“Saygıdeğer Soner Torlak… Yazınızı okudum. Elinize sağlık. Sizin de belirttiğiniz gibi sinir ile yazılan bir yazı olduğundan biraz ütopik olduğunu düşünüyorum. Yanlış anlamayın anlattıklarınız değil, yapılan utanmazlıkları ifşa ederken yaptığınız tanımlamaları kastediyorum. Şöyle ki, İslamcı tabirinden kastınız, İslam’ı referans alma ve kendini ona göre şekillendirme ise İslamcı diye tabir ettiğiniz partiler ya da isim vermeden […]
“Saygıdeğer Soner Torlak… Yazınızı okudum. Elinize sağlık. Sizin de belirttiğiniz gibi sinir ile yazılan bir yazı olduğundan biraz ütopik olduğunu düşünüyorum. Yanlış anlamayın anlattıklarınız değil, yapılan utanmazlıkları ifşa ederken yaptığınız tanımlamaları kastediyorum. Şöyle ki, İslamcı tabirinden kastınız, İslam’ı referans alma ve kendini ona göre şekillendirme ise İslamcı diye tabir ettiğiniz partiler ya da isim vermeden zikrettiğiniz yazarlar, İslamcı değil olsa olsa muhafazakâr kurum ve kişilerdir. Ne ak parti ne de faşist parti ve gruplar İslami olamazlar. İslam’a göre tağuti sistemin parçalarıdırlar. İşin en başında Allah’ın hükmüyle hükmetmeyerek (Maide, 44-45-46-47) işi baştan kaybetmişlerdir. Faşist yapılanmalar ise Hz Muhammed’in veda hutbesinde ilan ettiği asabiyet yasağını çiğneyerek, İslami olmaktan uzak düşmüşlerdir. Bu kişi ve kuruluşlar dini mistik öğe olarak kullanırlar. Yani Karl Marx’ın işaret ettiği afyon etkisi yapan dini-sağ söylemlere sahiptirler. Ama İslam ed-Din’dir. Yani belirleyicisi Allah olandır. Tüm bunlardan sonra yazınızdaki bu üslup, kedinin yemeğe niyetlendiğinde, yavrusunu fareye benzetmesi gibidir. Yazınızı sinirleriniz yatıştığında tekrardan yazmanızı rica ediyorum. Aksi takdirde, okumalarını eleştirel süzgeçlerinden geçirmeden, duygusal bir zeminde değerlendirenlerde, yazılarınıza ve size karşı bir önyargı oluşacaktır. Bu, anlaşılamamanıza ve yazının yeterince değerlendirilmemesine neden olacaktır. Başarılar diliyorum…”
Bu mesaj tarafıma 29 Aralık 2008 tarihinde Sendika.Org’da yayınlanmış olan “Türkiye İsrail’i kınıyor! Yerseniz…” başlıklı yazıma dönük eleştirilerden biri olarak iletilmişti. Ben de bu eleştiriyi gönderen ve kendisine bu tür özenli bir yaklaşım sergilediği için minnettar olduğum kişiyle aramızda bir kavramsal uzlaşmazlık olduğuna karar vermiş, “Müslüman” sıfatını kullanmaktan özenle kaçındığım ve İslamcı olarak kodladığım kişi/akım/öznelerin, İsrail ve ABD’nin bölgesel tahakküm ve sömürü projelerinin doğrudan ya da dolaylı destekçileri olduğunu, Gazze’de olanlara dönük her tür tepkinin doğal ve meşru olduğunu ancak kitleleri sokağa döken siyasal öznelerin (örn. Erbakan çizgisinin) de geçmişlerinde İsrail ve ABD’yle gayrı ahlaki ilişkilerin mevcut olduğunu deşifre etmenin de önemli bir sorumluluk olduğunu belirtmiştim.
