Birçok konuda derin anlaşmazlıklar içinde bölünmüş olan Türkiye solu için en geniş mutabatak, herhalde bir sorunun yanıtında sağlanır. “Türkiye sosyalist hareketi tarihinin en etkileyici eylemi hangisidir?” sorusunu, her 10 sosyalistten 8-9’u “Kızıldere” diye yanıtlayacaktır. Tabii “mutabakat” bu noktada biter; “Kızıldere Direnişi” veya “Kızıldere Katliamı”nın hangi yönleri bakımından Türkiye sosyalist hareketinin “en etkileyici eylemi” olduğu konusunda […]
Birçok konuda derin anlaşmazlıklar içinde bölünmüş olan Türkiye solu için en geniş mutabatak, herhalde bir sorunun yanıtında sağlanır. “Türkiye sosyalist hareketi tarihinin en etkileyici eylemi hangisidir?” sorusunu, her 10 sosyalistten 8-9’u “Kızıldere” diye yanıtlayacaktır.
Tabii “mutabakat” bu noktada biter; “Kızıldere Direnişi” veya “Kızıldere Katliamı”nın hangi yönleri bakımından Türkiye sosyalist hareketinin “en etkileyici eylemi” olduğu konusunda neredeyse grup sayısı kadar farklı fikir bulunur. Herkes bu tarihsel olayı, bulunduğu yerden ve yöneliminden hareketle “değerlendirir”.
Zaten aksi de mümkün değil. “Geçmiş değerlendirmenizi belirleyen, geleceğe bakışınızdır.”
Bu düşünceyi, bundan 23 yıl önce Gaziantep Cezaevi’nde bir ortak çalışma ortamında, “düşünce üzerine düşünme”ye odaklanan bir arkadaşımın yardımı sayesinde edinmiştim. 30 Mart’ın 15. yıldönümünde Cezaevinde yapacağımız anma toplantısında okunacak metnin taslağını hazırlıyorduk.
1987 yılında “geçmiş değerlendirmesi”nin bu bakış açıyla yapılması, “yenilginin ve mülteci kokuşmuşluğunun, hapishaneye de sirayet eden, psikopatolojik, boğucu, kötürüm edici ideolojik ortamının” dışına çıkmak için imkan sağlıyordu.
12 Eylül öncesinin devrimci politik-toplumsal hareketin hem siyasi öznesi dağılmıştı, hem de toplumsal ve ideolojik zemini önemli ölçüde değişmişti. 12 Mart sonrasında olduğu gibi “ilerici kitlesel hareketin kaldığı yerden çok daha ileri bir noktadan yükselişe geçtiğini veya geçebileceğini” gösteren bir emare de yoktu. Üstüne üstlük devir “Glasnost” devriydi; sosyalistlerin dünya çapındaki durumu 1960-70’li yıllardakiyle kıyaslanamayacak kadar kafa karıştırıcıydı. Orta Amerika devrimleri tökezlemiş ya da durmuştu. Güney Amerika’da ise sol uzun yıllardır derin bir mezarda yatıyordu.
Kısacası 12 Mart sonrasındaki “geçmiş değerlendirmesi” ile 1987’de yapılacak bir “geçmiş değerlendirmesi” arasında epey fark vardı.
12 Mart’ın ardından gelişen sol hareket için “geçmiş değerlendirmesi”nin temel sorusu “geçmiş devrimci hareketi red mi edeceğiz, sahip mi çıkacağız” sorusuydu. 12 Eylül sonrasının ideolojik ayrışma eksenini bu soru oluşturmuyordu. Çünkü üzerinde değerlendirme yapılacak bir “Kızılderemiz” yoktu.
Bu “Kızıldere gibi bir kahramanlık eylemimiz” yoktu anlamına gelmiyor. Tam tersine, 12 Eylül sonrasının devrimcileri 12 Mart direnişinin kahramanlarına layık olmakta çok üstün bir başarı gösterdiler. İdam sehpasına yürüyen hiçbir arkadaşımız Deniz’lerin bayrağını yere düşürmedi. Kuşatılan arkadaşlarımızın hemen hiçbiri Mahirler’e verdiği söze ihanet etmedi. 12 Eylül’ün işkence tezgahlarındaki, cezaevlerindeki tutumlarımız konusunda birbirimizi kıyasıya hırpalamamıza karşın, 12 Mart kuşağından daha başarılı olduğumuz tartışılmaz.
