne olmadığına bakılarak da anlaşılabilir! IŞİD, emperyalistlere karşı hatta Siyonizm’e karşı da savaşmıyor. Ulusal kurtuluş mücadelesi de vermiyor. Bir mezhebin, hatta o mezhebin farklı yorumlara sahip mensuplarını da düşman belleyen Vahabi yorumunun esa alındığı bir çıkar savaşı sürdürüyor. Katliam yapmaya çağırdığı cihatçılara maaş ve prim (katlettikleri insan başına) dağıtıyor, ganimetten pay[7] veriyor. AKP, iktidarını sürdürmek için işte böyle bir çeteyle işbirliği içinde. Bu gerçeğin propaganda edilmesi, AKP karşıtı bir siyasi muhalefete dönüştürülmesi ise burjuva siyasetçilere değil, yine elbette devrimcilere düşmektedir.
IŞİD’in varlığı ve faaliyetleri sadece AKP’ye yaramıyor elbette, ABD de IŞİD’in “etinden, sütünden” faydalanıyor. Ortadoğu topraklarının işgalcisi, Ortadoğu halklarının katliamcısı sıfatıyla askerlerini bu topraklardan çekmek zorunda kalan ABD, IŞİD sayesinde şimdi aynı topraklara “kurtarıcı” sıfatıyla dönmüş durumda. Ama IŞİD’i bitirmek için değil elbette. IŞİD’i ya da sayıları bini geçen cihatçı örgütler, havadan atılan birkaç bombayla elbette yok olmayacaklar. Bataklığı kurutmanın tek yolunun, bölge ülkelerinde yaşayan halkların meşru, demokratik iktidarlarının oluşması ve iktidarların güçlenmesiyle sağlanabileceği, kuşkusuz herkesin bildiği bir gerçek. Ancak böyle bir yolun tercih edilmesi ne emperyalistlerin ne yerli işbirlikçilerinin işine gelir.
Kürt siyasi hareketi ise böyle bir coğrafyada ve bu coğrafyanın yeni şekillenişinde bir kez daha açmaz yaşıyor. Rojova’da, Kobane’de varlık-yokluk mücadelesiyle karşı karşıya. Uluslararası dengelere, bölgesel çıkar gruplarına ya da emperyalistler arası çelişki/çatışmalara göre mi bir strateji/taktik belirleyecek, yoksa bir zamanlar Filistin mücadelesi ile simgeleşen bağımsız duruşa, tüm dünya devrimcilerine, anti-emperyalistlerine yönelen enternasyonal çağrıya ve başta Filistin halkı olmak üzere bölgedeki anti-emperyalist, ilerici güçlerle geliştireceği ortak mücadeleye göre mi bir strateji/taktik belirleyecek? IŞİD’in Kobane saldırısının AKP destekli olduğunu dile getiren Murat Karayılan, Kobane saldırısı ile birlikte Türkiye’deki çözüm sürecinin bittiğini söyledi ancak son sözü yine de Abdullah Öcalan’ın söyleyeceğini ekledi. Öcalan’ın açıklamasında[8] ise tercihinin bu olmadığı rahatlıkla anlaşılabilir durumda. İnisiyatifi elde tutma mücadelesinde PKK’nin birden çok odağı (Öcalan, Kandil, Kürt milletvekilleri vs.) olmasına rağmen AKP’nin bitmeyen Osmanlı oyunları “şimdilik” süreçte AKP lehine işliyor.[9]
Tüm bu “yüksek düzeyli” ve riskli siyasal gelişmelere rağmen AKP, iktidarda kalmanın gerektirdiği yatırımları da elden bırakmıyor. AKP, ortaöğretim kurumlarında başörtülü olarak öğretime devam edilebileceği yönünde yönetmelik değişikliği yaptı. 22 Eylül’de Bülent Arınç’ın[10] açıkladığı kararın ardından 23 Eylül’de Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı 5. sınıftan itibaren (10-11 yaş) çocukların “örtünebileceğini” açıkladı. On gün önce de okullarda mescit zorunlu hale getirilmiş, bazı müdürler kadın öğretmen ve öğrencileri türban takmaya zorlamıştı.
4+4+4 ile ilköğretim sistemini parçalayan AKP birçok okulu imam hatipe dönüştürmüş, liselerde yaptığı düzenleme ile birlikte bu yıl TEOG sonuçlarında 40 bini aşkın öğrenci tercih etmediği halde imam hatip liselerine yerleştirilmişti.
Üniversitelerde türbanı serbest bırakırken “reşit insanların nasıl giyineceğine kendilerinin karar vermesi gerektiği” argümanını kullanan AKP Hükümeti, şimdi ise “reşit olmayan çocukların” nasıl giyineceğini okul müdürlerine ve ailelerin tercihine “bırakmış” durumda. 12 yıllık iktidarı boyunca ve hatta iktidar olma sürecinde AKP’nin en çok işine yarayan araç “türban” oldu. Bazen “velev ki siyasi simge olsun” oldu, bazen “kıyafet seçme özgürlüğü”, bazen erkek namusunun ayrılmaz bir parçası, bazen analarımızla özdeşlik oldu. Ama hep AKP için oy deposu ve gelecekteki oyların garantisi oldu. Ama hala inanlar mevcut, Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin bunları “dinin bir gereği olarak” yaptığına. Dinin gereğini düşünseler; hırsızlık yapmazlar, rüşvet yemezler, halkın mallarını yağmalamaz, yandaşlarına peşkeş çekmezler, yüzbinlerce insanın katledilmesine neden olmazlar,[11] vs. vs. vs. Bu stratejiye karşı, çiçeği burnunda transferi Bekaroğlu’na yaptığı açıklama ile CHP’nin ne kadar “akıllı”, ne kadar “uyanık” bir yönetici topluluğuna sahip olduğunu bir kez daha “gördük”; “AKP’nin gündem değiştirme oyunlarına gelmeyeceklermiş!” böylece AKP’nin ilkokullar dahil tüm eğitim alanını gericileştirme hamlelerinin en yakıcı olanlarından birine seyirci kalmayı, herkese önermiş oldular. Üstelik bunu Alevilerin en hassas olduğu bir konuda ve önlerine kapsamlı mücadele başlıkları koydukları bir dönemde yaptılar. Aleviler zorunlu din derslerini boykot edecek ve 12 Ekim’de Ankara’da buluşacaklar. Eğitimin bir bütün olarak gericileştirilmesine karşı mücadele de böylece yine devrimcilere kalmış oldu, tabii bunu “kıytırık görevlerden” saymayan devrimcilere!
