Sosyalizm tam da bu yüzden bir zorunluluktur ve sosyalistlere de tam da bu yüzden gerek vardır; Zalimlerin bu düzenini yıkmak için. Ama onların hukukuyla, onların kurallarıyla, onların araçlarıyla değil. Kendi hukukunu kendi yaratarak, kendi kuralını kendi koyarak kendi aracını kendi seçerek. Ve bunu sokakta, meşru, militan ve kitlesel gücüyle adım adım gerçekleştirerek Meşru olmadığını, o […]
Sosyalizm tam da bu yüzden bir zorunluluktur ve sosyalistlere de tam da bu yüzden gerek vardır; Zalimlerin bu düzenini yıkmak için. Ama onların hukukuyla, onların kurallarıyla, onların araçlarıyla değil. Kendi hukukunu kendi yaratarak, kendi kuralını kendi koyarak kendi aracını kendi seçerek. Ve bunu sokakta, meşru, militan ve kitlesel gücüyle adım adım gerçekleştirerek
Meşru olmadığını, o koltuğa oturmuş olmanın iktidarını garanti altında tutamayacağını o da çok iyi biliyor. Daha ilk günden çırpınması bu yüzden. İçeride meşruluğunu müzakere süreciyle Kürtler üzerinden sağlama planları yaparken dışarıdaki ilişkilerle de koltuğunu garanti altına almaya çalışıyor. Her ne kadar müzakere sürecini “taşeron”a (Davutoğlu, Akdoğan ve Fidan) devretmiş olsa da şu aşamada Çankaya Köşkü’ne verdiği randevuyu kabul edecek, Kürt siyasi temsilcilerinden başka kimse görünmemekte. Yoksa AKP’nin (AKP’lilerin) cumhurbaşkanı olarak kalmaya devam edecek. Üstelik Demirtaş’ın izlediği siyasal propagandayla aldığı oyun, Erdoğan’ı kaygılandırmaması mümkün değil. Kürt siyasi hareketi hem Batı’dan hem de İslamcı Kürtlerden yalıtılmalı. Tam da bu gerekçelerle gerek Abdullah Öcalan’la gerek Kandil’le trafik sıklaşmış durumda. AKP cenahı bir taraftan da 2015 yılında “bu işin” sona ereceğini basındaki kalemşorları aracılığıyla pompalıyor. Davutoğlu da, (Erdoğan’ın da sürekli yaptığı gibi) yeni anayasayı 2015 seçimlerinden sonra yapacakları müjdesini veriyor. Bunun yeni bir oyalama ve sürece yayma politikası ile devam edeceğini, Tayyip Erdoğan’ın vereceği ile Kürt Hareketi’nin istediğinin hiçbir zaman tam olarak bir ve aynı şey olamayacağını ise zaten herkes biliyor.
Ortadoğu’daki gelişmeler, (özellikle IŞİD’in Kürtler için çok daha büyük bir tehlike haline gelmesi, Irak’ta merkezi hükümetin yeniden kurulması –ki bu durum KDP’nin elini güçlendiren sonuçlar doğuracak) nesnel kısıtlarını arttıran faktörler. Seçim öncesi konjonktürü de değerlendirmek isteyen Kürt siyasi hareketi, Erdoğan’ın meşruiyet krizini “kullanmaya” çalışacaktır. Bunun işaretleri de zaten verilmeye başlandı. Ancak Demirtaş’ın adaylık sürecinde izlediği politik söylemle ve aldığı oyla Batı’da yaratılan beklenti, Kürt siyasi hareketi tarafından nasıl karşılanacak? Herhalde bir-iki milletvekilliği verilerek bu beklentinin giderileceği hesabı yapılamaz. Ayrıca Öcalan’ın işçi katliamları için söylediği “Eğer bu cinayetler konusunda tartışma ve yoğunlaşma yaratırsanız; kadın, doğa cinayetlerine, Kürt katliamlarına, IŞİD’in katliamlarına karşı da çözüm geliştirebilirsiniz” ifadesini, sadece propaganda malzemesi olarak kullanmak da mümkün! Her şeye rağmen daha önce de bu satırlardan aktardığımız kaygıyı yinelemek gerek “Kürt hareketi, AKP ile müzakere sürecinde girdiği ilişkinin yarattığı nesnel kısıtlar nedeniyle, sosyalistlerin cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında mücadeleyi daha ileriye taşıma hedefi açısından bir güvence ifade etmiyor.” (1) Bu güvenceyi sağlayacak olan Batı’daki sosyalistlerdir. Kürt hareketine yedeklenme planları yapmak yerine birlikte yaşadıkları Kürt emekçilerini, yoksullarını, sosyalistlerini sınıf ve hak mücadelesinin aktif bir parçası haline getirme çabasıdır. Kuzey ormanlarının savunulmasından kentin savunulmasına, taşeron sistemine ve güvencesizliğe karşı ortak mücadele edilmesidir. Tayyip’i asıl “üzecek” olan da budur.
