Haziran başladı! “Bir daha olmaz, aynı biçimiyle hiç olmaz, bitti” diyenler vardı. “Artık sadece anması yapılır, hatıralarda yer alır” diye düşünenler vardı. “Sadece sol örgütlere daralır” diye iddia edenler vardı. Ancak öyle olmadı. Üstelik bunu en iyi bilen, en iyi tahmin eden Tayyip Erdoğan oldu. Bir yıldır azdırarak sürdürdüğü polis terörüne, her seferinde yenilediği sokak […]
Haziran başladı! “Bir daha olmaz, aynı biçimiyle hiç olmaz, bitti” diyenler vardı. “Artık sadece anması yapılır, hatıralarda yer alır” diye düşünenler vardı. “Sadece sol örgütlere daralır” diye iddia edenler vardı. Ancak öyle olmadı. Üstelik bunu en iyi bilen, en iyi tahmin eden Tayyip Erdoğan oldu. Bir yıldır azdırarak sürdürdüğü polis terörüne, her seferinde yenilediği sokak önlemlerine, şehirleri ulaşılmaz kılan yol kapatmalarına rağmen yine binlerce insan, bir kez başladıktan sonra hiç bitmeyen bu mücadelede, “nerede kaldıysa” oradan “devam etme” kararlılığını gösterdi. Tıpkı bir yıl boyunca sokakları boş bırakmadıkları gibi. Peki ya bu kadar “önlem” olmasaydı?
Haziran İsyanı’nın hiçbir gerekçesi siyasi iktidar tarafından ortadan kaldırılabilmiş ya da gereği yerine getirilmiş değil. Tayyip Erdoğan’ın kendine biat etmeyene karşı sürdürdüğü nefret dili, saygısızlığı sürüyor. Berkin Elvan için “öldü geçti” diyen Erdoğan, cemevi bahçesinde polis kurşunu ile vurulan Uğur Kurt’un ardından “Ali’siz Aleviler” demeye, ülkenin gözü Soma katliamında iktidarın rolüne çevrilmişken Alevi düşmanlığını yeniden devreye sokmaya devam etti. AKP’nin, adaletsizliği ve hukuksuzluğu bu bir yıl içinde azalmak bir yana, ne kadar yozlaştığının “nadide” örnekleriyle doldu taştı. Katiller hala iktidarın koruması altında, keza hırsızlık iktidarın “fıtratı”. Yağma ve talan çarklarının nasıl işlediği ve işlemeye de devam ettiği artık AKP’ye oy verenlerin de üstünü demagojik söylemlerle bile örtemeyeceği bir gerçek haline geldi. Soma katliamı ise AKP iktidarının köle düzeninin üzerine oturduğunun en yalın ifadesi oldu. Özgürlüğün sınırı ise Tayyip Erdoğan’ın tokadıyla ölçülür oldu.
Bunların hiçbiri değişmeden Haziran İsyanı da bitmez. Polis terörü sadece bu isyanı bir süreliğine, belirli zaman dilimleri için ancak baskılayabilir. Devrimciler bu isyanın içinde oldukları sürece, bu isyana yol göstericilik yaptıkları sürece de her an yeni “patlamalar” gerçekleşecektir. Üstelik isyanın içinde oluşan kitlesel hareket, doğrudan eylem biçimleri, isyanın açığa çıkardığı örgütlenmeler, iktidarın karşısına dikilme konusunda bireysel ve kolektif cüret ve dayanışma eğilimleri kendini göstermeye devam ediyor. Soma işçilerinin “kamulaştırma” talepli eylemleri, holding merkezi önüne yürüyenler, iş cinayetinin yaşandığı inşaatlarda şirket yetkililerini kovalayan işçiler, Okmeydanı için sokağa çıkanlar, Almanya’da Erdoğan’ı madenci baretleri ile karşılayan on binler, Harvard’da Gül’ün karşısına dikilen bilim insanı… Haziran’ın etkisi sürüyor.
