Piyasa Mitolojisi ve Kapitalist Gerçeklik Kapitalizm ve piyasa ekonomisi, egemen politik çizgidekilerin ya da iktisatçıların inanmak istedikleri gibi eşanlamlı kavramlar değildir. Kapitalizmin bir sistem olarak kendine özgü karakteristiği üretim araçlarının özel mülkiyetine yaslanıyor oluşudur. Bu; tanım olarak mülkiyetin ayrıcalıklı bir azınlığa ait olması demektir. Bu özel mülkiyet biçimi (toprak sahipliğinden farklı olarak) on sekizinci yüzyılın […]
Piyasa Mitolojisi ve Kapitalist Gerçeklik
Kapitalizm ve piyasa ekonomisi, egemen politik çizgidekilerin ya da iktisatçıların inanmak istedikleri gibi eşanlamlı kavramlar değildir. Kapitalizmin bir sistem olarak kendine özgü karakteristiği üretim araçlarının özel mülkiyetine yaslanıyor oluşudur. Bu; tanım olarak mülkiyetin ayrıcalıklı bir azınlığa ait olması demektir. Bu özel mülkiyet biçimi (toprak sahipliğinden farklı olarak) on sekizinci yüzyılın sonundaki ilk sanayi devriminden günümüze gelene dek modern üretim teknolojileriyle ilişkili önemli aygıtlar üzerinde ayrıcalıklı haklara sahip olma şekline dönüşmüştür. Böylelikle mülksüzlerin büyük çoğunluğu emek güçlerini satmak zorunda kalmıştır: sermaye emeği istihdam eder, emeğin üretim araçları üzerinde söz hakkı yoktur. Burjuvazi/proletarya ayrımı kapitalizmi biçimlendirir; piyasa ise yalnızca sermayenin toplumsal iktisadının yönetilme şeklidir.
Bu tanım kapitalizmin özgüllüğünü “piyasa dahilinde” değil; “piyasanın ötesinde” özel mülkiyetin temsil ettiği “tekel” içine yerleştirir. Marx’a, ondan sonra gelen Braudel’e ve bir nebze de Keynes’e göre bu açık bir basmakalıp olgudur. Ne var ki; bugün, egemen ideoloji “piyasa”nın soyut anlamını ideolojik kaygılarla değiştirerek bu önemli olguyu görmezden gelmeye yeltenir.
Burjuvazi kapitalizmin gelişim sürecinde kendi kendine evrilmiştir. Hatta bu sınıf modern tarihin tüm evrelerinde kendisinin yeniden üretimini ve gelişimini sağlayan egemen iktisadi, toplumsal ve politik iktidar biçimlerini kolektif olarak kullanmış olsa da daima kendi içinde sarsılmaz bir hiyerarşiyi barındırmıştır. Bu sınıf içinde daima iktisadi sistemin egemen zirvesini yöneten bir takım hizipler olmuştur. Bu hizipler kimi zaman sınıfın tamamının üzerinde hegemonik bir iktidara sahip olabilmiş ve bazı durumlarda emeğin sömürülmesi aracılığıyla kolektif artı değere kalıcı bir “tekel rantı” olarak el koymuştur. Görünüşte bu rant piyasa mekanizmaları tarafından üretilmiştir. Ancak bu yalnız görünüştedir ve kaynaklardan rant elde edilmesini sağlayan asıl araç toplumsal ve politik tekelin kendisidir.
Belli koşullar altında; bu tekelin gücü mülkiyet sahibi “orta” (ve hatta alt) katmanın politik müdahalesiyle azaltılır. Bunun sonucunda halk sınıflarının meydan okumasını püskürtme ihtiyacına bağlı olarak daha kapsamlı bir burjuvazi işbirliği meydana gelir. Hatta bazı süreçlerde sistemin istikrarı için daha kapsamlı bir işbirliği arayışı geçici bir düzlemde işçilerin daha az zararına olacak biçimde bir “sermaye/emek toplumsal sözleşmesi”nin yolunu açar. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından oluşan refah devleti kapitalizmi bunun örneklerinden biridir. Bu nedenle gerçekten mevcut olan kapitalizmin somut tarihindeki her bir evreye ait olan özgül koşullar dahilindeki toplumsal ve politik çelişkileri belirlemek önemlidir. Belli bir evreye özgü karakteristikler hem üretim sisteminin içsel dönüşümünün (teknolojiler, sermayenin merkezsizleşmesinin seviyesi gibi) hem de ele alınan döneme özgü toplumsal ve politik güçlerin dengesinin karmaşık ürünleridir.
Sermayenin egemen katmanı “oligopol-finans sermayesi” olarak nitelendirilmelidir. Bunun nedeni kapitalistlerin sistemin finansal sektöründe (bankalar ve diğerleri) bulunmaları değil; ekonominin farklı sektörlerindeki (endüstriyel üretim, ticarileştirme, finansal hizmetler, ar-ge) etkinliklerinin gelişimi için gereken sermayeye ayrıcalıklı bir erişim hakkına sahip olmalarıdır. Bu ayrıcalıklı erişim hakkı onlara kendi menfaatlerine göre şekillendirdikleri piyasalara müdahale etmek konusunda özel ve etkili bir otorite sağlar. İçinde bulunduğumuz dönemde finansal piyasaya (özellikle faiz oranlarına) ve küresel ekonomiye (özellikle döviz kurlarına) hükmeden burjuvazinin işte bu oligopolist grubudur. Bu grup ekonominin belli başlı sektörlerindeki önemli yatırımların kararlarını verir: yabancı yatırımlar, temel mallarda uluslararası ticaret, yüksek teknolojili araştırma, holding birleşmeleri.
Oligopol finans sermayesinin gücü öyle fazladır ki sermayenin kolektif temsilcisi ve hegemonik toplumsal bloğun yöneticisi olan devletle rekabete girer ve ona kendi çıkarlarını dayatır. Sermayenin değerlenmesini ve birikmesini garanti eden işte devletin yönetimi altındaki bu toplumsal hegemonik bloktur. Bu blok kimi koşullar altında sermaye/emek sözleşmesinin şartlarını belirleyecek kadar da ileri gitmiştir.
Bazen devlet yüksek finans kesiminin güçlerini sınırlamak amacıyla müdahale eder. Kendisine finansal piyasaların düzenleyicisi olma görevini biçer. Böylece merkez bankası faiz oranlarını belirlemek, döviz kurlarının üzerindeki etkisi aracılığıyla dış ilişkileri denetlemek üzere mutlak otoritesini kullanır. Devlet kimi zaman büyük yatırımlarla ilgili araştırma ve kararlara dair vasiliğini kullanarak daha da ileri gider. Bu pratikler kamusal harcama ve borçlanma ile para politikalarının düzenlenmesinin de ötesine geçer. Keynes; olgunluk döneminde bu tür pratiklerin desteklenmesi için uğraşmıştır.
Ancak bugünün neoliberalizmi gibi farklı koşullar altında yüksek finans kesimi devleti evcilleştirmeyi ve onu kendi emrine amade bir konuma sokmayı başarır. Sınırsız özelleştirme, piyasa “serbestîsi” (devletin düzenleyici müdahalelerden elini çekmesi ve piyasaların denetiminin yüksek finans kesimine bırakılması) ve devletin aradan çekilmesi gibi konular etkili bir doktrinsel ve ideolojik demet halinde ortaya sürülür.
İşte bu türden bir çağda yaşamaktayız. Geçirilen bu evrimin sebebi; üretim sisteminde sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi ile mevcut teknolojik devrimlerle ilişkili olarak yaşanan nesnel dönüşümlerde aranmamalıdır. Bu dönüşümler kuşkusuz gerçektir ve yüksek finans kesiminin emir komuta otoritesini uygulama biçiminde kendilerini gösterirler. Ancak asıl politik ve toplumsal sebepler güçler dengesinin devletin doğrudan denetiminin yüksek finans kesiminin eline verilmesini sağlayacak biçimde dönüştürülmesi sürecinde aranmalıdır. Bu noktada İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasındaki iktisadi ve toplumsal yeniden üretimin düzenlenmesi biçimlerinde yaşanan erozyona ve tükenmişliğe odaklanmalıyız. Bu biçimler -gelişmiş Batıdaki refah devleti, Doğu Bloğundaki reel sosyalizm, üçüncü dünyadaki ulusal popülizmler- bahsedilen her üç jeopolitik gruba belli toplumsal ve uluslararası ilişkiler dayatmıştır. Tarihin bu kısmı geride kalmıştır. Savaş sonrası sistemlerin tükenmişliği -ve hatta çöküşü- güçler dengesini sermayenin avantajına olacak biçimde değiştirmiş ve yüksek finans kesimi komuta kademelerini ele geçirecek güce sahip olmuştur.
Malileştirme ve İktidar
“Sistemin malileştirilmesi” kavramı oligopol finans sermayesinin çıkarları doğrultusunda yönetilen yeni iktisadi politikayı ifade eder.
Bu stratejinin -bu yüksel finans kesiminin “nesnel bir gereksinimi” değil bir stratejisidir- en iyi analizi François Morin tarafından yapılmıştır (Le nouveau mur de l’argent “Paranın Yeni Duvarı”, Seuil, 2006). Bu analizin önemli noktalarını belirlemeye çalışacağım.
Önde gelen yaklaşık on uluslararası bankadan (yirmi kadar daha dar kapsamlı banka da bunlara ilave edilebilir), bu bankaların şubeleri ve üyeleri tarafından yönetilen bir kurumsal yatırımcılar ağından (emeklilik fonları ve kolektif yatırım fonları da dahildir) ve yine egemen bankalarla ilişkili sigorta şirketleri ve büyük şirket gruplarından oluşan devasa bir oligopolün varlığından söz edilebilir. Bu finansal oligopol e
n büyük elli ya da yüz finans, sanayi, tarım, ticaret ve ulaştırma gruplarının da aktif yöneticisidir.
Oligopol “rekabet” yasalarıyla değil, kendi içinde kâh konsensüsle kâh vahşi bir rekabet anlayışıyla yönetilerek istikrarsız olan bir çeşit rekabetçi ve oligopolist sözleşmeler karışımıyla -genellikle konsensüs olarak adlandırılır- yönetilir. Her ne kadar oligopolü oluşturan birimlerin her biri dünya ekonomisinin uluslararası zemininde hareket etse de, en tepelerindeki yönetimleri belli bir devletin burjuvazisi olarak ulusallıklarını koruduklarından devletler arasında bir çeşit çelişkiye yol açarlar.
Bunun temsil ettiği tekelvari güç; faiz oranlarını kendilerine göre belirleme yetkisine sahip ekonomi bakanlıklarını ve merkez bankalarını yetkilerinden arındırarak, Üçlü Grubun (ABD, Avrupa ve Japonya) yüksek finans kesiminin, küreselleşmiş finans piyasasının denetimini elinde tutmasını sağlar. Kapitalizmin bir önceki evresinde (savaş sonrası dönem) devletler merkez bankaları aracılığıyla faiz oranlarını gerçek anlamıyla negatifte (enflasyon oranının altında) tutma hedefini gerçekleştirdiler. Finansal borçlanma yapılarından geniş oranda arındırılmış yatırım kararları farklı biçimde ve başka yollarla verilmiştir: bir şirketin oto finansman yoluyla etkinliklerinin ve üretiminin hacmini genişletmesi, (özellikle kamu) banka kredilerine erişim, devlet desteği. Günümüzde, bu araçların sermayenin “optimal tahsisatı”nı sağlamadığı söylenmektedir. İktisat çevrelerinin söylemekten özellikle imtina ettikleri şey onun yerini alan sistemin -piyasaların yüksek finans kesimleri tarafından denetlenmesi- bu kusursuz optimal tahsisatı garanti etmiyor oluşudur. Her durumda bu; malların soyut bir “piyasaya” ait olduğunu iddia eden bir doktrinden kaynaklanan yanlış bir algıdır. Bu soyut piyasa genellemeli teori hali hazırda mevcut olan kapitalizmin yerine geçirilmiş hayali bir kapitalizme aittir.
Egemen yüksek finans kesimi bunun ardından faiz oranlarını yüksek bir pozitif seviyede tutma hedefine yönelmiştir. Amaç; bu oligopol tarafından finansal piyasanın denetlenmesi yoluyla, yüksek finans kesiminin çıkarına olacak biçimde üretim fazlası üzerinde kayda değer bir ağırlığa sahip olmaktır. Ancak bu ağırlık geleneksel iktisadın öngördüğünün aksine sermayenin optimal tahsisatını garanti edemez. Hatta azami iktisadi büyümeyi değil bunun tam tersini garantileyebilir. Bu üretim ekonomisini göreli bir cansızlığa sürükleyecek temel kaynaklardan biridir. Bugünkü büyüme oranlarının refah devleti dönemindeki büyüme oranlarının yarısına bile zorla ulaşabildiğini biliyoruz.
Yüksek finans kesiminin tutkuları ulusal piyasaların denetimiyle sınırlı değildir; ayrıca tahakkümünü küresel bir düzleme de yaymak ister. “Küreselleşme” bu amaca ulaşmak için uygulamaya sokulmuş bir fetih stratejisinden başka bir şey değildir. Üçlü Grubun finansal piyasalarının; finansal akışların denetimsizleştirilmesi ve dalgalı döviz kuru ilkesine bağlılık yoluyla içiçe geçirilmesi süreci; yüksek finans oligopolünün ortak çalışması sonucu verilen kararların ürünüdür.
Bundan farklı olarak; bu yüksek finans kesiminin dayatmaları istekli ya da isteksiz olan Güney ülkelerine Üçlü Grubun emperyal aygıtları olan DTÖ ve IMF aracılığıyla kabul ettirilmektedir. Fetih araçları şunlardır: borç, Kuzey’in piyasalarını Güney’in mallarına açma vaadi (nadiren gerçekleşen vaat), ulusal sermaye çevrelerini yüksek finans kesimlerine açmak ve yapay dalgalı döviz piyasalarına bağlılık. Bu yapay dalgalı döviz piyasalarına yüksek finans kesiminin müdahaleleri sonucu Güney’deki ulus devletlerin kaynakları erimiş ve çevre ülkelerdeki üretim üzerinde ağırlıklarını artıran çokuluslu finans döviz kurlarını belirleyebilmeye başlamıştır.
François Morin’den alacağımız bir kaç sayısal gösterge Üçlü Grubun yeni finansal plütokrasisinin dünya ekonomisi üzerindeki tahakkümü hakkında bir fikir edinmemizi sağlayacaktır:
Tablo 1. Bireşimli tablo (miktarlar trilyon dolardır, 2002)
Mal ve hizmet işlemleri (dünya gsh’si) 32,3
Döviz işlemleri 384,4
Uluslararası ticaret döviz işlemleri 8,0
İkincil finansal araç işlemleri 699,0
Yukarıdaki sayılar kuşkusuz tam anlamıyla kıyaslanabilir değildir. (Dünya gsh’sinin dünyadaki finansal işlemlerden ayrı verilmesinin nedeni budur.) Döviz işlemleri (yalnızca uluslararası ticaretle ilişkili olan küçük bir kısmı) ve ikincil finansal araçlar itibari olarak verilmiştir. Bunların dünya gsh’si ile açık bir ilişkisi yoktur. Ancak dünya gsh’si ile ilişkili işlemlerin dünyadaki finansal işlemlerin gölgesinde kaldığı açıkça görülmektedir.
Mal ve hizmet işlemleri 2002 yılının parasal ve finansal işlemlerinin yüzde üçünü oluşturmaktadır. Uluslararası ticaretle ilişkili işlemler döviz işlemlerinin ancak yüzde ikisine ulaşabilmektedir. Piyasalardan bono ve hisse alım satımı (sermaye piyasalarının kusursuzluğunu ispatlayan işlemler) parasal işlemlerin yalnızca yüzde 3,4’üne tekabül etmektedir! Döviz kuru riskine karşı koruma altına alınmış olan ürünlerle -operatörlerin risklerini azaltmak amacıyla- ilişkili işlemler “tam anlamıyla patlamıştır”. Morin -haklı olarak- dikkatimizi bu yöne çekmektedir.
Olası Finansal Yıkım
Dünya ekonomisinin bir önceki bölümde (Morin’den alıntı yapılarak) tasvir edildiği gibi “malileştirilmesi”; ne kaynakların daha iyi tahsisini garanti eden ne de büyümeyi teşvik eden bir araçtır. Ancak en azından finansal yıkım riskini azaltma avantajını sağlamakta mıdır?
Morin bu beklentinin tam bir yanılsama olduğunu ortaya koyar. Kuşkusuz yüksek finans kesimi finansal piyasalardaki operatörlerin kendilerini bahsedilen risklerden korumalarını sağlayacak araçlar geliştirmişlerdir. Yalnızca bu operatörler tarafından bilinen sayısız karmaşık tekniğin dayalı olduğu “ikincil finansal araçlar”ın keşfi bu ihtiyacı kısmen gidermektedir. Bu keşif sayesinde finansal akışkanlık yukarıda belirtilen boyutlara ulaşmıştır. 2002’de kur riskine karşı korunma işlemlerinin üretim ve uluslararası ticarete oranı yirmi sekize birdir -bu oran son yirmi yıldır düzenli olarak artmaktadır ve kapitalizmin tüm tarihi boyunca görülmemiş rakamlara ulaşmıştır. Ancak bireysel sermayeler için riskin azaltılması kolektif riskin artışı anlamına gelmektedir. Bu da sistemin tekil birimlerini ciddi biçimde etkilemektedir. Bu riskin büyüme göstergesi finansal sektörün sınırsızca genişlemesiyle doğru orantılıdır, ki bu genişleme 1993-2003 arasındaki on yıllık süreçte on misline çıkmıştır.
Dünya finansal krizine dair artmakta olan riskin dizginlenemez boyutlara ulaştığı bu süreçte yüksek finans kesimiyle aynı düzlemde hareket eden devletler tarafından sergilenen iktisadi ve toplumsal politikalar riski sermaye kesiminden emek kesimine aktarmaya yöneliktir. Burada da kullanılan araçlar bellidir: kayda değer sayıda işsizden meydana gelen bir yedek emek ordusunun yeniden oluşturulması, iş güvensizliği, işçi haklarının ve sosyal yardımlarının kırpılması, enflasyona endeksli emekli aylıkları yerine farklı yatırım planlarının yapılması. Bu araçlara orta sınıf katmanları, işverenler ve yüksek finans kesimi arasında oluşturulan sahte bir dayanışma politikası da eşlik eder. Kişisel hisse ve bono piyasaları görünümündeki tasarruf olanakları bu açık dayanışmanın yaratılması amacına hizmet eder. Pederşahi kapitalizm -bir şekilde herkes tarafından sahiplenilebilecek kapitalizm- “teorisi” riskin orantısız biçi
mde “küçük hisse sahiplerine” ve işçilere aktarılması sürecine inanılırlık ve meşruiyet kazandırmak amacıyla kurgulanmıştır.
Küresel açıdan bakıldığında ele alınan sistem kendini ayakları çamura batmış bir büyük idol olarak sunmaktadır. Bu sistemin yıkılacağı açıktır. Ama, hangi yolla? Hangi temel etkenlerle? Hangi alternatif adına?
Finansal istikrarsızlık -ne zaman oluşsa beklenmedik bir zamanda olduğu söylenir- bana göre sistemin sürdürülemezliğinin temel sebebini oluşturmaz. Sistem toplumsal ve politik bir doğadan kaynaklanan sebeplerden dolayı sürdürülemezdir. Yüksek finans kesiminin tahakkümüne zemin hazırlayan politikalar gelir dağılımında sınırsızca büyüyen bir eşitsizliğe yol açar. Bu yönde gerçekleşen sürekli ve kalıcı bir evrimin kesin iktisadi sonuçlarının ötesinde -efektif talebin yokluğundan kaynaklanan durgunluk eğilimi gibi- oligopol finans sermayesi modeli toplumsal açıdan dayanılmaz olduğu kadar yakın bir gelecekte politik açıdan da dayanılmaz olacaktır. Sistem; küresel düzeyde, “yükseldiği” iddia edilen Güney ülkelerinin (Çin, Hindistan, Güney Doğu Asya ve Latin Amerika) kalıcı bir şekilde bağımlılaştıkları ve “marjinalize” oldukları iddia edilen ülkelerin (özellikle Afrika ülkelerinin) yıkıma uğradıkları (soykırım benzeri bir yıkıma) bir tür kutuplaşmaya yol açmaktadır. Bu ülkelerin halkları sermaye birikiminin sürekliliği adına kullanılmaz hale gelmekte, doğal kaynaklar (petrol, mineral, ormanlar ve su) yalnızca egemen sermayeye hizmet etmektedir. Dünyanın Kuzey ve Güney bölgelerindeki yerel toplumsal ve politik çelişkilerin ve uluslararası çelişkilerin (Güneye karşı Kuzey) yüksek finans kesiminin mevcut tahakkümüne son vermek zorunda kalacağını düşünmemiz için her türlü sebep vardır.
Yüksek Finans Plütokrasisi ve Tekelci İktidar
Günümüzde tanık olduğumuz kapitalizm daha otuz yıl önce bildiğimizden dahi farklıdır. Bugün beş yüz yıllık gelişme süreci boyunca tarihsel kapitalizmi karakterize eden hiç bir standartla kıyaslanamayacak biçimde sermayenin merkezileştiği bir evreye ulaşmış bulunmaktayız.
Tekeller; hiç kuşkusuz, merkantilist dönemdeki köklerinden (imtiyazlı şirketler) yaygın bir sanayileşmenin (finans sektöründe -Fransa’daki “200 aile”) hüküm sürdüğü on dokuzuncu yüzyıla, aynı yüzyılın dev şirket “tekelleri”nin yeşerdiği sonuna dek (Hobson, Hilferding ve Lenin’in tanımladıkları gibi) daima vardı. Ancak her ne kadar bunların ekonomik alandaki müdahaleleri sistemin küresel evrimine yönelikse de -ki daima böyle olmuştur- kapitalizm bir bütün olarak milyonlarca orta ölçekli sanayi ve ticaret şirketleri ile köylüler üzerinden şekillenmiştir. Zengin çiftçiler tekellerin müdahalelerinden sıyrılan bir çok piyasa tarafından (bunlar rekabetçi piyasalardı ancak asla “saf ya da kusursuz” değillerdi) yönlendirilmişlerdir. Tekeller belirli sektörlerde faaliyet gösteriyorlardı (büyük merkantilist ticaret, devleti finanse etmek, temel mallarda uluslararası ticaret, uluslararası kredi, yoğun endüstriyel üretim, bankacılık, sigortacılık). Tekelci iktidar tarafından tutulmuş tüm bu ayrıcalıklı alanlar sınırların ötesine uzansalar da geniş anlamda ulusaldılar. Bu durum devletlere ekonominin bir bütün olarak yönetimine dair gerçek bir avantaj sağladı.
Bugünün kapitalizmi tamamen farklıdır. Bir avuç oligopol ulusal ve küresel iş dünyasının belli başlı köşelerini tutmuştur. Bunların hepsi finansal oligopoller değildir; içlerinde sanayi, tarım, ticaret, hizmet sektörü, finansal etkinlikler gibi alanlarda üretim yapan “gruplar” da mevcuttur. Sistem küresel çapta “malileştiğinden” finansal yasalar da finansal bir mantıkla hazırlanmıştır. Tüm bunlar yalnızca bir avuç grubun elindedir: otuz kadar devasa grup, bin kadar daha küçük olanları ve hepsi bu kadar. Her ne kadar bu kelime kimilerine faşizmin demagoglarını hatırlatıyor olsa da bu durumda “plütokrasi”den bahsedilebilir.
Bu plütokrasi grubu daha önce kendi belirgin çıkarlarına hizmet etmesi için şekillendirdiği (inşa ettiği diyemesek de) mevcut küreselleşmenin hakimidir. Daha önce merkez-çevre zıtlığına dayalı “uluslararası (eşitsiz) emek bölümlenmesi”nin yerine çokuluslu “bölgeler” entegrasyonu da denebilecek finansal bir coğrafya yaratmıştır. Bu coğrafya söz konusu grupların stratejileri sonucu oluşmuştur, asla onların dışında oluşmuş bir gerçeklik değildir. Ayrıca “uluslararası ticaret” olarak bilinen alanı şekillendirir ve sürekli artan oranlarda zenginliğin belli plütokratik gruplara transferini sağlar. Yerelliğin bozulması süreci, daha önce C. A. Michalet’in de çeşitli yerlerde dile getirdiği gibi (La Mondialisation, la grande rupture [La Decouverte, 2007]), dünyanın bu şekle sokulmasını sağlayan araçların oluşturulduğu süreçtir.
Bu aynı plütokrasi küresel finansal piyasaları da yönetir ve toplumsal emek tarafından üretilen değer üzerinde büyük bir ağırlık oluşturacak şekilde faiz oranlarını kendi çıkarlarına göre ayarlayabilecek güce sahiptir -uluslararası döviz kurundaki değişkenlikler genel anlamda onun amacına hizmet eder (bkz, F. Morin, bu konunun büyük bölümünde ondan faydalanılmıştır).
Bu bağlamda; orta ölçekli (ve hatta bir çok “geniş” ölçekli) olduğu söylenen milyonlarca özel şirket ve kapitalist çiftçi artık kararlarında gerçekten bağımsız olamayacaklardır. Onlardan kalıcı biçimde plütokrasi tarafından ortaya sürülen stratejilere uymaları beklenecektir. Bu olgu oldukça yenidir ve daha önceki gelişim evrelerinde tarihsel kapitalizmi niteliksel olarak karakterize eden olgudan çok daha farklıdır. Gelenekselci ekonomistlerin öngördüğü piyasa artık yoktur. Bu tamamen yeni bir farstır.
Bu analiz yalnızca bana ait değildir; ona aynı zamanda egemen gelenekselci ekonomistlerle aynı çizgiyi paylaşmak istemeyen eleştirel analistler de sahip çıkmaktadır. Kanımca ele aldığımız konunun merkezinde yer alması gereken soru bu dönüşümün bir “son” olduğu mu yoksa “sürdürülemez” mi olduğudur. Bu soruya verilecek yanıt bizim için can alıcı noktaları aydınlatacaktır.
Kimileri -belki de çokları- bu dönüşümün, her ne kadar “hoş” olmasa da, bir son olduğunu düşünmektedir. Yapılabilecek tek şey onun hareketini bir takım toplumsal kaygılara da yanıt verecek biçimde ayarlamaktır. Söz konusu grupların stratejilerinin devam eden ağırlığı, devletlerin piyasa küreselleşmesinin karşısında eriyip gitmesi kabul edilmek zorundadır. Bu süreç içinde sosyal liberallere dönüşmüş olan sosyal demokratların bakış açısıdır. Kimileri bu değişimin içinde iyi bir geleceği müjdeleyen “olumlu” bir dönüşüm de görmektedir. Genel eğilim; ya kapitalizmin aşılamaz bir ufuk yaratacağı (bu kabul sosyal liberal seçeneğe yakındır) ya da kapitalizmin kendisini yine kendi küreselleştirici gidişatıyla aşacağı (burada Negri’yi anımsıyoruz) yönündedir. Bu iki bakış açısı da sonuçta aynı yola çıkmaktadır: Söz konusu dönüşüme karşı herhangi bir direnç gösterilmemelidir. Modası geçmiş bir on dokuzuncu yüzyıl ideolojisi olan sosyalizme elveda. Marksizm’e elveda.
Gezegendeki Tüm İşçilerin Dayanışması
Benim yaptığım analiz tam bu noktada diğerlerinden ayrılmaktadır. Mevcut dönüşüm süreci eski moda (“bunamış”) kapitalizmin ulaştığı noktayı göstermektedir. O artık tüm insanlığın düşmanı haline gelmiştir (ve eğer felaketten kurtulmak istiyorsak onunla bilinçli politik eylemlerle mücadele etmeliyiz) ve bu dönüşüm süreci sürdürülebilir değildir. Bu yalnızca plütokrasi grupları tarafından
dayatılan düzenlemelerin bir finansal çöküş “riskini” azaltmak konusunda yetersiz kalmaları değil, bu düzenlemelerin risk olasılığını daha da artırdığı anlamına gelmektedir. Genel bir politik bakış açısıyla bunlar artık katlanılmaz boyutlardadır: toplumsal olarak, dünyanın tüm bölgelerindeki işçi sınıfları için; politik olarak, çevre ülkelerdeki (özellikle “yükselmekte” oldukları söylenen ülkelerdeki) halklar, uluslar ve devletler için. Destekleyici bir devletin dönüşü bu anlamda bir olasılık (hatta bir olabilirlik) olarak akıldan çıkarılmamalıdır.
Bana göre asıl paradoks kendilerini içten demokratlar olarak görenlerin bugün dünyanın plütokrasi tarafından yönetilmesi ile demokrasinin temel ilkeleri arasındaki çelişkilerin farkına varamamalarıdır. Temelde, malileştirilmiş oligopollerin yeni plütokratik kapitalizmi demokrasinin hissedilebilir tüm içeriğini boşaltan bir demokrasi düşmanıdır. Burjuva demokrasisinin mevcut yıkımı; önde gelen politik sınıf tarafından özellikle öncüleri Monet olan kurucularının eliyle sırf bu amaç için oluşturulmuş Avrupa kökenli bir “proje” eşliğinde mükemmel işleyen bir sistematik yolla sürdürülmektedir. “Bireyin tarihin öznesi olduğu” yalanı yalnızca bir göz boyamadır ve antidemokratik pratiklerin meşrulaştırılmasından ibarettir. Gruplar tarafından yönetilen iktisadi yapıların bugün oligopolün eline geçtiği gerçeği acilen açığa çıkarılmalıdır -“toplumsal mallar” aslında finans sermayesinin kendisidir; bu nedenle “ulusun malı” sayılmalı ve ulus tarafından yönetilmelidir. Bizim kendine özgü demokratlarımız, toplumsal hiyerarşinin alt katmanlarındakilerin çıkarlarını gözetecekleri beklenirken, özel sektörü destekleme peşinde koşmaktadırlar -sanki güçlülerin finansal çıkarlarının mülkiyetin kutsallığı ilkesine uygun olması kendilerinin de yararına değilmiş gibi. Bu yapıların yönetiminin küçük hisse sahiplerinden oluşan bir kolektif tarafından üstlenilebileceğini düşünmek bir yanılsama değil midir? Özel sektörün üstün bir verimliliğe sahip olduğuna ve devletin kaçınılmaz bir bürokratik kadere sahip olduğuna -ve sonlarının bir tür Weberci akılcılaştırılmış kapitalizm olduğuna- inanacak kadar saf mıyız?