Tayyip Erdoğan’ı en az cumhurbaşkanlığı kadar sevindiren gelişme ise Obama ile görüşmesi oldu. Kolay değil 2013’ün Mayıs’ından beri Obama ile görüşemiyor, Obama telefonlarına da çıkmıyordu. ABD’nin elindeki en büyük koz ise kuşkusuz Erdoğan’ın, (Haziran İsyanı ve Cemaat operasyonları sonucunda) tüm dünyada katil ve hırsız olarak adlandırılmasıyla yaşadığı itibarsızlık. Erdoğan’ın birazcık itibar için vermeyeceği taviz, girişmeyeceği taşeronluk yok. Zaten Obama ile görüşmesinin ertesinde daha ülkeye ayak bile basmadan (uçakta), Çin ile yapılan uzun menzilli füze sisteminden vazgeçildiğini ve ihalenin Fransa’ya (2) verilebileceğini açıkladı bile. Bu durumun böyle olacağı ilk başından beri biliniyordu elbette. (3) ABD’nin tek kazancı bu değil kuşkusuz. IŞİD terörü bahanesiyle Ortadoğu’da beceremediği, yarım kalan işlere tekrar girişti. Çok uzun zamandır kurduramadığı Irak merkezi hükümetini bu vesileyle kurdurmayı becerdi. Her ne kadar Barzani üç ay içinde alacaklarını tahsil edemezse bu hükümetten çekileceğini açıklasa da şimdilik her şey yolunda. ABD için Suriye’de Esad ile yeni bir uzlaşma zemini oluşmuş durumda. İsrail’in çıkarlarını garantiye almak için mutabakat da sağlandı, Erdoğan uzunca bir süredir Gazze’ye gitmekten de söz etmiyor.
İçine girdiği çıkmaz Tayyip Erdoğan’ı Ortadoğu’da yeni maceralara sürükleyecek. Zafiyeti ve zayıflığı, kendinden istenenler karşısında daha tavizkar, yapacağı işler konusunda daha cüretkar olmasına neden olacak. Bu tarzı bölgede yaşayan milyonlarca insanın geleceğini etkiledi. Sadece 1,5 milyon Suriyeli bu ülkede zorunlu mülteci halinde kimliksiz yaşıyor, konsolosluk çalışanı 49 kişi IŞİD’in esiri durumunda, mezhepçi katillerin desteklenmesi politikası sonucunda sadece bölgedeki katliamlar sürmekle kalmıyor toplum içindeki kamplaşma hergün biraz daha büyüyor. Bunlardan sorumlu olan şahıslar ise cezalandırılmak yerine ödüllendiriliyor; biri cumhurbaşkanı bir diğeri başbakan oluyor. Halkların düşmanı olan bu iki şahıs vicdanlarda ve mücadelede hiçbir zaman aklanmayacak, aklanmamalı.