Aslında yapılan eleştiri, mevcut siyasal tartışmalar dâhilinde kavramsal bir titizliğin korunmasına yönelik bir itirazı dillendirdiği ölçüde hayatiydi de. Eleştiriden, eleştiriyi yapan kişinin, benim Gazze’deki insanların kanına girmekle suçladığım kişi ve siyasal özneleri “İslamcı” olarak görmediği, çünkü bu kişi ve öznelerin İslam’ın temel bileşenlerine sadakatlerini yitirmiş olduklarını düşündüğü anlaşılıyordu. Dolayısıyla benim yazıda kullandığım ve yazıma yönelik eleştiride kullanılan “İslamcı” kavramı üzerinde bir anlaşmazlık mevcut.
Şimdi, “Türkiye İsrail’i kınıyor! Yerseniz…” yazısında “İslamcılar” ve “İslamcı hükümet” kavramlarını kullanmamın sebeplerini çok kısaca şöyle açıklamak isterim: Bugün pratik siyasal hattını ve ideolojik söylemini İslami kavramlara referansla ve bu kavramları sürekli yeniden üreterek kuran bir siyasal özne ülkemizde hükümet etmektedir. Bu hükümet kitlelerle kurduğu ilişkilerde de İslamcı bir kavramsal demet kullanarak hareket etmektedir. Burada AKP’nin açıkça İslam’ı istismar ettiği söylenebilir. Ancak siyasette kitle-bilinç-iktidar ilişkileri bu kadar tek boyutlu bir denklemle açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Zira AKP hükümetinin bir diğer ve bu ilkiyle ilişkilendirdiği ikinci yüzünde, her türlü toplumsal hak taleplerinin, alınterinin, sendikal örgütlenmenin despotik bir söylemle ve fiiliyatla bastırılması da bulunmaktadır.
Sıkıntılı olan mevzu, bu “bastırma” faaliyetleri ve söylemlerinin kitleler nezdinde yine İslami referanslarla meşrulaştırılmaya çalışılmasıdır. AKP, bugünün siyasal literatüründe “Siyasal İslam” olarak yerini almış olan bir akımın bileşenlerindendir. Ancak öte yanda, Hamas ve Hizbullah da bu bileşenlerdendir. Dolayısıyla bizim ve özel olarak benim, örneğin, Hizbullah’a dönük bakışımla AKP ve Mısır hükümetlerine dönük bakışım arasındaki ciddi farklar, kendini Müslüman olarak tarif eden kişilere dönük herhangi bir art niyetim olmadığına işarettir. Yazıda yapılan, İslam’ın kitleleri manipüle edebilmek amacıyla araçsallaştırılmasına yönelik bir itirazı da içinde barındırmaktadır.
Direniş/muhalefetin kuruculuğu sorunsalı
Siyasal İslam, Müslüman kitleler ve sol arasındaki ilişkiler üzerine konuşabilmek adına bu tür bir tartışmanın ortaya çıkmasını önemli görüyorum. Keza, eğer bugün kendi kimliğini İslamcı olarak tarif ederken, diğer yandan AKP ve benzeri siyasal İslamcı öznelerin politik hattına karşı duran kişilerin varlığı, bizi yolları birleştirme ya da ayrıştırma eksenindeki bir tartışmayı açmaya da zorlamaktadır. Birleşmek ya da ayrışmak içinse dediklerimizin, referans noktalarımızın ve toplumsal projelerimizin neler olduğu konusunda da açık seçik konuşmak, derdimizi birbirimize en dolaysız, en yalın ve en dürüst biçimde açıklamak elzemdir.
