Fransa’da devlet başkanlığına oturan Nicolas Sarkozy, ayağının tozuyla “68’in defterini dürmeye geldim” mealinde bir açıklama yaptığında birçokları gibi ben de kendime “bayram değil seyran değil Sarkozy bizi niye öptü?” sorusunu sormuştum. Çok değil birkaç ay sonra arka arkaya ekonomik krizin yanında gıda ve enerji krizleri patlak verdiğinde ise Sarkozy’nin boşa konuşmadığını ve burjuvazinin yeni bir […]
Fransa’da devlet başkanlığına oturan Nicolas Sarkozy, ayağının tozuyla “68’in defterini dürmeye geldim” mealinde bir açıklama yaptığında birçokları gibi ben de kendime “bayram değil seyran değil Sarkozy bizi niye öptü?” sorusunu sormuştum. Çok değil birkaç ay sonra arka arkaya ekonomik krizin yanında gıda ve enerji krizleri patlak verdiğinde ise Sarkozy’nin boşa konuşmadığını ve burjuvazinin yeni bir 68’e karşı “önleyici savaş” başlattığına inanır oldum.
68’den 2008’e…
Dünyanın yeni 68’i, neo-liberal tahribatı en erken ve en ağır yaşayan coğrafya olan Latin Amerika’da tetiklendi; 1998 yılında Venezüella’da Hugo Chavez’in iktidara gelmesiyle başlayan neo-liberalizm karşıtı dalga, kısa zamanda Arjantin, Brezilya, Şili, Bolivya, Ekvador, Nikaragua, Guatemala ve son olarak Paraguay’da iktidarları değiştirdi, Meksika, El Salvador ve Peru’da ise bir dahaki seçime eski siyaset erbabından kimsenin kalmayacağı ortada. Bu iktidarların hepsinin neo-liberal perspektiften büsbütün kopuk bir çerçeveye sahip oldukları iddia edilemezse de, onları iktidara taşıyan dalganın anti-kapitalist niteliği su götürmez.
Öte yandan eski 68’in temel bileşenlerinden olan “yeni siyaset yapma yöntemleri”nin en özgün örneklerini de yine bu coğrafyadan çıktığı söylenebilir. Fabrika, maden, işyeri ve toprak işgallerinden doğalgaz ve su hakkı için şiddet kullanmaya, 500 yıl boyunca hep aşağılanmış yerli halkların kendi kimlikleriyle bütünleştirdikleri yeni bir sosyalizm talebinden özelleştirme karşıtı militan direnişlere kadar değişen yeni siyaset yapma yolları, içinde bulunduğumuz dönemin 68’le taşıdığı karakteristik benzerliklerden sadece biri.
Ya da Irak savaşını ele alalım. 68’e giden yolda anti-emperyalist bilinci tetikleyen Vietnam Savaşı neyse, içinde bulunduğumuz dönemde ABD’nin Ortadoğu’yu işgal ve katliamlarla düzenleme girişimlerinin birer sonucu olan Afganistan ve Irak işgalleri de odur. Üstelik her iki örnekte de ABD gibi hikmeti ve kuvveti tartışılmaz bir emperyalist gücün batağa saplanması ve ciddi biçimde kendini hissettiren bir hegemonya kaybına uğraması söz konusu.
68’in 1945 yılında yerleştirilmeye çalışılan Yeni Dünya Düzeni’nin ekonomik altyapısının ABD, İtalya, Fransa, hatta Çek Cumhuriyeti ve Polonya’da çökme belirtileri göstermesiyle birlikte, sosyal devleti tasfiye etme yönünde atılan ya da atılacak olan adımlara, çalışma hayatının daha çok çalışarak daha az kazanacak ve üstelik sosyal hakların da budanacağı biçimde yeniden düzenlenmesine karşı bir direniş dalgası olduğunu söyleyebiliriz. Ve bu anlamda 2007’de ABD’de patlayan mortgage kriziyle su yüzüne çıkan ve her geçen gün büyük bir hızla yaklaşmakta olduğumuz ekonomik çöküşün, çapı ve etkisi itibariyle, burjuvazinin çalışma ve sosyal hayata dönük daha ciddi bir saldırısının hasıl olacağını ve hatta bu saldırının başladığını da söyleyebiliriz. Ancak 68’den farklı olarak 2008 itibariyle kapitalizm artık elimizde bulunan sosyal hakları geri almak için değil, yaşam alanımızı doğrudan metalaştırmak için saldırıya geçmiş durumda. Yani evimizi yıkıyor, suyumuzu zehirliyor, elektriğimizi özelleştiriyor, ekmeğimizi elimizden alıyor, sağlıklı yaşam hakkımızı gasp ediyor ve çocuğumuzun en doğal hakkı olan eşit, parasız ve insana yaraşır bir eğitim almasının önüne geçiyor.
68 ile ekonomik kriz arasındaki bağlantı kuşkusuz kapitalizmin küresel kriziyle bir arada zikredildiği zaman bir anlam ifade edebilir ve 2008 itibariyle kapitalizm, 68’de olduğundan çok daha etkili, ciddi ve geri dönülemez bir krizin içine girmiş durumdadır. Sadece ABD merkez bankası FED’in ve uluslar arası finans piyasalarının aldığı stratejik kararlar bile bunu anlamamızı sağlarken, en temel tüketim maddeleri ve enerji kaynaklarının tüketim fiyatlarının bu kadar kontrolsüz biçimde artması ise krizin denetim altına alınabilir sınırın çok ötesinde olduğunu açıkça gösteriyor.
Petrol fiyatlarında yaşanan fahiş artışlar ise dizele bağımlı sektörlerin (ki bunların içinde buluna ulaşım, kargo, balıkçılığın ve aslında dolaylı olarak da bütün ekonominin) tam anlamıyla çökmesine neden oldu. Bu sektörlerde çoğu kendi adına ya da küçük işletmeler adına iş yapan bir emekçi profilinin olduğu düşünüldüğünde, hükümetlerin merkezi düzenlemelerinin krizi ertelemekten başka bir işe yaramayacağı da aşikar.
2008, 68’den bu yana sarsılmayan merkezi Avrupa ülkelerinde kapitalist düzenin istikrarının da bir hayli sarsıldığı bir tarih aynı zamanda. Sadece Fransa, İtalya ve İngiltere’de geçtiğimiz yıl hükümetler devrildi, grev dalgaları yaşandı ve dahası mayıs ay itibariyle bu ülkelerle birlikte Yunanistan ve İspanya’da da önce kamyoncuların yolları kesmesiyle başlayan direniş hareketleri haziran ayında yerini Avrupa Birliği’nin kalbi Brüksel’in orta yerinde başta balıkçılar olmak üzere, esnafın, kamyoncuların ve öğrencilerin polisle girdiği ve sertliği 68’i aratmayan çatışmalara girmesine bıraktı. Fransa ve Hollanda’nın AB Anayasası’nı ve İrlanda’nın AB’nin yeni neo-liberal yönelimlerine zemin hazırlayacak Lizbon Antlaşması’nı reddederken, dönem başkanlığını alan Fransa’nın birlik içinde herhangi bir yaptırım gücünün kalmadığı daha ilk günden ortaya çıktı.
En önemlisi ise 68’in en temek karakteristik özelliklerinden birisi olan “yönetememe krizi”nin 2008 itibariyle artık tam anlamıyla ayyuka çıkmış olmasıdır. ABD’de, Avrupa’da, Türkiye’de, Uzak Asya’da, Afrika’da ve dünyanın birçok yerinde kapitalist ekonominin yaşadığı daralma ve çevre ve yarı-çevre ülkeler açısından da merkezi kapitalist ülkelerin bu daralmanın etkilerini azaltabilmek amacıyla krizi bu ülkelere yansıtma çabaları, siyasi kaderini kapitalist sistemden nemalanmaya bağlamış çeşitli ülkelerdeki burjuva iktidarlarının yeni bir rant kavgasına tutuşmalarıyla birlikte ülkedeki hassas dengeleri iyiden iyiye yönetememeye başlamasına neden oldu. Türkiye örneğinde kendisini şeriat-laiklik gibi kisveler altında gösteren bu yeni yönetememe halinin, her ülkenin kendi özgün yapısal krizleri nedeniyle meydana geliyor olması gibi Türkiye özgünlüğünde de, kamusal kaynakların tasfiyesi, Büyük Ortadoğu Projesi’nde ülkeye biçilen ılımlı İslam modeli, çalışma yaşamının esnekleştirilerek ve taşeronlaştırılarak ülkeyi “Avrupa’nın Çin’i” yapma girişimleri gibi meseleler üzerinden kendini hissettirmektedir.
Sadece 2008 yılının ilk altı ayı içinde bütün dünya ayaklanma, grev, isyan ve hükümetlerin devrilmesiyle çalkalandı ve çalkalanmaya devam ediyor. Haiti, Dominik Cumhuriyeti, Mısır ve Tunus’ta başlayan “ekmek isyanları”na Güney Kore’de (Haziran ayında hükümetin devrilmesiyle sonuçlanan) ABD’den sığır eti ithalatına dönük protestolar, Nepal’de Maocuların monarşiyi devirerek cumhuriyet ilan etmesi ve seçimlerde iktidara gelmesi ve Avrupa’daki yakıt fiyatı çatışmaları eşlik etti, