İsrail bir kez daha Gazze’yi bombaladı. Mısır ve Türkiye’nin aktif katkılarıyla bir yıldan uzun süredir tecrit edilmiş halde bulunan ve yaşanan insani kalleşliğin gözümüze gözümüze sokulduğu bir dönemin ardından Gazze’de sivil yerleşimler başta olmak üzere toplumsal bir hayat örgütlemek açısından zorunlu olan okul, karakol, hastane ve resmi daireler yerle bir edildi. Tarihsel bağlam Öncelikle 2008’in […]
İsrail bir kez daha Gazze’yi bombaladı. Mısır ve Türkiye’nin aktif katkılarıyla bir yıldan uzun süredir tecrit edilmiş halde bulunan ve yaşanan insani kalleşliğin gözümüze gözümüze sokulduğu bir dönemin ardından Gazze’de sivil yerleşimler başta olmak üzere toplumsal bir hayat örgütlemek açısından zorunlu olan okul, karakol, hastane ve resmi daireler yerle bir edildi.
Tarihsel bağlam
Öncelikle 2008’in son çeyreği itibariyle emperyalist kapitalizmin ABD, İngiltere ve İsrail’in doğrudan, AB ve işbirlikçi devletlerin dolaylı müdahaleleriyle şekillendirmeye çalıştığı “Büyük (ya da Genişletilmiş) Ortadoğu Projesi”, fiilen ıskartaya çıkmış durumda. Lübnan’da Hizbullah’ı devre dışı bırakamayan ve dolayısıyla İran’a saldırmak için gereken stratejik konumu elde edemeyen ABD, “şimdilik” attığı iki adımdan birini geri aldı ve bütün bölge devletleriyle doğrudan ya da dolaylı biçimde müzakere masasına oturmaya başladı. Enerjide kendine yeterliliğin bir devleti ne kadar güçlü kılabileceğini Venezüella örneğinde tecrübe eden ABD, Kuzey Kore ve İran’ın nükleer enerjiyi kullanarak kendine yeterliliği sağlamasının önüne geçme hedefinde de duvara toslamış durumda. Türkiye, mevcut durumda eldeki kazanımları sağlama alabilmek amacıyla hızlı bir atağa kalkan ABD’nin yardımına işte burada koşuyor. Peki ne oldu da bölgedeki en edilgen dış politikaya sahip Türkiye devleti bir anda “bölge devi” oluverdi?
Hatırlayalım… Ulusal bir mutabakatla heyecanla beklenilen 5 Kasım 2007 tarihli Erdoğan-Bush görüşmesi, Aralık ayında ilk meyvelerini de vermeye başlamıştı. “Demokrasi ve terörle mücadele” ikilisinin vurgulandığı toplantı sonrasında AKP hükümeti önce bir “dağdan indiricez” yumurtlamış, sonra “dağa çıkartmıycaz” demiş, en sonunda da “dağı bombalamıştı”. Aynı ay içinde sivillerini giyen Pervez Müşerref ziyaret edilmiş, İsrail devlet başkanı Şimon Perez ve El Fetih lideri Mahmud Abbas TBMM’de konuştu(rulmuş), Annapolis’e gidilmiş ve Suriye’ye destek verilmiş, İsrail’e hayalet uçak siparişleri verilmiş, İran’la terörle mücadelede yan yana savaş fotoğrafları çektirilmişti.
Velhasıl Türkiye 5 Kasım’dan sonra birdenbire bölgenin en önemli aktörü ve Erdoğan’ın söylemiyle “daha etkin role sahip bir küresel güç” oluverdi. Erdoğan “İslam ile demokrasiyi bütünleştirme”yi de ihmal etmedi tabii. Bütün bunlar ışığında 24 Ekim 2007’de sendika.org’da yayınlanan, “gölge CIA” olarak adlandırılan Stratfor isimli özel istihbarat kurumunun kurucusu George Friedman’ın kaleme aldığı yazıda “Bölgenin geleceği dikkate alındığında, kendi tutarlı varlığını ifade etme konumunda olan tek ülkenin Türkiye olduğu söylenebilir. En yakın rakibi İran, ne Türkiye ile rekabet içinde ne de nükleer güce sahip olsun ya da olmasın onunla eşit bir güce sahip. Türkiye, bu durum bölgedeki diğer ulusları her zaman mutlu etmemiş olmakla birlikte, tarihsel olarak bölgenin hakimi durumundaydı. Tarihsel rolü, bölgesel kaostan geriye kalan parçaları tek tek toparlamak biçimine büründü. Bizce, şimdi bu yönde harekete geçmiş durumda” sözlerine yer vermesini bir kehanetten daha fazlası saymamız gerekiyor.
Kısacası Türkiye Cumhuriyeti, bölgede hava sahasını İsrail savaş uçaklarına kullandırmak ve emperyalist planlar doğrultusunda inisiyatif almakla birlikte İran’ı yalnızlaştırma manevralarının ve hatta muhtemel işgal planlarının taşeronluğunu da yapmaya başlamıştı. Sonuçta Ortadoğu’da “sürdürülebilir istikrarsızlık” hedefi güden ABD ve bölgedeki taşeronu İsrail’in, “Taliban’sız Afganistan-Baas’sız Irak-Hamas’sız Filistin-Hizbullah’sız Lübnan-İran’sız Ortadoğu” beşi bir yerde projesinin temel aktörlerinden birini Türkiye olarak belirlediği ortaya çıkıyordu.
Türkiye’nin hizmetleri bununla bitmedi. 2001 yılından bu yana 15 kez gerçekleştirilen ve Konya Hava üssü’nün kullanıldığı Türkiye-İsrail-ABD ortak hava tatbikatları, emperyalizmin bölgeye dönük tecavüzlerinin planlandığı kilit askeri toplantılar haline geldi. Tatbikatların sonuncusu ise yine Konya Hava Üssü’nde 9 Eylül 2008 tarihinde yine İsrail’in “aktif katılımıyla” gerçekleşti. Hatırlanacağı üzere 3 Eylül 2007’de başlayan 14. tatbikatın gecesinde İsrail uçakları Suriye’ye ufak çaplı bir bombardıman düzenlemiş, İsrail uçaklarının Konya Hava Üssü’nden havalandıkları görgü tanıklarınca teyit edilmişti. Konuya ilişkin bir açıklama yapmayı reddeden Türkiye, İsrail uçaklarının Suriye hava sahasına girmesinin ardından, Hatay’ın Hassa ve Gaziantep’in Oğuzeli ilçelerinde bulunan yakıt tanklarının bulunması ve tankların İsrail’e ait F15 savaş uçakları tarafından daha hızlı manevra yapabilmek üzere safra olarak atıldığının tespit edilmesi üzerine bu kez İsrail’in Türkiye Büyükelçisini Dışişleri Bakanlığı’na çağırarak topraklarımızda bulunan yakıt depolarıyla ilgili diplomatik izahat istemişti. Dışişleri makamlarının kendi istihbarat verileri yerine İsrail’in kendisine Türkiye’nin hava sahasını ihlal edip etmediğini sorması gibi bir trajikomedi yaşanmış, Genelkurmay Başkanlığı ise tamamen sessiz kalmıştı.
2002 yılında iktidara geldikten hemen sonra İsrail’le daha önceki hükümet döneminde yapılan 700 milyon dolarlık tank modernizasyonu ihalesine yeşil ışık yakan AKP iktidarı, İsrail’den silah alımı konusunda yıllık ortalama 400 milyon dolarlık toplamla önceki hükümetleri de geride bıraktı. Bu projeler arasında en önemlisi ise 2004 yılında alımı yapılan Heron’lar yani “casus uçaklar”dı. Sadece Heron alımında AKP 183 milyon doları İsrail’e akıttı.
15 Temmuz 2004’te Türkiye ile İsrail arasında Ehud Olmert’le Ankara’da, tarımdan tohumculuğa, hayvancılıktan sulamaya, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden danışmanlığa kadar, oldukça geniş bir alanda işbirliği ve ticaret geliştirilmesi anlaşmaları imzaladı. Türkiye 2007 yılında Kudüs’te İsrail ile başlayan ekonomik ilişkilerin geliştirilmesini karara bağladı. Ehud Barak, aynı dönemde, anlaşmaların “teröre karşı ortak mücadele” noktasına kadar ulaştığını belirtiyordu. İsrail’in “terörist örgütler listesi”nde Hamas, Hizbullah ve FHKC gibi örgütler varken, AKP hükümeti kamuoyuna konuyu “PKK ile mücadele” şeklinde sundu, anlaşmanın Türkiye’ye getirdiği yükümlülükler gizli tutuldu.
13 Kasım 2007’de İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Cumhurbaşkanı Gül’ün “davetlisi” sıfatıyla Türkiye’ye geldi ve TBMM kürsüsünde konuşma yaptı. Peres’in konuşması AKP’ye göre “barış için bir katkı” anlamına gelecekti, ancak İsrail Cumhurbaşkanı, barış mesajı vermek yerine İran’ı suçladı. Dahası, Peres’in Filistin halkı tarafından seçilen Hamas’ı yok sayarak El Fetih lideri Mahmud Abbas ile görüşmesini de AKP sağlamış oldu. Çünkü, aynı kürsüde Peres’ten sonra Abbas konuşmuştu.
İsrail’in Gazze ambargosu başladığında Erdoğan yine uyarıda bulunmuş, ancak İsrail uyarıya sert yanıt vermiş, Türkiye’nin Telaviv Büyükelçisi Nâmık Tan’ı Dışişleri’ne çağırarak Ankara’ya resmen “protesto”sunu iletmişti. Hatta süregelen zulme dikkat çeken Erdoğan’ı “büyük bir sorumsuzlukla teröristleri desteklemek”le suçlamıştı. Bunun “dostane ilişkileri baltaladığı ve büyük hayal kırıklığı meydana getirdiği” bildirilerek, “açıklama” istenmişti. Türkiye, İsrail’in bu tavrı karşısında, çark ederek sessizliğe gömülmüştü.
Türkiye’nin İsrail’i sevindiren bir icraatı da Lübnan’a asker göndermek oldu. İsrail ordusunun bozguna
uğraması üzerine, yine İsrail’in çağrısıyla, BM Güvenlik Konseyi Lübnan’a asker gönderilmesi için harekete geçti. Türkiye de 261 kişilik Türk İstihkam İnşaat Bölüğü’nü İsrail’den esirgemedi. İsrail Başbakanı Ehud Olmert, gelişmeyi sevinçle karşıladı. “Türkiye’nin Ortadoğu’da örnek ülke” olduğundan bahsetti. AKP hükümeti tüm bunlara rağmen asker göndermeyi “arabuluculuk” misyonu olarak gösterdi. İsrail’i yenen Hizbullah, “barış gücü” askerlerine sıcak bakmıyordu, çünkü bu birliklerin ilk görevi Lübnan hükümeti dışındaki birlikleri, yani Hizbullah’ı silahsızlandırmaktı. 3 Ağustos 2008’de Lübnan’da kalacak birliklerin görev süresi bir yıl uzatıldı.
Bu antlaşmalar yapılmadan daha iki ay önce İsrail Gazze’yi yine bombaladı ve içinde 6 aylık bir bebeğin de bulunduğu kırktan fazla sivili acımasızca katletti. Katliamdan hemen sonra İsrail Savunma Bakan Vekili Matan Vilnai işgal altında bulunan Gazze Şeridi’ndeki Filistinlileri “soykırım”la tehdit etti. İsrail ordu radyosuna konuşan Vilnai, “Kassam roket saldırıları şiddetini arttırdıkça ve roketler daha uzun alana ulaştıkça, Filistinliler kendilerini daha büyük bir shoah‘a (soykırım’ın İbranicesi-y.n.) hazırlasınlar çünkü kendimiz savunmak için bütün gücümüzü kullanacağız” dedi.