Her siyasal özne, direnirken ya da muhalefet ederken aynı zamanda hem kendisini hem de ulaşmayı tasarladığı yeni düzenin embriyonik aşamadaki kurumlarını da kurar. Bir düzenin alaşağı edilmesi ve yeni bir düzenin tesis edilmesi sırasında ortaya “eski düzenin tamamen yok olduğu ve yeni bir düzen kurmak için meydanın tamamen boş olduğu” bir tarihsel uğrak çıkmaz. Aksine, yeni düzeni kuracak özne ya da özneler eski düzenin boşaltmasını sağladıkları alanları kendi dünya tahayyülleri çerçevesinde doldurur ve nihayet düzenlerini kurarken bu doldurulmuş alanlardaki kurumsal yapılanmalarından yararlanırlar. Dolayısıyla bugün belirli bir siyasal rejime karşı yürütülen muhalefet, bütün “ama”ları dışlayan, her şeye rağmen bir arada mücadele etmeye dönük bir yapıyı/özneyi/platformu dayatan bir eksende inşa edilemez.
Aynı şekilde, siyasal öznelerin kendi siyasal hatlarını inşa ederken kullandıkları kavramsal cephanelik de ideolojik bir belirlenmişlikle birlikte öznelerin kendi dünya/rejim tahayyüllerine dönük tarihsel, siyasal ve kültürel referans noktalarını içinde barındırmaktadır. Benim ciddi bir sorun olarak gördüğüm şeylerin başında da “siyasal dilin İslamcı bir dil ekseninde yeniden kurulmaya çalışılması” gelmektedir. Hak, emek ve sınıf zemini kaydırılmış bu tür bir siyasal dilin, Müslüman kitlelerin manipüle edilmesine dönük ciddi alanlar açacağı endişesini taşıyorum. Yani, muhalefet/direniş dilinin referans noktalarını halkın temel hakları, emekçinin üretimden gelen hakları ve sınıflı bir toplumda yaşamaktan kaynaklanan sömürü/sömürülen denkleminden, dine/etnisiteye/aidiyete kaydıran bir siyasal dil kurgulandığı takdirde, bunun, verili koşullardaki sömürüyü, hak gasplarını ve buna dönük kritik direnç noktalarına dönük bir siyaseti de ortadan kaldıracağını düşünüyorum.
İsrail’in Gazze saldırıları örneğinden hareketle, İsrail’in emperyalist/kapitalist sistemin bölgesel ihtiyaçlarına ve planlarına cevap veren, bölgeye müdahale kanallarını sürekli canlı tutan, Filistin’den ucuz ve güvencesiz işçi devşiren, silah tekellerinin kâr etmesini ve kendi içinde de dünyaya silah ihraç etmeye dönük bir militarist endüstri yaratan bir devlet olarak tanımlanması yerine, İsra
il’in Gazze’ye ve genel olarak da Filistin’e dönük saldırılarının, Siyonist savaş makinesinin Müslüman halka zulmetmek amacıyla gerçekleştirdiği tecavüzler olarak okunmasının eksik bir okuma ve bu tür bir okumadan inşa edilecek siyasal hattın da eksik bir siyasal hat olacağını düşünüyorum.
Kuşkusuz İsrail’in saldırılarının etnik/dini bir yönü bulunmaktadır ve bu saldırılara muhatap olan halkın büyük bir kısmı da Müslüman’dır. Ancak öz ve tezahür bir ve aynı değildir ve İsrail saldırılarının etnik/dini bir ayrımcılıktan hareket etmesi de özün tezahürlerinden yalnızca biridir.
Sivillik/siyasallık sorunsalı
Gazze saldırıları öncesinde ve sonrasında yapılan tartışmalarda gözden kaçırılan en temel noktalardan biri, dini argümanların, referansların ve kavramların, siyasal iktidarın elinde araçsallaştırılmakta olduğu ve özelleştirme, taşeronlaştırma, köleleştirme, Aleviler ve Kürtler’in yok sayılması ve asimile edilmesine dönük yapılan açılımlar, hak gaspları, gecekondu yıkımları ve daha birçok girişime karşı örülmeye çalışılan direnç hatlarının, hükümetin İslamcı kimliğinden mülhem referanslarla gayrımeşrulaştırılmaya çalışılmasıdır. Gelenekçi ve muhafazakâr bir toplum tasarımı propagandası aracılığıyla, yoksul ve kendi kimliğini Müslüman olarak tarif eden kitlelerin desteğini alarak iktidar olan AKP, iktidarda olduğu dönemde açıkça emek düşmanı ve halkın haklarını gasp eden sermaye yanlısı bir politik programı doludizgin yürürlüğe koymuştur.