Çiçeği burnunda sevinci kursağında yeni başbakanın, oturduğu koltuğun neyin üzerinde yer aldığı bir kez daha görüldü; Taşeron sisteminin, güvencesizliğin, mülksüzleştirmenin, yoksullaştırmanın koltuğudur o. Köyünden koparılıp büyük şehre göç ettirilmek boşuna değildir, kadınlara üç çocuk doğurun fetvası boşuna değildir, 1 buçuk milyon Suriyeli’ye çözüm aramamak boşuna değildir, asgari ücreti açlık sınırının altında tutmak boşuna değildir, harçları kaldırdım deyip 550 bin üniversite öğrencisinin yarı zamanlı iş aramasını görmezden gelmek boşuna değildir, sendikalaşmaya sürekli yeni engeller çıkarmak boşuna değildir, v.s. v.s. Çünkü sermaye ucuz emek ister, güvencesiz örgütsüz emek ister, bol miktarda işsiz ister, emeğini satmaya mahkum yoksul ister. Bir de arkasında devlet ister. Rezidansını bile kamu yararı statüsüne sokup 24 saat işçi çalıştıracağı, maaşını kendisinin verdiği elemanlara kendisini sözde denetlettireceği, hatta başına bir “aksilik” gelirse kendi yerine cezaevine sokturacağı yasal güvence ister. Maaşını kendisinin vermediği polis ordusu, benzinini kendisinin doldurmadığı TOMA, mermisinde parmak izi olmayan silah ister. Bir de kendi çıkarını kendinden çok koruyacak siyasetçi ister; Tayyip Erdoğan gibi, Ahmet Davutoğlu gibi, Faruk Çelik gibi. Patron çıkarı için öldürüldüğünde, katledilenler için şehitlik fetvası verecek Başbakan ister. (4)
Sosyalizm tam da bu yüzden bir zorunluluktur ve sosyalistlere de tam da bu yüzden gerek vardır; Zalimlerin bu düzenini yıkmak için. Ama onların hukukuyla, onların kurallarıyla, onların araçlarıyla değil. Kendi hukukunu kendi yaratarak, kendi kuralını kendi koyarak kendi aracını kendi seçerek. Ve bunu sokakta, meşru, militan ve kitlesel gücüyle adım adım gerçekleştirerek.
Tüm bunlarla birlikte sosyalist cenahta bir takım hareketlenmelerin, bazı arayışların varlığı göze çarpmakta. Çeşitli panellere, seminerlere, toplantılara hız verilmiş durumda. Elbette herkes bu girişimlerin meşruluğunu Haziran İsyanı’na (bazılarının söylemiyle Gezi Olayları’na) dayandırıyor. Kuşkusuz bu dayanağa tüm iyi niyetiyle inananların varlığı yadsınamaz. Ancak zamanlamasına bakarak (yaz tatilinin de bitmekte olduğunu işaretleyerek) iki gelişmenin tetikleyici etkisini görmek gerek. Bunlardan ilki Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı yüzde 9,8’lik oy. Yani sol potansiyelin yüzde 10’luk bir kısmının (aslında Kürtlerin zaten sahip olduğu yüzde 6/6,5’u dışında tutarsak ki yüzde 4’te hiç fena değil) ortak bir hedefe doğru harekete geçirilebileceğini göstermektedir. İkincisi ise yaklaşık dokuz ay sonra (Haziran 2015’te) yapılacak olan milletvekilliği seçimleri. Deneyim sahibi olanlar bilirler ki bu tür süreçlerde ne kadar önce rol alınırsa o kadar etkili olunur.
Bu girişimlerin hepsinin ortak söylemi/amacı çoğalmak, birlik olmak. Ancak yine bilenler bilir ki Türkiye sol tarihi başarısız birlik projeleriyle doludur. Kürt Hareketini saymazsak, şimdiye kadar, kurduğu birliği koruyarak ya da çoğaltarak başarılı olan olmadı. Tam da bu yüzden, gerek tarihsel deneyimler gerekse bu girişimlerin zamanlaması düşünüldüğünde, gerçekten birlikten yana olanların “kaygılanması” gereken fazlasıyla neden mevcut.