Haziran isyancılarının öfkesi bu bir yıl içinde daha da büyüdü. Tayyip Erdoğan her geçen gün bu kitlenin gözünde daha da katlanılmaz bir şahsiyet haline geldi. Ve onunla birlikte suç ortakları da. Abdullah Gül’den Bülent Arınç’a, Süleyman Soylu’dan Numan Kurtulmuş’a kadar bu bir yıl içinde Tayyip Erdoğan’dan kaderini ayırmayan ne kadar şahsiyet varsa direnişçilerin gözünde, halka karşı izlenen suçlarda taammüden ortaktırlar. Kuşkusuz en büyük suç ortakları da herkesin gördüğü Soma’da Tayyip’in tokat atma görüntülerine rağmen yemin billah ederek “atmadı” diyen Bülent Arınç ile iktidar hesapları yaparak geleceğini Tayyip Erdoğan’a sattığı aşikar olan Abdullah Gül’dür.
AKP’de herkes cumhurbaşkanlığına odaklanmış durumda. “Tayyip Erdoğan adaylığını açıklasa da rahatlasak” halindeler. Ama Erdoğan hala hesaplarını bitirebilmiş değil. Bir taraftan gelecek planlarını netleştirmeye çalışırken diğer taraftan kendisine karşı olanların hamlelerini bertaraf edecek taktikler kurmak zorunda. Gelecek planlaması içinde; Abdullah Gül’ün konumu, üç dönem sınırlamasından ötürü deneyimli siyasetçiler kuşağının neredeyse tümünün geri çekilecek olmasından dolayı yerlerine kimlerin yerleştirileceği, olası hoşnutsuzların nasıl hoşnut edileceği gibi “sıkıntılar” mevcut. Diğer yandan kendisine karşı olanlara da dikkat etmeli; olası cumhurbaşkanı adaylarını, daha en baştan itibarsızlaştırmak zorunda. Haşim Kılıç’ın ismi geçer geçmez hedefe oturtulması bunun bir örneği idi. TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’na gösterdiği tepkinin de günlük hayatındaki normal tarzı olduğu (bakan fırçalamaktan, bürokrat tokatlamaya kadar) zaten herkes tarafından biliniyordu. Burada ilginç olan tek şey, bu tavrı kameralar önünde gösterecek kadar kontrolünü kaybetmesiydi. Haşim Kılıç’a yapamadığını Feyzioğlu’na yaptı. Elde ettiği sonucun kendi kitlesi için olumsuz olduğu söylenemez, üstelik bu sonuç başbakanı ortalık yerde eleştirecek olanlar için gözdağı bile oldu.
Erdoğan’ın asıl kaygısı ise yine Cemaat. Yerel seçim sonuçlarının ve Cemaatçi kadroların yerlerini değiştirmenin, Cemaat’i tamamen teslim almaya yetmeyeceğini biliyor. Temkini elden bırakmadan, şimdilik tehditler savurmakla yetiniyordu; “Moleküllerine kadar tespit yoluyla sterilize edeceğiz” ve “Cadı avıysa, evet, biz bu cadı avını yapacağız” şeklindeki sözleri en nadide örnekler. Artık gözdağı niteliğinde memuriyetten ihraçlar da başladı. Ancak bırakın devletin her kademesini, polis teşkilatına bile tamamen egemen değil. Elindeki en büyük güç Çevik Kuvvet/Güven Timleri. En sağcı, en yoksul ve en faşizan AKP’lilerden oluşturduğu bu “ordu” Tayyip Erdoğan’ın en güvendiği birlik.
Her şeye rağmen inisiyatifi şimdilik elinde tutuyormuş gibi görünse de Tayyip Erdoğan için her şey pamuk ipliğine bağlı; bir tarafta diktatör cumhurbaşkanı olmak diğer tarafta tarihin çöplüğüne gömülmek. Artık arada bir yer kalmadı!
Bu korkuyla diktatör tüm enerjisini ayakta kalmaya harcıyor. Ama dikiş tutmuyor. En son tüm devlet olanaklarını seferber ettiği, parti yöneticilerini, milletvekili ve belediye başkanlarını yığdığı 1 Haziran Ağrı, Güroymak ve Yalova seçimlerinde (üstelik özellikle Ağrı ve Güroymak’ta polis terörü ve doğrudan AKP’li vekillerin müdahalelerine rağmen) aldığı yenilgi de bunun bir göstergesi. Haziran İsyanı’ndan beri “sokak değil sandık” diye bas bas bağıran Erdoğan ne acı tesadüf ki (!) ülkenin dört bir yanında direnişçilerin sokakta olduğu günlerde Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi “son sandık”ta da yenilgiyi tattı. Yalan ve demagojide “usta” Erdoğan’ın bu yenilgiye kılıf hazırlayacağı belli. Ancak doğrudan kendisinin yenilgiye katkısı görmezden gelinemez.
