Cumhurbaşkanlığı seçiminde artık kritik soru Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olup olamayacağına düğümlenmiş durumda. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ülkede birikmiş sorunların (gerek sermayenin gerekse de halkın, hatta uluslararası sorunların) çözümünde bir aşama oluşturmayacağı aşikar. Üstelik tam tersine, ister Tayyip isterse Ekmeleddin seçilsin daha farklı sorunların (krizlerin) çıkacağı da aşikar. Özellikle Tayyip Erdoğan’ın seçilmesi durumunda, şimdiye kadar yaptıkları ve yapacağını […]
Cumhurbaşkanlığı seçiminde artık kritik soru Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olup olamayacağına düğümlenmiş durumda. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ülkede birikmiş sorunların (gerek sermayenin gerekse de halkın, hatta uluslararası sorunların) çözümünde bir aşama oluşturmayacağı aşikar. Üstelik tam tersine, ister Tayyip isterse Ekmeleddin seçilsin daha farklı sorunların (krizlerin) çıkacağı da aşikar.
Özellikle Tayyip Erdoğan’ın seçilmesi durumunda, şimdiye kadar yaptıkları ve yapacağını söyledikleri göz önüne alınırsa, devlet kurumları arasındaki ilişkiden uluslararası ilişkilere, hukuksal alandan sosyal düzenlemelere kadar tam bir keşmekeşin, “ben yaptım oldu”nun yaşanacağı kesin. Daha cumhurbaşkanı olmadan yetkilerinin ne olduğu, nasıl kullanılacağı gündemin en önemli maddesi oldu. Bilindiği gibi şu anki cumhurbaşkanının sahip olduğu yetkiler de dahil olmak üzere sözü edilen yetkiler 12 Eylül 1980 faşist cuntasının hazırladığı anayasa tarafından verilmişti.[1] (Ve o günden bu yana bir değişiklik yapılmadı. Hani Erdoğan’ın çok şikayet ettiği ve her seçim öncesi değiştirmeyi vaat ettiği 12 Eylül Anayasası tarafından.) 12 Eylül Cuntası’nın, cumhurbaşkanlığına parlamenter sistemlerde çok görülmeyen bu yetkileri verirkenki amacı, sistemin kalıcılığını sağlayacak bir “yedek güç” oluşturmak, bir başka ifade ile “gözetme iktidarı” oluşturmaktı. Oysa bu “yedek güç” özelliği çok kısa bir süre sonra “asli güç” olarak değerlendirilmek istenmiştir. Neredeyse hiçbir sorumluluğu olmamasına rağmen bu kadar geniş yetkilerle donatılmış bu makam, tam da bu özellikleri nedeniyle siyasetçilerin (parti başkanlarının) kendilerinin oturmak istediği bir koltuk halindedir.[2] Bu arada Kenan Evren, T.C. tarihinde halk tarafından seçilmiş (biraz dolaylı da olsa) ilk cumhurbaşkanıdır.[3]
AKP iktidarı bu duruma yeni bir özellik daha katmıştır; Cumhurbaşkanının (20 milletvekilinin aday göstermesinden sonra) halk tarafından seçilmesi. Bu ise yeni bir sistemin kurulma planının parçalarından biri olarak gerçekleştirilmemiş, tam tersine kendileri için oluşturulan bir açmazı çözmek için “uydurulmuştur”.[4] Böylece (her türlü dolayıma rağmen) halkın seçtiği iki kurum vardır; parlamento ve cumhurbaşkanlığı, üstelik üstün yetkilerle donatılmış bir cumhurbaşkanlığı. Artık bu sistemden, hele hele özellikle Tayyip Erdoğan gibi “yetkileri sonuna kadar kullanacağım” diyen birinin bu koltuğa oturması halinde, “parlamenter sistem” diye söz edilemez. Bu durum yeni bir tanımlamayı gerektirecektir [5], sadece “yarı başkanlık” gibi bir lafla geçiştirilemez. Ancak yeni bir tanımlama yapılarak işin içinden sıyrılmak da mümkün değildir. Kurumların işleyişi, kurumlar arası ilişkinin biçimi, yetkinin/sorumluluğun nasıl dağıtılacağı/paylaşılacağı vb. her şey yeni kriz dinamikleri oluşturacaktır. Gerçek bir ucube yaratılmak üzere. (Tayyip, ucubenin gerçekte nasıl bir şey olduğunu bu sefer keşfedebilir.) Bunların yanında cumhurbaşkanı ile parlamento arasındaki bir “uyumsuzluk” ise kriz dinamiği falan değil, tam bir kriz olacaktır.[6]
Diğer yandan cumhurbaşkanlığı, parlamento ve bakanlar kurulu üçlüsünde toplanan “ideolojik-politik ve örgütsel çoğunluk” -ki buna mutlaka uyum sağlamış yargıyı ve medyayı da unutmamak gerek, temel politikalarda (örneğin neoliberalizm, faşist uygulamalarda) istikrarı kuşkusuz sağlar. Ancak bırakın karar süreçlerine katılabilmeyi, kamusal tüm süreçlerden dışlanan kesimlerin sertleşen bir muhalefetine neden olacaktır. Bu duruma “majestelerinin hakimleri”nin ya da başka bir ifade “padişahın kadıları”nın eklendiği bir yargı sistemi sonucu katmerleştirecektir. Medyayı saymaya gerek bile yok. Mahkemeler yasak koydu, medya tam uyum sağladı; Musul büyükelçilik rehinelerinden haberi olan, haberi veren medya kuruluşu var mı? Parlamento dışı siyasi mücadele araçları tek çıkar yol olarak işlevselleşecektir, kaçınılmaz olarak.[7] Bu noktada 2015 Haziran ayında yapılacak genel seçimler kuşkusuz parlamentodan beklentileri tetikleyecek bir ara dönem olarak yaşanabilecektir. Ancak bu durum bile sistemin yeni karakteristiğini değiştirmeyecektir.
Toplumsal meşruiyet için buldukları çözüm yani cumhurbaşkanını halka seçtirmek ise halkın yarısını (en azından geçerli oy veren yarısını) dışlamak sonucunu doğurmaktadır. Hele hele bu figür Tayyip Erdoğan olduğunda, dışlanmış topluluklar, sonucu kabullenen değil, hızla sonuca karşı mücadele edecek topluluklar haline gelebilecektir.
Tüm bu nedenlerle Tayyip Erdoğan ve ona yapışık yaşayan asalaklar dışında kalan birçok sistem içi çevre/güç, eski statükoyu koruma çabası içerisine girmişlerdir. Ekmeleddin İhsanoğlu tercihi tam da bu gerekçelerle yaratılmıştır. Ekmeleddin, Tayyip’e barikat oluşturma çabasının yanında 80 öncesi devlet işleyişine dönme hayalidir. Ekmeleddin İhsanoğlu, Fahri Korutürk modelidir. Başarılı olsa bile Tayyip ile modellenen sistemi sadece öteleyebilecektir.[8]
Her iki seçeneğe hızla uyum sağlayabilecek tekelci sermaye bile kendi örgütü aracılığıyla daha uygun olanı, zaman kazandıracak olanı(!) dillendirmektedir. TÜSİAD Başkanı Haluk Dinçer; “Halk tarafından seçilecek bir cumhurbaşkanı, kim olursa olsun, birinci görev olarak partiler üstü bir anlayışla toplumda oluşmuş bu ağır kutuplaşmaya uzlaşmacı ve uzlaştırmacı bir tutum benimsemelidir diye düşünüyoruz. Esasında bir sivil anayasa yapmamızın önündeki en önemli engeller olan kimlik konusu, din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili konular ve devletin organları arasındaki kontrol-denge mekanizmaları konularında da uzlaşma noktasında cumhurbaşkanının çok önemli bir rol oynayabileceğini düşünüyoruz.” Sokağın tehlikesini ondan en fazla etkilenecek olanların görmesi şaşırtıcı değil; sınıf korkusu tarihsel olduğu kadar genetik de olsa gerek.
Ne kırk katırı ne kırk satırı seçmek zorunda değiliz. Egemen saflardan herhangi birinden beklentisi olanlar tercih derdine düşebilirler. Kendi özgücüne güvenenlerin böyle bir derdi olamaz. Üstelik kendi özgücüne güvenmekten başka bir çıkar yol da bu düzende zaten yok. Ayrıca bu olağandışı dönem sistem güçlerinin inisiyatifine terk edilemez.[9] Bu noktada Selahattin Demirtaş tercihi de, söyleminin her türlü albenisine rağmen, Kürt hareketinin AKP ile müzakere sürecinde girdiği ilişkinin yarattığı nesnel kısıtlar nedeniyle, sosyalistlerin cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında mücadeleyi daha ileriye taşıma hedefi açısından bir güvence ifade etmiyor.
Sokak, yani halkın bağımsız, kitlesel, fiili ve militan eylem biçimleri siyaset yapmanın, egemen siyasi alana müdahale etmenin temel kanalı olacaktır.[10] Halkın meşru mücadelesinin örneği Filistin’de yaşanıyor. Sokağın siyasetsizlik olduğunu iddia edenler Filistin halkına bunu anlatabilirler mi? Tayyip Erdoğan da ister cumhurbaşkanı olsun, isterse başbakan olarak kalsın, eninde sonunda bu toplumun “intifada”sıyla tekrar ve tekrar (ilki Haziran’dı) karşı karşıya gelecek. Elbette Haziran dersini yaşayan devrimciler için bu ‘beklenerek’ hazırlanılacak değil iradi olarak örgütlenecek bir süreçtir.
Dipnotlar:
[1] Anayasa değişikliklerini halkoyuna sunmak, belli koşullar altında TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar vermek, Başbakanın önerisi üzerine bir Bakanın görevine son vermek, olağanüstü yönetim usullerinden birini ilan edecek ya da olağanüstü KHK çıkartacak Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmek, Anayasa Mahkemesi, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, HSYK, YÖK, Devlet Denetleme Kurulu gibi kurumların üyeleri ile üniversite rektörlerini atamak ya da seçmek gibi. Ayrıca Anayasa’nın ilgili maddesi ile Cumhurbaşkanının yetkilerini yasa ile genişletme olanağı da tanınmıştır.
[2] Kenan Evren’i saymazsak, ondan sonra TBMM tarafından cumhurbaşkanlığına seçilen dört isimden üçü parti başkanlığı, Başbakanlık yapan aktif siyasetçilerdir. Ahmet Necdet Sezer’in seçilmesi istisnadır.
[3] 7 Kasım 1982′de halkoyuna sunulan 1982 Anayasası’na eklenen Geçici 1. maddeye, “Anayasanın, halkoylaması sonucu, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olarak kabul edildiğinin usulünce ilânı ile birlikte, halkoylaması tarihindeki Millî Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanı (Kenan Evren), Cumhurbaşkanı sıfatını kazanarak, yedi yıllık bir dönem için, Anayasa ile Cumhurbaşkanına tanınan görevleri yerine getirir ve yetkileri kullanır” hükmü eklendi. Böylece bugünkü Anayasa ile birlikte Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı da halka onaylatılmış oldu. Yani Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı da bir şekilde halk oylaması ile yapılmış gibi oldu.
[4] 11. Cumhurbaşkanı’nın seçileceği 2007 Nisan’ında, oylama turlarının birincisinin yapıldığı günün akşamı Genelkurmay Başkanlığı “e-muhtıra” olarak bilinen 27 Nisan bildirisini yayımladı. Bu bildiriyi, oylamanın CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi izledi. CHP birinci turda Cumhurbaşkanı’nın en az 367 milletvekilinin oyuyla seçebileceği, bu nedenle Genel Kurul’un toplanması için de en az 367 milletvekilinin hazır bulunması gerektiği öne sürüldü. Anayasa Mahkemesi de 367 kararı olarak bilinen bu talebi kabul etti. Bu çıkışa karşılık AKP’nin manevrası ise ilk olarak 22 Temmuz’da erken seçime gitmek ve Cumhurbaşkanı’nı halka seçtirmeyi öngören Anayasa değişikliğini yapmaya karar vermek oldu. 2007’nin Ekim ayında referanduma gidildi. Referandum sonucu ise bu değişiklik Anayasa’ya girmiş oldu.
[5] Literatürde siyasi rejimler; saf başkanlık sistemi, saf parlamenter sistem, başbakancı başkanlık sistemi, başkancı parlamenter sistem ve başkanlı parlamenter sistem olarak sınıflandırılmaktadır.
[6] Daha önce yaşananlar bu duruma ufak çaplı örnekler oluşturmakta; 1961 Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönemde Cumhurbaşkanlığı makamınca toplam 32 adet kanun metni TBMM’ye iade edilmişken, 1982-2007 arasında 131 adet (7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren 26, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal 18, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 14 ve 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer 73 adet olmak üzere) kanun metni TBMM’ye iade edilmiştir. Abdullah Gül döneminde ise Şubat 2014’de kadar 4 adet kanun metni TBMM’ye iade etti.
[7] Fransa tipi yarı başkanlık rejiminde güçsüz parlamento yapısının, parlamento dışı muhalefeti ve sokak tepkisini (her ne kadar Fransız muhalefetinin geleneksel yapısı önemli bir etkense de) tetiklediği kabul edilen bir durumdur.
[8] 1973’te o zamanki parlamento cumhurbaşkanlığı seçme zorluğundan kaynaklı, en mülayim isim üzerinde anlaşarak bu krizi aşabilmişti. O isim de emekli amiral Fahri Korutürk’tü. T.C. tarihine en etkisiz siyasi figür olarak geçecekti.
[9] Demokrat Yargı Derneği Başkanı Orhan Gazi Ertekin “Yaşadığımız süreçleri eğer muhafazakar bir tarihçi araştırsaydı bir tür “fetret devri” (iki peygamber arasında peygambersiz geçen dönem) olarak adlandırırdı. Veya milliyetçi, öze dönüşçü bir tarihçi, büyük ihtimalle iki veya çok devletli bir “kurtuluş savaşı dönemi” olarak adlandırmayı tercih ederdi. Veya politik devrimci bir tarihçi ise bir “devrimci durum” tespiti yapardı.
[10] Halkın bağımsız siyasi eylemini/mücadelesini yerellik diye küçümseyen “büyük siyaset yapıcılar”, kendilerine egemenler arası çatışmadan/gündemlerden fırsat çıkacağını bekleyerek günlerini doldursunlar. (Bu arada devirdiği masanın mezesini de kendi mutfağından bulsalar, esnaf etiğine daha uygun davranmış olurlar)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.