Gerçeklik artık bu naif demokratların da gözünü açmalıdır. Büyük kâşiflere (geçmişte Rockefeller, bugün Bill Gates) karşı duydukları gıpta acaba plütokratların çoğunluğunun birer mirasçı olduğu gerçeğini unutturmakta mıdır? Hangi toplumsal mantıkla bunların böylesine aşırı güçleri ellerinde tutmalarına izin verilebilir? Devletinkinden daha az sert olmayan bir “özel sektör bürokrasisi” de yok mudur? Devletin de kendine ait bir takım büyük kâşifleri yok mudur (geçmişte Colbert, bugün ise SNCF’yi [Fransız Devlet Demiryolları Şirketi] tüm dünyadaki demiryolları şirketlerinin en iyisi durumuna getiren mühendisler)?
İnançlı demokratlar sermayenin bugün ulaştığı yoğunlaşma seviyesinin artık bir toplumsallaşmayı da gerektirdiğini anlamak zorundadırlar. İşçilerin ulusal ekonominin yönetimine katılmasıyla ilgili kavramlar geliştirilmelidir. Piyasa harici demokratik toplumsallaşmanın (en azından uzun bir süre için) milyonlarca orta ve küçük ölçekli girişimin mülkiyetini saf dışı bırakması şart değildir. Üst yönetici kadroların toplumsallaşması bu tür küçük ve orta ölçekli girişimler için doğru bir piyasa ekonomisinin koşullarını yaratacaktır. Farklı yönetim modelleri geliştirilebilir: kapitalist piyasanın sınırları dışında toplumsallaşma örnekleri yeşermesini sağlayacak işçi kooperatifleri (Fransa’daki Lip kooperatifi bu konuda iyi bir örnektir; “başarısızlığı” ise tehlikeli bir modeli savunan devletin ahlaksız ve planlı girişimlerinin sonucudur).
Bu olası ve gerekli gelecek tasarılarının önündeki engel egemen politik kültürün tam ortasında yer almaktadır. Bugün Avrupa’nın Amerikanlaştırılması süreci bu engelin göstergesidir. Bu ideolojiye ve politikalara yönelime dair eleştirel analizler mevcuttur. Bu analizler sürmekte olan çürümenin değişik boyutlarına ve bizim bildiğimizden çok daha kötü koşullara sahip olacak “yeni dünya” konusuna odaklanmaktadır. Negri ise bu analizlere sırt çevirir. Ona göre “zorunlu iyimserlik” kavramı eylemsizliği meşrulaştırmaktan öteye gitmez.
Bugün finansal sermaye diktatörlüğünün hüküm sürdüğü Güneyin halkları ve devletleri tarafından küresel plütokratik hâkimiyet mantığına karşı muhalif sesler yükselmektedir. Bu bağlamda, Güney’deki muhalefet emperyalist Üçlü Grubun halklarından yükselen muhalefetin daha önünde yer alacak gibi görünmektedir. Yani bana göre ilk kıvılcımlar Güney’den yükselecektir. Aynen bugün bir yandan Latin Amerika’dan öte yandan Asya’dan yükseldikleri gibi.
Bu son saptama bir “Üçüncü Dünyacılık” değildir. Aksine gezegendeki tüm işçilere yapılan uluslararası bir dayanışma çağrısıdır. Dayanışma arttıkça Güney’de ve Kuzey’de devrimci hamleler için fırsatlar da artacaktır.