Öte yandan sıkıntılı olan mevzulardan bir diğeri, siyasal İslamcı iktidarın cemaat örgütlenmelerini meşrulaştırmaya, toplumsal gericileşmeyi sağlamaya, bilimsel eğitimi tasfiye etmeye ve kadını yurttaşlık haklarından tecrit etmeye dönük girişimlerinin kültürcü/özcü bir yaklaşım ekseninde birer sivil özgürlük sorunu olarak kodlanması ve halk kitlelerinin sadece haklarının değil “hak talep etme haklarının” da, başka bir deyişle yurttaşlıklarının da ortadan kaldırılmaya çalışıldığının ayırdına varılamamasıdır.
Halkın dini duygularının siyasal rejimin ve bu siyasal rejimin göbekten bağlı olduğu emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda araçsallaştırılabileceğini ve istismar edilebileceğini ya da en azından buna dair bir müdahale alanının mevcut olduğunu hesaba katmaksızın, halkın verili durumunu göz önünde bulundurmaktan daha da ileri gidip kutsayarak ilerici bir siyasal müdahale mümkün değildir. Bu anlamda, evet, halkın, Gazze’ye dönük saldırıları ilerici talepler ekseninde lanetlemesiyle, Saadet Partisi’nin tertiplediği Cuma mitinglerinde tel’in’i arasında önemli bir fark bulunmaktadır.
Sol, bu “masum” mitinglerin, ülkede emek eksenli bir mücadelenin olanaklarının yükseldiği bir siyasal konjonktürde bu ekseni kaydırmak amacıyla tertiplendiği ya da İslamcı referanslara sahip bir siyasal öznenin işbirlikçiliğine karşı yine İslamcı bir muhalif hat oluşturma çabası olabileceği “ihtimalini” dikkate almak zorundadır. Bunun paranoya olduğunun öne sürülmesi halinde, ülkede çok yakın bir tarihsel dilim dâhilinde ne gibi araçların emek eksenli mücadeleyi bastırmak amacıyla işlevselleştirilebildiğini hatırlamak gerekmektedir.
Açık konuşmalı: Türkiye’nin siyasal zemini büyük bir hızla her gün sağa kaydırılıyor. Bu anlamda, örneğin CHP’nin çarşaf ya da kuran kursu “açılımları”nı ya da CHPli Kılıçdaroğlu’nun adil olduğunu anlatmak için Hz.Ömer’e atıfta bulunmasının nedenini burjuva siyasetinin omurgasızlığından çok Türkiye’deki siyasal söylemin, ideolojik eksenin ve daha geniş ölçekte toplum-devlet ilişkisinin referans noktalarının İslamcı ideolojinin belirlenimine terk edilmeye başlamasında aramanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.
Kitle/temsil sorunsalı
Siyasal İslam ekseninde yürütülen tartışmada dikkate alınması gereken bir diğer şey, Müslüman kitlelerle “şimdilik” bu kitleleri temsil ehliyetini ellerinde bulundurduğunu söyleyen özneler arasındaki farkla ilişkilidir. Bizim ve özel olarak benim siyasal İslamcılara karşı yaptığım eleştirilere dönük en şiddetli itiraz, bu mitinglere katılan kitlelerin samimiliğinden kaynaklı olarak bir tür “toptancılık” yapıldığına ilişkin olan itirazdı. Oysa siyasal bir hat önerirken ya da siyasal bir hatta karşı çıkarken, ilk elde muhatap alınması gerekenlerin o akımı “temsil eden” özneler olduğu aşikardır.