Toplumun neredeyse tamamen kutuplaştığı böylesi bir dönemde, halkın diğer yarısını ve özellikle de ezilenlerin büyük çoğunluğunu arkasına alması gereken CHP’nin, değil böylesi bir pozisyonu, ana muhalefet partisi olma konumu bile tartışmalı hale geldi. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi MHP’nin “çatı adayı” önerisi muhalefetin başat tartışma konusu. CHP ise toplumun dinamik, genç ve üretken kesimlerinin belirleyici olduğu bir parti yapısı yerine, yine aynı statik ve bürokrat kadrolarına yaslanmayı sürdürüyor ve açık ki cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde izleyeceği taktik, yerel seçimlerdekinin bir benzeri olan; sağ ile birlikte davranma olacak. CHP merkezindeki değişim ve hazırlık, sağa (tekelci sermayeye ve muhafazakar kitlelere) daha fazla yanaşmak ve neoliberal politikaları daha fazla sahiplenmek yönünde.
Kürt siyasi hareketinde de radikal olmasa da, kendi içerisinde var olan bazı eğilimlerin güçlü bir biçimde örgütlendiği görülebilir. Batıda HDP, doğuda BDP şeklinde formüle edilen parti örgütlenmesi modeli değiştirildi. BDP, ideolojik parti olacakken (ne anlama geldiği herhalde uygulanırken görülecek), HDP tek kitle partisi biçimine dönüşecek. Bu durumun en belirgin karşılığı; Kürt hareketi Batı’daki toplumsal muhalefeti de örgütlemek için Kürt siyasetini merkeze alan bir tercihi, üstü örtülü olmaktan çıkarmış durumda.
Böylesi bir değişimin başarılı olmasının -ki burada başarı kriteri; Kürt siyasi hareketinin batıdaki tüm toplumsal sorunlara taraf ve çözüm üreten bir pozisyon almasıyla birlikte tüm dinamikleri de örgütleme potansiyeli taşıyabilir hale gelmesidir- en ufak bir olasılığı bulunmamaktadır. Bunun en başta gelen nedenleri; hareketin Kürdistan’da izlediği siyasetin nesnel olarak batıyla aradaki açıyı büyütmesi ve ayrıca bu siyasetin gereklerine göre şekillenmiş kadro profilinin batının gerektirdiği kapsayıcılıktan uzak olmasıdır.
Kürt hareketinin bu süreçte izleyeceği çizgi elbette Kürt sorunu bağlamında tüm toplumu da ilgilendiriyor. Kürt sorunu AKP iktidarının temel kriz dinamiklerinden biri olmaya devam ediyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminin yaklaşması ile süreç karşılıklı gerilimin arttırılması ve görüşme trafiğinin de bu gerilimler üzerinden şekillendirilmesi biçiminde gelişiyor. AKP’nin karakol-kalekol yapımı ve operasyon teknikleri, gerilla ailelerini içine alan psikolojik savaş yöntemleri, Rojava’da katliamcı IŞİD çetelerine desteğinin sürmesi karşısında Kürt illerine yayılan direnişle gerilimin yükseldiği bir anda İmralı’dan gelen “umudu koruyalım, provokasyona dikkat” sözleri ve Beşir Atalay’ın yol haritası çizeceklerine ilişkin açıklamaları bu sürecin doğasına uygun. AKP 2015 seçimlerine kadar bu süreci yürütüyormuş gibi görünmeyi, Kürt seçmenine temas yüzeyini arttırmayı, Kürt hareketi ise öncelikli olarak bölgede iktidarını arttırmayı deneyecek.