Bugün; çok başlıkta, çok alanda ve çok farklı düzeyde sürdürülmesi gereken mücadelelerle karşı karşıyayız. Hiçbirini birbirinin yerine ikame etmeden, hepsinin hakkını vererek. Ve bilerek, inatla, fiili direnişle sürdürmediğimiz hiçbir hak mücadelesi başarılı olmayacak. Sadece bölgedeki ezilen, yoksul halka yardım etmek/toplamak yetmeyecek, AKP’nin bölge politikalarını da durdurmak için mücadele etmek gerekecek. Validebağ’da koru nöbeti, Soma’da zeytinlik nöbeti bitmeyecek. Bursa’da taşocağına karşı, Fatsa’da siyanürlü altına karşı sürekli uyanık olacağız. Ve biliyoruz ki diğer okullar, Yeşilbahar gibi mücadele vermedikçe imam hatip olmaktan kendi kendilerine kurtulmayacaklar.
Ulaşım hakkı için yolları kesen, İHH’lıları üniversitelerinden kovan, faşist çeteler üniversiteden defolacak diyen üniversiteliler; yollara dökülüp enerji bakanının katılacağı zirveleri iptal ettiren işçiler gibi yaşadığı sorun karşısında bizzat öznesi olacağı militan bir mücadele örgütlemeye girişenler neoliberal, gerici, faşist saldırganlıktan kurtuluşun yolunu açacak.
Her bir parça tek bir amaca hizmet edecek bir şekilde işledikçe, halkların geleceğini karartmayı amaç edinen bu neoliberal gerici düzenden bir parçayı daha koparmış olacağız!
[1] Erdoğan, BM toplantısı için ABD’ye giderken yanında Egemen Bağış’ı (hani şu bakaracı, makaracı olan) ve oğlu Bilal’i götürmüş. Biri rüşvete aracılık eden, diğeri rüşvet paralarını stoklayan.
[2] Cumhurbaşkanı olur olmaz 31 ilin valisini (toplam valilerin üçte birinden fazla) değiştirdi. Sadece valileri değil, MGK Genel Sekreterini, Emniyet Genel Müdürünü ve TRT Genel Müdürünü de.
[3] Erdoğan’ın Dünya Yahudi Kongresi heyeti ile yapacağı görüşme, Yahudilerden kaynaklı olarak yapılamadı.
[4] Bu korkunun işe yaradığı durumlar da var yaramadığı da. Yargıtay’ın HSYK’ya göndereceği 3 üye için yapılan seçimi AKP kaybetti. Ama “savaş” sürecek. HSYK’nın 22 üyesi var. Adalet Bakanı ve müsteşarı 2 doğal üye, 4 üyeyi cumhurbaşkanı seçiyor, bir üye de Adalet Akademisinden geliyor. Asıl kavga geri kalan 15 üye için. Yargıtay’dan 3, Danıştay’dan 2 ve adli-idari yargıdan 10.
[5] Yalçın Akdoğan diyor ki: “Türkiye’nin bu konudaki çağrılarına Batılı ülkeler zamanında cevap verebilselerdi bugün yaşadığımız sorunları yaşamazdık. Öngörüsüz ve dirayetsiz yaklaşımları bölgeyi daha büyük bir çalkantıya sürükledi.”
[6] “Ortadoğu bataklığına saplanmanın kendine özgü ekonomik bağlantıları, yansımaları göz ardı edilemez: Mafyalaşan, sınırları eşkıyanın giriş-çıkışına açılan bir ülkenin ekonomisi de kara-paraya teslim olmuştur” Korkut Boratav.
[7] Tıpkı Osmanlı padişahlarının (aynı zamanda halifelerinin) fermanlarına benzer bir biçimde “yaygın kötülüklerin kaynakları olanların kanlarının dökülmesi helal, köle ve cariyelerinin yağmalanmasının mübah olduğuna…”
[8] “Öcalan görüşmede ‘Devlet oyalama politikasını ısrarla sürdürüyor’ dedi ve bunun kabul edilemez olduğunu bir an önce müzakere sürecinin başlaması gerektiğini belirtti.”
[9] Bu arada, Demirtaş’ın ABD ziyareti öncesinde hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar var; cumhurbaşkanlığı seçim sürecindeki söylemleri ve oluşturulan beklentileri!
[10] Bülent Arınç’ın ismi her geçtiğinde AKP’nin en ikiyüzlü elamanı olduğu konusunda bir dipnot düşmek zorunlu.
[11] Bu arada sormak lazım Tayyip Erdoğan’a, “IŞİD ile pazarlıkta türban da gündeme geldi mi”, diye!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.