Bununla beraber, yazımda yer alan “peki, İslamcılara ne oluyor? Bugüne kadar AKP hükümetinin bütün taşeronlaştırma, özelleştirme, gericileştirme, kamusal alanın tasfiyesi, Alevilerin, Kürtlerin yok sayılması ve “büyük devlet olma”, “bölgede inisiyatif alma” politikalarına destek veren İslamcılar Gazze bombalandığında neden alanlara çıkıyor? Abdurrahman Dilipak “Allah’ın izniyle İsrail cezasını bulacak” diyor. Dilipak’a birinin bu işlerin Allah’ın izniyle değil İslamcı Türkiye hükümetinin, Mısır, Suriye hükümetlerinin izniyle olduğunu hatırlatması gerekiyor. Dilipak’a birinin katliamlarda, bombardımanlarda Allah’tan önce AKP’nin izninin olduğunu hatırlatması, emperyalist yağma, işgal ve tecavüzlerin ancak halkların izniyle durdurulabileceğini hatırlatması gerekiyor. İsrail’i protesto eden solcu gençleri linç etmeye kalkanlar neden şimdi Cuma çıkışlarında İsrail bayrakları yakıyor? Peki İslamcı yazarlara ne oluyor? Gazze ilk defa mı bombalanıyor? İsrail ilk defa mı katliam yapıyor? Daha birkaç hafta önce Türkiye’nin “Müslüman bir devlet sıfatıyla” bölgede kartların yeniden dağıtılmasında etkin bir rol üstlenmesi gerektiğini yazan İslamcı yazarlar neden bugün köşelerinde tekbir çekmeye başlıyor? Erbakan’dan bu yana İsrail’le akçeli ve alengirli ilişkiler içinde bulunan İslamcı hükümetlere karşı tek bir söz söylemeyen, Konya hava üssünden bir kez olsun bahsetmeyen, Gazze’deki ablukaya karşı suluzırtlak ağıtlardan başka bir tek satır yazı yazmayan İslamcı yazarlar neden son Gazze saldırılarında celalleniyor? Sorun İsrail’in “usturuplu zina” yapmak yerine doğrudan “tecavüz”e girişmesi mi? On yıllardır İsrail’e karşı onurlu intifadanın bileşenlerinden biri olan FHKC’yi yok sayanlar neden şimdi “direniş” çığlıkları atıyor?” sorularını bir de buradan okumak gerektiğini düşünüyorum.
Burada İsrail’in Gazze saldırılarına karşı bütün samimiyetiyle haykıran, içi yanan kitlelere dönük en ufak bir hakaret, bir hor görme ya da yok saymanın mevcut olduğunun söylenemeyeceğini iddia ediyorum. Sorunumuz temsil eden, örgütleyen ve seferber edenlerledir. Sorunumuz temsil etmek, örgütlemek ve seferber etmektir.
Laiklik sorunsalı
Bu tartışmada en netameli, en ele avuca gelmeyen kavram ise kuşkusuz “laiklik” olmaktadır. Laiklik, verili devletin kamusal alan/özel alan benzeri spekülatif ayrımlarla oldukça kirlettiği bir alan olması dolayısıyla, solun elinde bir bayrak olarak taşımasını güçleştirecek kadar ağırlaşmıştır. Ancak toplumsal hayatın dini olana göre kurgulanmaması anlamında laiklik, sol’un temel değerlerinden biridir. Dolayısıyla sol, siyasetini üretirken de iktidarını kurarken de halkın dini inançlarına küfretmez, dini inançlarını yaşamasının önündeki engelleri kaldırır, ancak toplumsal hayatın ve buradan hareketle devlet düzeninin, yargının, yasamanın ve genel olarak da bütün bir siyasal alanın meşruiyetinin dine dayandırılması da, sol açısından kabul edilebilir olmaktan uzaktır.