Toplumsal muhalefete yön vermeye çalışan siyasi yapılarda da içinde bulunduğumuz sürecin bir sonucu ve önümüzdeki dönemin (el yordamıyla hissedilen) ihtiyaçları üzerinden birtakım değişim kıpırtılarının olduğunu da belirtmek gerek. Bu durum bazı yapılarda, başarısızlık sonucu gelişen özeleştiri, kamplaşma ve geri çekilmeler biçiminde yaşanırken, bazı yapılarda da eskiyi yeniden üreten (ama özeleştiri gerektirmeyen) sözde radikal yeni arayışlar getiriyor. Her ne kadar “treni sallayarak, içeridekilere trenin ilerlediği hissi” veriliyor olsa da değişim ihtiyacına yanıt aranması olumlu bir gelişmedir. Haziran İsyanı doğrudan ya da dolaylı olarak, bu sürece yanıt veremeyenler için de yıkıcı olacağını her geçen gün daha belirgin biçimde göstermektedir.
Haziran İsyanı’nın yıldönümünün öngününde umutla geçen yıl yaşananların tekrar edeceğini bekleyenler olduğu gibi, bu durum toplumsal muhalefet içinde yuvalanan reformistler için de önüne geçilmesi gereken bir gelişmeydi. Tarihin aynen tekrar etmesini beklemek, Haziran İsyanı’nın birebir aynısının yaşanacağını varsaymak elbette yanlış. Ancak geçtiğimiz yılı Türkiye tarihinin bir anomalisi olarak kabul etmek, nostaljik bir hatıraya dönüştürmek de devrimin sürekliliğine ilişkin inançsızlıktır. Devrimcilerin işi fal açmak değildir. Kendi idealleri, kendi ideolojileri doğrultusunda geleceği değiştirmeye çalışmaktır. Ve her şeyden önce devrimciler kendilerinden bekleneni karşılamak zorundadır.
Haziran ayında sokakların ısınacağı şimdiden belli. Direnişin İsyan’a dönüştüğü 31 Mayıs’ın yıldönümünde polis terörüne rağmen sokaklara çıkan binlerce insan Haziran’da kaybettiklerimizi iktidara tekrar tekrar hatırlatacak. ‘Ölüp geçmediklerini” bilen, onların sokağa çıktıkları değerler için mücadele ederek onları yaşatan direnişçiler iktidarın peşini bırakmayacak.
Çalışma Bakanlığı’nın hazırladığı “Taşeron Yasası” ise Meclis gündemine sokuldu ve Meclis tatile girmeden de AKP tarafından yasalaştırılmaya çalışılacak. AKP tarafından çıkarılacak bir yasanın, en başından söylemek gerekirse işçi sınıfı için “hayırlı” olmayacağı zaten aşikar. Tıpkı depremden sonra, depremi fırsata dönüştürerek çıkardıkları yirmiye yakın “talan yasası” gibi, şimdi de Soma Katliamı’nı “fırsat”a dönüştürme hesapları yapıyorlar. Bu yasa ile AKP, taşeron sistemini mutlaklaştırırken, aynı zamanda taşeron uygulamaları olabilecek en yaygın sınırına genişletmeyi amaçlıyor. Kamu ihalelerini yeniden düzenleyecek olan yasa, kamu işlerini bir bütün olarak taşerona devredebilecek. Ancak işi düşündüğü kadar kolay değil. Taşeron işçilerle birlikte Soma’da ve ülkenin dört yanında acı ve öfkeyle ayağa kalkanlar işçi sınıfının iç çelişkilerinden ve geleneksel emek hareketinin krizinden beslenen sıkıntıları da aşmanın yolunu gösterecek bir mücadele süreciyle bu AKP fırsatçılığını engelleyebilir.
Erdoğan diktatörlüğüne, AKP faşizmine karşı direniş eğilimleri sürüyor. Bu iktidar karşısında direnmenin anlamı yaşamı, özgürlüğü, adaleti, emeği savunmak. İsyanın özneleri kadınlar, Aleviler, güvencesiz ücretliler, üniversiteliler, gelişen militan lise hareketi, üniversiteliler yanlarına ‘taşerona, güvencesizliğe son’ diyenleri, iktidarın karşısında haklarını talep edenleri, öfkesini sokağa dökenleri katıyor. Taleplerini güncelliyor.
Erdoğan’dan hesap sormak için çok nedenimiz var. Yalnızca diktatörün baskı ve yağma düzeninden kurtulmak değil, bu düzeni yıkıp yerine eşit, özgür, insan onuruna yaraşır bir toplumsal düzen kurmak gibi bir hedefimiz var.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.