Toplumsal muhalefetin farklı gündemlerinin ortak keseni haline gelen bir savaş, bu savaştan kaynaklanan yaygın bir hoşnutsuzluk, bu hoşnutsuzluğu meşru militan kitlesel bir muhalefete çevirecek bir inisiyatif merkezi, bu muhalefetin başarılı bir deneyimi ve o güne göre daha etkili sonuçlar almasına imkan veren avantajları var Savaşın, Türkiye açısından, 4 Ekim günü TBMM’de kabul edilen tezkere ile […]
Toplumsal muhalefetin farklı gündemlerinin ortak keseni haline gelen bir savaş, bu savaştan kaynaklanan yaygın bir hoşnutsuzluk, bu hoşnutsuzluğu meşru militan kitlesel bir muhalefete çevirecek bir inisiyatif merkezi, bu muhalefetin başarılı bir deneyimi ve o güne göre daha etkili sonuçlar almasına imkan veren avantajları var
Savaşın, Türkiye açısından, 4 Ekim günü TBMM’de kabul edilen tezkere ile ciddiye binen ancak savaş ilanı gerçekleşmediği için şimdilik eli kulağında bekleyen bir tehlike olduğunu söylemek aldatıcı olur. Türkiye zaten savaşın içindedir. Bunu söylemek, AKP iktidarına bir yıl boyunca herhangi bir yabancı ülkeye savaş ilan etme yetkisi veren tezkerenin açığa çıkardığı tehdidi küçümsemek anlamına gelmez. Aksine, toplumsal muhalefetin, tezkere söz konusu olmasaydı dahi savaş karşıtı mücadeleyi gündemine alması gerektiği anlamına gelir.
Şiddetlenen Kürt savaşı; Antep ve Afyon vakalarındaki gibi faili meçhul patlamalar; sınır illeri Hatay, Kilis, Urfa ve Mardin’de zaman zaman kitlesel çatışmalara da dönüşen toplumsal gerilim ve fiili olağanüstü hal uygulamaları; Suriye sınırında Akçakale olayından çok önce başlayan ve iki taraftan da ölüm ve yaralanmalara yol açan kasıtlı-kasıtsız ateş açma vakaları; İstanbul, Ankara, Malatya, Adıyaman, Manisa ve Aydın gibi birçok ilde Alevilere dönük tehdit, kundaklama ve kurşunlamaları da içeren saldırılar; Türkiye kontrolündeki sınır bölgesinde Lübnanlı Şiilerin, Lübnan’da misilleme olarak Türklerin kaçırılması; Türkiye’nin çeşitli biçimlerde desteklediği paramiliter örgütlerin Suriye’de sivil-asker ayrımı gözetmeyen kanlı eylemleri gibi gelişmelerin tamamı AKP’nin Suriye’ye karşı yürüttüğü saldırgan politika ekseninde gelişmektedir.
Suriye savaşı, Kürt sorunundan Alevi sorununa, iktidar içi çelişkilerin bastırılmasından AKP’nin mezhepçi-şoven bir temelde yürüttüğü sağın birliği siyasetine, zamlardan acele kamulaştırma, yıkımlar, santral projeleri gibi mülksüzleştirme uygulamalarına kadar bütün iç siyaset gündemlerini de giderek belirleyen ana eksen haline gelmektedir. Ya da tersten, AKP akıl dışı görünen Suriye siyasetiyle, bu krizli iç gündemleri de idare edebilmektedir.