Sol, bütün inançların anayasal güvence altına alındığı ve meşruiyetini, aynı anlama gelmek üzere varlığını bu güvenceyle sü
rdürebildiği bir düzenden yana olmak anlamında “laik”tir. Yine sol, en geniş anlamıyla temel insan haklarının, barınmanın, emeğinin karşılığını almanın, onurlu bir yaşam sürmenin ve sömürü/tahakkümden muaf olmanın güvence altında olduğu bir düzenden yana olmak anlamında “yurttaşlığı” savunmaktan vazgeçemez.
Öte yandan “laiklik sorunsalı” siyasal İslam ve sol arasındaki en ciddi çatışma başlıklarından biri olmuştur ve bundan sonra da olacak gibi görünmektedir. Sol’un tahakkümden anladığı bireyin kendi verili değer yargıları, inanç dünyası ve dünya görüşü çerçevesinde bir hayatı yaşamasının engellenmesinden daha fazlasıdır ve bireyin bizzat bu değer yargılarını, inancını ve dünya görüşünü değiştirebilme hakkına ve buna uygun bir özgürlük alanına sahip olmasının engellenmesini de içermektedir.
Sol için inanç özgürlüğü, her bireyin doğduğu ve yaşadığı toplumsal alan dâhilinde inanç ya da inançsızlığından kaynaklanan herhangi bir baskı, tahakküm ve şiddete uğramasının önüne geçecek, her tür inancı ve inançsızlığı anayasal ve fiili güvence altına alacak bir toplumsal/siyasal sistemden bağımsız düşünülemez. Bu anlamda sol, siyasetini üretirken halkın inancını dikkate alır ancak halkın inancının üzerine bir siyasal hat inşa etmek başka bir şeydir. Sol, kitleleri harekete geçirebilmek adına bireylerin inançlarını istismar etmekten özenle kaçınır. Sol için kitlelerin harekete geçirilmesi, ilerici bir toplumsal kurtuluş projesi adına olduğu takdirde anlamlıdır.
Sonuç
Bugün Türkiye’deki siyasal/toplumsal tartışmalar dâhilinde, statükocu merkezin karşısına özgürlükçü çevreyi koyan kıymeti kendinden menkul “kuramların” tetiklediği bir tür kültürcü/özcü yaklaşım etkisini arttırmaktadır ve bu yaklaşım, emperyalist merkezlerle ve Türkiye’nin ordu gibi “merkezi” kurumlarıyla organik bir ilişki içinde bulunan siyasal İslamcı bir özne olan AKP’nin varlığını ve politikalarını meşrulaştırmak adına hayli işlevsel olabilmektedir.
Türkiye’deki siyasal İslamcı öznelerin ne kadar devletli olduğu ya da devletleştiği göz önüne alınmaksızın, soyut ve sınırları belirsiz bir sivil özgürlükler alanı tarifinden hareketle bu öznelere ilericilik atfetmenin en hafif tabirle dikkatsizlik olduğuna inanıyorum. Halk kesimlerini bulundukları toplumsal/sınıfsal konum yerine dini/inancına göre tarif etmenin de, mevcut siyasal zeminin dilini, kurgusunu, referans noktalarını ve müdahale kanallarını siyasal İslam’ın insafına terk etmek anlamına geldiğini düşünüyorum.
Nihayet, bir arada yürümek ya da ayrışmak sorumluluk ister. Mevcut siyasal zemin bizi hiç olmadığı kadar bu sorumluluğu almaya davet ediyor. Bugün bu kritik siyasal zemine dönük yapılacak tartışmaların yarın birbirimizi en azından anlamak konusunda elimizi rahatlatacağına olan inancım beni bu yazıyı kaleme almaya zorladı. Referans noktalarımızın, dünya tahayyüllerimizin ve mücadele eksenlerimizin belirginleşmesi, ortak bir dil kurulabildiği ve birbirimizi en azından anlamamıza olanak verdiği ölçüde hayati önemdedir.