Bütün bu dönem dâhilinde İsrail uçaklarının kendi hava sahalarının manevra yapmaya yetmemesi nedeniyle Türkiye hava sahasını ve bombardımanlarda yakıt ve füze ikmali yapmak üzere de Konya Hava Üssü’nü kullandıklarını da eklemek gerek. Çok uzatmaya gerek yok. Türkiye İsrail ile “gayet stratejik” bir ortaklığı uzun zamandır sürdürüyor ve son Gazze saldırısı dâhil olmak üzere İsrail hava kuvvetlerinin bölgedeki bütün bombardımanlarda suç ortağı olduğu da aşikâr.
Başbakan Erdoğan İsrail’i kınadı!
Son olarak Gazze’ye İsrail tarafından düzenlenen hava saldırıları yüzlerce Filistinli sivili katletti ve binden fazla da yaralı olduğu tahmin ediliyor. İsrail Gazze’nin bütün hayat damarlarını fiilen kesen insanlık dışı ablukasıyla birlikte şimdi de Gazze’de ayakta kalan ve toplumsal bir yaşamı devam ettirme yönünde mecburi sayılabilecek bütün kurumları yerle bir ediyor. Peki, bütün bunlar düşünüldüğünde İsrail’in muhtemel saldırılarından Başbakan Erdoğan’ın haberdar olmaması gibi bir ihtimal mümkün görünüyor mu? Erdoğan haberdar olmadığını iddia ediyor. Erdoğan gazetecilerin ısrarlı soruların karşılık Gazze saldırılarına ilişkin olarak “şu an İsrail’le herhangi bir diplomatik teması gereksiz gördüğünü” söylüyor. Ama yüksek telden posta koymayı da ihmal etmiyor: “Barış için bu kadar çaba sarf ettiğimiz bu dönemde, İsrail’in böyle bir yola tevessül etmesini, her şeyden önce barışa, barış teşebbüslerine indirilmiş bir darbe olarak görüyorum. Süratle bu yaklaşımın durdurulmasını, bundan vazgeçilmesini özellikle vurguluyorum”.
Saldırılardan hemen önce İsrail Başbakanı Ehud Olmert’i Suriye ile görüşmelerle ilgili olarak aramayı planladığını söyleyen Erdoğan, “ancak saldırı sonrası bundan vazgeçtim” diyor. Erdoğan, “Çünkü, bu bize karşı da yapılmış saygısızlıktır. Biz, şu veya bu ülke değiliz. Her şeyden önce demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz. Barışı yaygınlaştırmak, onu egemen kılmak için gayret eden bir ülkeyiz. Biz, bu tür girişimler içinde bulunurken, öbür tarafta Filistin’de, zaten adeta bir açık hava hapishanesi içinde bulunan Gazze’deki insanlara karşı yapılan bu hareket, barışa indirilmiş bir darbedir” diyor. Yerseniz!
Burjuva medya Türkiye dış politikasının kilit adamlarından ve devletin her türlü gizli arşivine girip çıkma karinesi bulunan Ahmet Davutoğlu’nun “ne kadar üzgün olduğunun” kameralara yansıdığını, Erdoğan’ın “adeta ihanete uğramış” bir ruh halinde bulunduğunu vaaz ediyor. Aynı Davutoğlu Türkiye’nin ABD ve İsrail’in bölgedeki işgal ve istikrarsızlaştırma planlarının taşeronu olmasını “Türkiye’nin bölgede inisiyatif almaya başlayan büyük bir devlet olduğunu” söyleyerek emperyalist projeleri meşrulaştırmasıyla tanınıyordu.
Oysa Türkiye dışişleri bakanı Babacan yanına Mısır dışişleri bakanını alarak basın toplantısı yapıyor. Mısır dışişleri bakanının 25 Aralık’ta İsrailli meslektaşı Tzipi Livni’yle ele göz göze kahkahalar atarak poz verdiğini bilmiyor mu? Biliyor, ama ikisi de İsrail’i kınıyor. Yerseniz!