AKP’nin Suriye siyasetini belirleyen ve Ahmet Davutoğlu idealizmini sahneye çağıran, onu kuşatan nesnelliktir. Ancak bu nesnellik AKP’yi yerin dibine sokma potansiyeli de taşımaktadır ve doğrusu işler iyi gitmemektedir. Bu durum bir yandan Türkiye sağının tepesini birbirine kenetleyip sağ tabanda Alevi-Kürt düşmanlığını tetiklerken, bir yandan da halkın büyük çoğunluğunda bir hoşnutsuzluk yaratmakta ve kimi zaman sokağa taşmaktadır. Hoşnutsuzluğun mezhepçi-milliyetçi refleksleri tetikleyerek AKP politikalarına destek oluşturması da olasıdır; emperyalist müdahaleyi, savaşı, işbirlikçiliği, mezhepçiliği ve şovenizmi karşısına alarak AKP iktidarını zora sokacak savaş karşıtı bir hareket içinde örgütlenmesi de.
Böylesi bir hareketin potansiyel olarak güçlü bir toplumsal karşılığı vardır. Halkın ezici çoğunluğunun savaşa karşı olduğunu gösteren kamuoyu araştırmaları, Ağustos ve Eylül aylarında Hatay’da ve tezkerenin oylandığı gün pek çok kentte düzenlenen eylemler, sınır kentlerinde yaşanan sorunlar karşısında bölge halkının gösterdiği refleksler buna işaret etmektedir. Sosyalist hareket de, bu zeminde etkili bir savaş karşıtı hareket oluşturabilecek potansiyele sahiptir. Türkiye’yi ABD’nin Irak işgaline ortak etmek üzere 1 Mart 2003’te TBMM’de oylanan tezkerenin reddedilmesini sağlayan savaş karşıtı hareket gibi bir deneyim, Türkiye sosyalist hareketinin hanesindedir. Üstelik o dönemde hareketi zayıflatan unsurlar olan, İslamcılarla ittifak tartışmaları, sol içindeki liberal hegemonya ve Kürt hareketinin isteksizliği gibi sorunlar bugünün nesnelliği içinde büyük ölçüde aşılmış ve engel olmaktan çıkmıştır.
Türkiye yıkıcı sonuçlarını yaşamaya başladığımız büyük bir çatışmanın içindedir ve artık geri dönüş mümkün değildir. AKP, emperyalist çıkarlar ile bütünleşmiş kendi çıkarlarını ve iktidarını koruyabilmek adına aktif taşeron, mezhepçi ve şoven bir politikayla bu çatışmanın en geri yönlerini örgütleyecektir. İşin doğrusu Suriye politikası üzerinden kendi halkına karşı savaş yürütmektedir. Bugün sosyalistler öncülüğünde örgütlenecek etkili bir savaş karşıtı hareket ise yalnızca Suriye halkının eşitlik, özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi ile dayanışmanın değil, Türkiye halklarının AKP iktidarına ve temsil ettiği egemen sınıflara karşı mücadelesinin de bir gereğidir.
Tarih ‘aktif taşeron’u çağırdı
AKP’nin Suriye siyasetini belirleyen ve Ahmet Davutoğlu idealizmini sahneye çağıran, onu kuşatan nesnelliktir. I. Dünya Savaşı’na giden koşulların Enver Paşa’yı sahneye çağırması gibi…
Arap halklarının Tunus ve Mısır’da ABD işbirlikçisi neoliberal despotları devirerek tetikledikleri değişim sürecinin bütün Ortadoğu’yu etkisi altına almaya başlaması karşısında, emperyalistler açısından müdahale ve manipülasyon kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu müdahaleye de yön veren değişmeyen hedef, Ortadoğu’nun neoliberal emperyalizmle bütünleştirilmesi, bununla bağlantılı olarak, hasımları tarafından Şii ekseni diye kodlanan ABD-İsrail karşıtı direniş ekseninin kırılmasıdır.
Ne var ki, emperyalizm Irak ve Afganistan savaşları sonucunda açığa çıkan ağır ekonomik ve insani maliyet nedeniyle artık doğrudan ve tek taraflı işgallere girişmekten kaçınmaktadır. Bu süreçte halk hareketini bastırmak üzere Bahreyn’in işgal edilmesi, Mısır ve Tunus’ta neoliberal-İslamcı seçeneklerin iktidara taşınması, Libya’da güdümlü bir iç savaş örgütlenmesi, benzer senaryonun Suriye’ye uyarlanması girişimlerinde Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin öne çıktığı görülmektedir.