Bunların başında da birlik lafını tutturanların, bu girişimlerin içinde olanların “gerçek beklentilerine” olan güvensizlik gelmektedir. (5) Çünkü “işin doğası gereği” kimse nihai hedefini en baştan deklere etmemektedir. Ama açıkça bilinmektedir ki bugün sosyalist topluluk içinde HDP muadili bir oluşumu Batı’da kurmak isteyenlerden CHP ile HDP arasında “ciddiye alınır” bir ara katman oluşturmak isteyenlere, yeni bir sol parti kurmak isteyenlerden elindeki partiyi en elverişli pozisyonda seçimlere sokmak isteyenlere kadar ve hatta kişisel egosuna gem vuramayıp (6) milletvekili olursa sosyalist hareketi “uçuracağını” hayal dünyasında kuran şahsiyetler mevcuttur. Yine “işin doğası gereği” ayrı siyasal ya da kişisel projeler yapanlar hep olacaktır ve bunların varlığını “birlik yapmanın” önüne engel olarak koymak elbette aymazlıktır. Bu noktada ise öne çıkartılması gereken birlik değil “birlikte mücadele”dir. Birlikte mücadele etmek için masa başında yan yana oturmak elbette çok şey katar ancak (sap ile samanı ayırt etmek için) politik hedeflerde birlik/sokakta birlik yeter şart olmasa bile gerek şarttır.
Ve ezberimiz hala taze olduğuna göre…
Devrimcilerin birliği devrimci eylemin birliğinden geçer…
Dipnotlar:
[1]http://www.sendika.org/2014/07/intifadaya-davetiyeniz-var-aktuel-gundem/
[2] Fransa’ya verdirilmesinin nedeni de Ukrayna krizi nedeniyle Fransa’nın Rusya ile yaptığı silah antlaşmalarının iptal ettirilmesinden doğan zararının karşılanması.
[3] “Bunun bir blöf olduğunu herkesin bilmesine rağmen. Bir taraftan “NATO üyesiyim, Suriye bana saldırdı, NATO’da ona saldırsın” diye debelenen, NATO’dan Patriot dilenen AKP Hükümeti, şimdi NATO sistemiyle hiçbir uyumu olmayan füze sistemini Çin’den alacakmış! Hepsi bir kenara ABD, Ortadoğu’nun dibinde Tayyip’in Çin sistemi kurdurmasına izin verir mi?” http://www.sendika.org/2013/10/demokratiklesme-paketi-degil-sosyalizm-paketi-gerek/
[4] Katledilen işçiler için Davutoğlu “onları şehit olarak kabul ediliyoruz” dedi, hükümetin stepnesi, ayar vereni Bülent Arınç düzeltti; “dini açıdan şehit sayılabilirler ama hukuki açıdan böyle bir durum yok”. Din kimin için hukuk kimin için? Din ezilenlere hukuk ezenlere. Ezilenlere maneviyat, ezenlere maddiyat gerek! Diyanet İşleri Başkanlığı, Başbakan yardımcısına bağlı olmaktan çıkarılıp doğrudan Başbakanlığa bağlı hale getirildiğine göre Davutoğlu artık şeyhülislam da sayılabilir!
[5] Bu noktada belirtmek gerekir ki “örgütlü güvensizlik” birlikte yürümek için de olmazsa olmaz şarttır, aynı zamanda.
[6] Haziran İsyanı sadece iyi şeyleri açığa çıkartmadı, bir de gizli kalmışlara meşruluk zemini yarattı. Haziran İsyanı, görenler için “örgütün” ne kadar gerekli olduğunu bir kez daha kanıtlarken, görmeyenler için kişisel performansın ne kadar “büyük etkide” bulunduğunu, her şeyin kişisel egoyu tatminden geçtiğini gösterdi. Ortalık dönemsel olarak solculuğunu hatırlayanların, sözde sınıf mücadelesinin şovmenliğini İstanbul’un sol sosyetesine pazarlayanların hakimiyetine devredildi. Ezberi bilenlere hatırlatmak gerek Mahir’i, THKP’yi. Gösterilmeyen emeği, devrimci ideali ve örgütün her şeyden ve herkesten önde olduğunu…. Mahir yaşasaydı eğer facebookuna icraatlarını sıralar, twitterına da artistik bir fotoğrafını koyardı, herhalde (!)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.