“Allah’ın değil Türkiye’nin izniyle…”
Peki, İslamcılara ne oluyor? Bugüne kadar AKP hükümetinin bütün taşeronlaştırma, özelleştirme, gericileştirme, kamusal alanın tasfiyesi, Alevilerin, Kürtlerin yok sayılması ve “büyük devlet olma”, “bölgede inisiyatif alma” politikalarına destek veren İslamcılar Gazze bombalandığında neden alanlara çıkıyor? Abdurrahman Dilipak “Allah’ın izniyle İsrail cezasını bulacak” diyor. Dilipak’a birinin bu işlerin Allah’ın izniyle değil İslamcı Türkiye, Mısır, Suriye hükümetlerinin izniyle olduğunu hatırlatması gerekiyor. Dilipak’a birinin katliamlarda, bombardımanlarda Allah’tan önce AKP’nin izninin olduğunu hatırlatması, emperyalist yağma, işgal ve tecavüzlerin ancak halkların izniyle durdurulabileceğini hatırlatması gerekiyor. İsrail’i protesto eden solcu gençleri linç etmeye kalkanlar neden şimdi Cuma çıkışlarında İsrail bayrakları yakıyor?
Peki İslamcı yazarlara ne oluyor? Gazze ilk defa mı bombalanıyor? İsrail ilk defa mı katliam yapıyor? Daha birkaç hafta önce Türkiye’nin “Müslüman bir devlet sıfatıyla” bölgede kartların yeniden dağıtılmasında etkin bir rol üstlenmesi gerektiğini yazan İslamcı yazarlar neden bugün köşelerinde tekbir çekmeye başlıyor? Erbakan’dan bu yana İsrail’le akçeli ve alengirli ilişkiler içinde bulunan İslamcı hükümetlere karşı tek bir söz söylemeyen, Konya hava üssünden bir kez olsun bahsetmeyen, Gazze’deki ablukaya karşı suluzırtlak ağıtlardan başka bir tek satır yazı yazmayan İslamcı yazarlar neden son Gazze saldırılarında celalleniyor? Sonu İsrail’in “usturuplu zina” yapmak yerine doğrudan “tecavüz”e girişmesi mi? On yıllardır İsrail’e karşı onurlu intifadanın başını çeken FHKC’yi yok sayanlar neden şimdi “direniş” çığlıkları atıyor?
Kısa keselim. O kadar “anti-emperyalist”seniz gidin Konya Hava üssü’nü işgal edin. O kadar “direniş”çiyseniz gidin, bırakın daha önce ve dahi Erbakan dönemindeki gizli antlaşmaları, AKP hükümeti döneminde yapılan İsrail ve ABD’yle olan ikili antlaşmaların yırtıp atılması ve İsrail’le bütün diplomatik ilişkilerin kesilmesi için bir satır yazı yazın. On yıllardır Filistin direnişine destek veren, gidip onlarla omuz omuza savaşan pırıl pırıl gençleri Ergenekoncu ilan ederken, sokaklarda linç ederken, Altıncı Filo’yu denize döken solcu öğrencilere tekbir getirerek satırlarla saldırırken ve mevzubahis dış politika olduğunda devlet ağzıyla konuşurken bugün “direnişçi” olmak neden?
Biz işimize bakalım. Filistin zayıf halkadır. Emperyalizmin tecavüzünün en çıplak olduğu ve işbirlikçi İslamcı hükümetlerin ne kadar alengirli ilişkiler içinde olduğunun en çok billurlaştığı “mevzu”dur. Yeni dönemde İsrail’in saldırıları ve işgali daha da pervasızlaşacak. Emperyalist tahakküme karşı samimi bir direniş hattı örebilecek tek özne ise yine “sol”dur. Sokakları İslamcı hükümet icazetli İslamcılara bırakmamak kadar militan ve geniş bir direniş cephesi örmek, İslamcı hükümetlerin sadece dış politikadaki kaypaklıklarını ve ikiyüzlülüklerini değil “içerideki” yoksullaştırıcı ve faşist siyasetlerini teşhi
r etmek açısından da elzemdir. Sinirden titreyerek kaleme alınan bu yazıda, “yer miyiz?” sorusuna verilecek olan cevap ise “yemeyiz”dir.
29 Aralık 2008