Emperyalist müdahale ve savaş, uluslararası koşulların olanak vermemesi nedeniyle resmi bir savaş ilanı ve doğrudan müdahale olmaksızın, taşeronlar (ya da vekiller) ve alt-taşeronlar aracılığıyla sürdürülmektedir. Neoliberal emperyalizmle uyumlu Sünni-İslamcı bir hükümet tarafından yönetilen NATO üyesi yeni sömürge Türkiye de askeri, ekonomik, coğrafi ve kültürel gerçekliği ile bu taşeron zincirinin tam ortasında yer almaktadır. Bir başka ifadeyle çatışmanın askeri, insani ve ekonomik maliyetini sırtlanmaktadır. Emperyalistlerin açmazlarını “çözüm için ben varım ataklığında davranarak” fırsata çevirme hevesindeki AKP Türkiye’si, yalnızca talimatları birebir yerine getiren pasif bir taşeron değil, Suriye örneğinde görüldüğü gibi emperyalist sistemin kimi sorun alanlarında durumdan vazife çıkarıp inisiyatif alan aktif bir taşeron olarak bu taşeron zincirinin aynı zamanda risk alan halkasıdır.
Hesaplar tutarsa, Türkiye bölgesel güç iddiasında kendini ispat edecek, emperyalist sistem içinde daha avantajlı bir konum elde edecektir. Ama AKP, emperyalist sistem içi rekabeti, tıkanmaları ve hedefteki rejimlerin / halkların direnişini ihmal ederek, ABD’yi her zaman arkasında bulacağı kaçınılmaz bir müdahale süreci üzerine hesap yapmıştır. Hesaplar tutmadığında, “Suriye Türkiye’nin bir iç meselesidir” diyen Erdoğan’ın ne kadar doğru bir tespitte bulunduğu Suriye’de körüklediği yangının Türkiye’yi de sarması ile anlaşılacak, “kağnı gölgesindeki it” biraz ileri gittiğinde kendi gölgesi ile baş başa kalarak emperyalist sistemin efendisi değil kölesi olduğunu anlayacaktır.
Hesaplar tut
mayınca
Türkiye, Beşar Esad yönetimi karşısında iktidar alternatifi bir muhalefet ve bir uluslararası müdahale gerekçesi oluşturmaya yönelik girişimlerde Katar ve Suudi Arabistan’ın finansal desteği ile önden inisiyatif almış ancak başarısız olmuştur. Bizzat AKP tarafından örgütlenen Suriye Ulusal Konseyi ile Türkiye’de merkezi bir komutaya kavuşturulmaya çalışılan Özgür Suriye Ordusu, değil Suriye’yi Suriye muhalefetini bile ne kadar temsil ettiği tartışma götürür örgütler olarak kalmış, bu nedenle de uluslararası destek bulamamıştır.
Bu müdahaleler karşısında Esad yönetimi, devlet aygıtı ile Sünni Halep ve Şam burjuvazisini de içeren toplumsal tabanını koruyabilmiş, muhalefetin yabancı müdahaleye karşı unsurları silahlı hareketle aralarına mesafe koymuş, bölgesel olarak İran, Lübnan Hizbullah’ı ve kısmen Irak; uluslararası alanda da Rusya, Çin ve kısmen Hindistan Esad yönetimine destek çıkmış, bu denge doğrudan dış müdahale önünde ciddi bir engel oluşturmuştur. Yaklaşan ABD seçimleri ve ekonomik krizin ortasında doğrudan bir müdahalenin maliyetini üstlenmeye gönüllü bir devletin çıkmaması da dış müdahale seçeneğini gündem dışına çıkarmıştır. Öyle ki bir yıl önce ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, “Türkiye Suriye konusunda inisiyatif almalı” derken 30 Ağustos’ta Birleşmiş Milletler’e giderek Suriye’de tampon bölge oluşturma çağrısı yapan Davutoğlu, ABD temsilcisinin dahi gelmediği boş salona seslenip dönmüştür.