Ama bizim bir “Kızılderemiz” yoktu, çünkü 12 Eylül öncesinin devrimci politik mücadelesi, 12 Eylül sonrasında yeni koşullara uyarlanarak sürdürülememiş, yeniden üretilememişti. 12 Eylül sonrası direnişte görülen kahramanca fedakarlıklar, “Kızıldere”de ifadesini bulan “örgütsel ve askeri yenilgi ancak politik ve ideolojik zafer” olarak gerçekleşmemişti. Biz 12 Eylül sonrasında hem örgütsel ve askeri olarak, hem de politik ve ideolojik olarak yenilmiştik.
İşte bu nedenle “geçmişe sahip çıkmamak”, 12 Eylül sonrasının başarısızlığını “savunmak”la neredeyse eş anlamlıydı.
“Kabahat samur kürk olmuş kimse üstüne giymemiş.” Politik bir çaba içinde olan hemen herkes biraz da bu “vebali” üstüne almamak için “geçmiş devrimci çizgisini” (yani 12 Eylül’den önceki çizgisini) sahiplenerek yola çıkıyordu. Dolayısıyla, 12 Mart sonrasının “geçmiş karşısındaki tutum”a ilişkin ayıracı, günün devrimci siyasetini belirlemek açısından bir ayrıştırıcı araç değildi. Geçmişle ilişkimizi “sahip çıkmak-çıkmamak” gibi bir “karşılıksız ikilem”den hareketle kurmanın geleceğe ilişkin “yön verici değeri” oldukça zayıftı.
“Geçmişin değerlendirmesinde” gerçek bir ayrışmanın tek platformu “günün devrimci görevi”ni temel sorun haline getiren gerçek ve pratik-politik bir tartışma düzlemi olabilirdi. “Geçmiş, ancak gerçek bir “devrimci hareket” tarafından doğru bir biçimde değerlendirilebilir”di. Ortada gerçek bir devrimci hareket yaratma yönünde pratik bir gidiş yokken yapılacak “geçmiş değerlendirmeleri” ancak akademik bir ilgi konusu ve kısmi bir “niyet beyanı” olabilirdi.
1980 sonrasının “devrimci” görevinin, hele de SSCB’nin dağılmaya başlamasıyla birlikte, bir “yeniden kuruluş” süreci içinde tanımlanması gerektiği apaçık ortadaydı. Ve geçmiş devrimci hareketin deneyimi ancak “kurucu özellikleri” bakımından değerlendirildiğinde bugüne ve geleceğe taşınacak gerçek bir “kök” haline gelebilirdi.
Bu nedenle biz, “geçmişimizi sahiplenmeyi” “güzellemeler”e sığınmak veya çağrışıma dayalı bir eylem çizgisine yönelmekte görmedik. Dev Genç’ten Kızıldere’ye uzanan THKP-C’yi de, Uşak, Artvin, Sivas, Çorum ve Fatsa gibi örnekleriyle Türkiye’nin dört bir yanında anti-faşist direnişi devrimci toplumsal alternatifin filizlendiği bir toprağa dönüştüren Devrimci Yol’u da Türkiye devrimci hareketindeki “kurucu girişkenlik”lerin en değerli örnekleri olarak bugüne taşımaya öncelik verdik.
Bu yüzden devrimci sınıfların ayağına dolanarak onları düzenin sınırları içinde tutan “ökse” benzeri düzeneklerin karşısında olmayı “başında” olmaya tercih ettik; bu yüzden miras yaşatmayı, miras yemeye tercih ettik… Yani, iğneyle kuyu kazmamızın, “içe dönüklüğümüz”ün, “burnumuzun dikine gitmemiz”in, “kimseyi beğenmememiz ama kendimizi de beğendirmeye çalışmamamız”ın, “hayırsever (misyoner) solcular” olmamızın sırrı Kızıldere’dedir…
Son yıllarda Türkiye solunun yüzünü aydınlatan yoksul halkın kitlesel, militan hak arama mücadeleleri ve kapıyı artık gümbür gümbür çalan güvencesiz işçiler hareketi şahidimizdir…