TSK’ya ait bir uçağın düşürülmesi ve Akçakale’de top atışı sonucu 5 sivilin öldürülmesi karşısında, NATO herhangi bir müdahalede bulunmayı reddetmiştir.
Haliyle uluslararası müdahaleye gerekçe oluşturacak bir mülteci krizi oluşturma planı da işe yaramamıştır. Daha çatışmalar başlamadan hazırlanan ve Suriyelilerin adeta davetiye ile çağrıldığı kamplar, gün gelip çatışmalar şiddetlenince dolup taşmış, AKP sayıları yüz bini aşan mültecilerin yol açtığı toplumsal ve ekonomik maliyetle baş başa kalmıştır. İlk başta 50 bin mülteci sınırının aşılmasını Suriye’ye tampon bölge kurmak üzere müdahale gerekçesi ilan eden AKP, sayı 50 bine yaklaşınca sınırı 100 bine çekmiş, 100 bine yaklaşınca da sesini kesmiştir. Hatay’da, Kilis’te, Urfa’da kent halkı ile gerilimlere de yol açan mültecilerin ekonomik maliyeti resmi açıklamalara göre 300-400 milyon dolar civarındadır. Bu, savaşın 14 ülkeye ihracat köprüsü olan lojistik sektörüyle Hatay ekonomisini felç etmesinin zincirleme maliyetinin yanında ihmal edilebilir bir miktardır.
AKP’nin planları tutmayınca Türkiye, Esad yönetimi ile birlikte Lübnan direnişinin, İran’ın, Rusya’nın ve Irak hükümetinin, yani aynı zamanda enerji ve güvenlik açısından dostluğuna muhtaç olduğu komşularının düşmanlığını kazanmıştır.
Suriye Kürtlerinin öz yönetimler kurarak Suriye-Türkiye sınırındaki toprakların önemli bölümünü kontrol altına alması ile Irak’tan Suriye’ye Kürdistan Türkiye’nin en uzun sınır komşusu haline gelmiş, Türkiye’nin ummadığı türden bir tampon bölge oluşmuştur.
Emperyalistlerin savaş konusundaki isteksizliğine karşın, vaktiyle ABD tarafından teşvik edilen ancak şimdilerde daha sıkı denetim altına alınmaya çalışılan AKP artık Esad’la köprüleri atmış, Suriye’deki iç çatışmaya angaje olmuş ve bu süreçte Suriye Kürdistanı gibi yeni bir “düşman” yaratmıştır. Yani geri dönülmez biçimde savaşın içindedir ve bu savaşı ÖSO, El Kaide-El Nusra ve farklı adlar altında faaliyet yürüten cihatçılardan oluşan alt-taşeronları aracılığıyla sürdürmektedir. Sınır boyunda giderek tırmanan gerilim, bir savaş bahanesi yaratma çabasından çok, zaten yürütülmekte olan savaşın sonuçlarıdır. 4 Ekim’de Meclis’ten geçen tezkere ve karşılıklı top atışları da, savaşı tırmandırma iddiasındaki bir hükümetin güç gösterisinden çok savaşa batmış bir hükümetin çırpınışıdır. Bu çırpınış da Türkiye’yi batağa daha da fazla çekme tehlikesini içermektedir.
Toplumsal hoşnutsuzluk
Kamuoyu yoklamalarına göre halkın yüzde 60-70’i savaşa karşıdır. Can ve mal güvenliğinin tehlikeye düşmesi, ekonominin bozulması, mezhep geriliminin tırmanması, Kürt düşmanlığının harekete geçmesi, iktidar baskısının şiddetlenmesi toplumsal hoşnutsuzluğun temel kaynaklarıdır.
Sınır illerinde silahlı gruplardan ve cihatçılardan ayrıştırılmamış mültecilerin kent halkı ile yaşadığı gerilimler tırmanmaktadır. Bu durum yalnızca Hatay’da değil Kilis ve Urfa’da da geçerlidir. Silahlı muhalif grupların Türkiye-Suriye sınırını sürekli ihlal ederek Suriye ordusunu kışkırtıp çatışmayı Türkiye’ye çekmesi, sağlık gibi kamusal hizmetlerden öncelikli olarak yararlanması, yerli halk ile kimi zaman kavgaya varan tartışmalara girmesi, mülteci kamplarında güvenlik güçlerini yaralayıp Türk bayrağını indirecek kadar serbestlik içinde hareket etmelerine izin verilmesi Alevi’sinden milliyetçi muhafazakârına geniş bir kesimde rahatsızlık yaratmakta, bu durum aynı zamanda gerici-şoven tepkileri de tetikleyebilmektedir. Ancak Akçakale örneğinde görüldüğü gibi, Suriye tarafından gelen bir bomba 5 sivilin canını aldığında sokağa dökülen ilçe halkı Suriye’yi değil mülki amirlikleri hedef almış, ertesi gün ziyarete giden bakan, komutan ve milletvekilleri protestodan nasibini almıştır.
Sınır ekonomisi durma noktasına gelmiştir. Türkiye’nin en büyük ikinci kara taşımacılığı filosuna sahip Hatay tır mezarlığına dönüş durumdadır. Bu basitçe lojistik sektörünü değil, o tırların taşıdığı malları üretenleri/ihraç edenleri de etkilemektedir. Çünkü Suriye Türkiye’nin 14 ülkeye açılan ihracat kapısıdır. Sınır ekonomisi durduğu gibi mültecilerin giderleri (şimdilik 300-400 milyon dolar) ve muhaliflere verilen destek de bir ekonomik yük oluşturmaktadır. Bütçe dengelerinin sarsılması gerekçesi ile temel hizmetlere fahiş zamlar yapan hükümetin, büyük artış gösteren giderlerinden biri de Suriye krizinden bağımsız düşünülemeyecek savunma ve güvenlik (ve örtülü ödenek) harcamalarındaki yaz aylarına denk gelen astronomik artışlardır.
AKP Suriye savaşını kendi tabanına haklı gösterebilmek için Alevi düşmanı bir dile sarılmakta, buna Alevilere dönük gerici saldırılar eşlik etmektedir. Aleviler açısından, hükümetin Suriye politikası, aynı zamanda kendilerini hedef alan bir politika olarak görülmektedir.
Halkı Suriye politikasına ikna etmekte zorluk çeken AKP, Kürt düşmanlığını da bir koz olarak kullanmak istemektedir. Suriye Kürdistan’ındaki özyönetim ve özerkleşme sürecinin bir müdahale gerekçesi olarak belirtilmesi, milliyetçi duyarlılıkları savaşa ikna etmek için kullanılırken, Kürtler arasında bir hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Aleviler gibi Kürtler de hükümetin Suriye politikasını, kendilerini hedef alan bir saldırı olarak görmektedir.
Hoşnutsuzluktan muhalefete
Halk arasında büyüyen hoşnutsuzluk; iktidar baskısı, korku, medya manipülasyonu ve mezhepçi-milliyetçi refleksler nedeniyle kendiliğinden harekete geçmemektedir. Bu hoşnutsuzluğu ilerici bir muhalefete çevirmek için ciddi bir inisiyatifin ortaya çıkması gerekmektedir.
Bu konuda birinci örnek Hatay’daki durumdur. Aylar boyunca kentin rahatsızlığı şehir efsanelerini aşamamıştır. Ancak 25-26 Ağustos tarihlerinde Yeşilpınar Belediyesi, pek çok aydın, sanatçı, milletvekili ve demokratik kitle örgütünün katılımıyla “Barışa Çığlık” adı altında bir etkinlik düzenleyince o zamana kadar hayret verici bir suskunluk içinde bekleyen Hatay dil
e gelmiştir. İki gün boyunca kötümser tahminle 4-5 bin kişinin katıldığı forumlar sayesinde, o güne kadar şehir efsanesi muamelesi gören sorunlar ülke gündemine girmiş, AKP’nin ulusal ve uluslararası hukuku da ihlal ederek ülkeyi nasıl bir belaya sürüklediği gözler önüne serilmiştir. Bu etkinlikle eş zamanlı olarak kentteki kitle örgütlerinin katılımıyla Suriye’de Emperyalist Müdahaleye Hayır Platformu kurulmuş, Platform’un düzenlediği 1 Eylül Barış Günü yürüyüşüne on bine yakın kişi katılmıştır.
Bu durum AKP’de rahatsızlık yaratmış, halkın tepkisini hafifletecek kısmi geri adımlar atan iktidar bir yandan da kentte eylemleri yasaklayarak fiili Olağanüstü Hal ilan etmiştir. Ne var ki bu da tepkileri bastıramamış, 16 Eylül’de İşçi Partisi’nin mitinginin yasaklanmasının protesto edilmesi sırasında çıkan olaylar bir anda bütün kenti saran ve mahallelere yayılan çatışmalara dönüşmüştür. Hatay, tarihinin sayılı militan ve kitlesel çatışmalarından birini sergileyerek polisi geri adım atmak zorunda bırakmıştır.
İkinci örnek savaş tezkeresinin kabul edilmesi karşısında düzenlenen refleks eylemlerdir. Muhalefetin parçalı gündemine rağmen kısa sürede örgütlenen eylemlerde, Halkevleri, ÖDP, TKP, HDK dörtlüsünün inisiyatif alarak yaptığı çağrılar muhalefetin geri kalanını da yan yana getirmeyi başarmış ve militan kitlesel eylemler gerçekleştirilmiştir. 4 Ekim gününde İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Mersin, Antalya ve Çanakkale’de; ertesi gün Trabzon, Sivas, Samsun ve Adana’da düzenlenen eylemler umut verici bir manzara açığa çıkarmıştır. Burada hem savaş konusunun toplumsal muhalefetin parçalı gündemlerinin ortak keseni haline gelmesi, hem de çağrıcı inisiyatifin bu haliyle toplumsal muhalefetin geneline hitap edebilme yeteneğinin rolü vardır.
2003’te yaptık, peki şimdi?
Türkiye toplumsal muhalefeti Kasım 2002’deki militan sokak eylemlerinden başlayarak 1 Mart 2003’te, yani Meclis’in Irak savaşına ABD ile birlikte katılma teklifini görüştüğü gün düzenlenen dev mitinge kadar tırmanan bir savaş karşıtı muhalefet süreci ile iktidar ve Meclis üzerinde ciddi bir basınç oluşturdu. Bu basınç, AKP’nin büyük uğraş vermesine rağmen tezkereyi kıl payı bir farkla geçirememesinde etkili oldu.
Daha sonra sol içinde o dönem fazlasıyla güçlü olan liberal eğilim sayesinde hareket bölünmüş, AKP’nin 1 Mart fiyaskosu basitçe bir iktidar oyununa indirgenmiş, hatta zaman zaman içerdeki ve Ortadoğu’daki AKP muhiplerince “AKP’nin 1 Mart’taki onurlu ve savaş karşıtı duruşu” şeklinde safsatalar ortaya atılmış olsa da 1 Mart genel olarak Türkiye toplumsal muhalefetinin, özel olarak da sosyalist hareketin başarısıydı. Bu hakkı CIA’in eski Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller bile teslim ederek; Türkiyeli sosyalistlerin cürmü küçük ancak sesi fazla çıkan ve toplumun diğer kesimlerini de etkileyebilen anti-emperyalist bir güç olduğunu yazdı.
Aradan neredeyse 10 yıl geçtikten sonra iki dönemi kıyasladığımızda bugün çok daha avantajlı bir konumda olduğumuzu görüyoruz. Egemen sınıflar o gün de Kürt meselesinden dolayı kimi çelişkiler yaşıyor, bazı kesimler savaşa girme konusunda ayak sürçüyordu. Ancak bu ayak sürçmeye karşın Irak uluslararası ve bölgesel anlamda yalnızlaştırılmış, işgal edilmesi kaçınılmaz bir kurbandı. Ciddi bir iç, bölgesel ve uluslararası desteğe sahip Suriye konusunda ise böyle bir netlik yok. Öte yandan, AKP yalnız bırakılma pahasına ve geri dönemeyeceği bir şekilde Suriye ile savaşa girişmiş durumda ve şu anda tezkere gibi her “ileri” adımı, aslında hesap etmeden girdiği bir batakta çırpınmasının eseri olarak batağa daha fazla saplanmasından ibaret. Yani karşımızda nesnel olarak daha zayıf ve kırılgan bir iktidar var.
Irak savaşı her ne kadar Kürt meselesi gibi iç sorunları ilgilendirse de, ABD’nin Irak’a müdahalesi Türkiye halkları açısından büyük ölçüde dışa dönük bir müdahaleydi. İtiraz “ABD askeri olmaya” ve topraklarımızın savaş için kullandırılmasınaydı. Hatta Kürt hareketi ABD’nin Irak’a müdahalesini, Kürtlerin hareket kapasitesini artıracağı ve TC’nin hareket kapasitesini sınırlandıracağı gerekçesiyle, kendisi açısından olumlu sonuçları da bulunan bir durum olarak değerlendiriyordu. Bu da Kürtlerle savaş karşıtı hareket arasında bir mesafe oluşmasına yol açmıştı. Bugün Suriye’de ise AKP bu savaşı daha çok Aleviler ve Kürtler başta olmak üzere Türkiye halklarını hedef alarak yürütmektedir. Yani Türkiye halklarının nefsi müdafaası da savaş karşıtlığı ile çakışmaktadır. BDP Eş Genel Başkanı Gültan Kışanak’ın, Suriye’ye bir müdahale olursa oradaki Kürtleri korumak için tankların önüne duracakları şeklindeki açıklaması da iki süreç arasındaki değişimi ortaya koymaktadır.
Bir başka avantaj, savaş karşıtı hareketin etkisizleştirilmesine ve bölünmesine yol açan liberal eğilimin etkili bir inisiyatif alamayacak şekilde zayıflamasıdır. Diktatörlüğünden çok Aleviliğinden dolayı Esad’a karşı çıkıp NATO’yu “Müslüman bir ülkeye” müdahaleye çağıran, Hillary Clinton ile “çak” yapıp Sabra Şatila katliamcısı Falanjistlere alkış tutan İslamcılar sağ olsun; o zaman hareketin bölünmesine vesile olan İslamcılarla ittifak tartışmasının da artık bir hükmü yok.
Kimi dezavantajlar da var. DİSK, TMMOB, KESK gibi o dönemde hareketin inisiyatif merkezi olan örgütler şimdi öne çıkmaktan çekiniyor. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi, toplumsal muhalefetin geneline hitap eden yeni inisiyatif merkezleri beliriyor ve bunlar muhalefetin çekingen öğelerini de harekete geçirebiliyor.
Özetle toplumsal muhalefetin farklı gündemlerinin ortak keseni haline gelen bir savaş var, bu savaştan kaynaklanan yaygın bir hoşnutsuzluk var, bu hoşnutsuzluğu meşru militan kitlesel bir muhalefete çevirecek bir inisiyatif merkezi var, bu muhalefetin başarılı bir deneyimi ve o güne göre daha etkili sonuçlar almasına imkan veren avantajları var…
Gerisi bize kalmış…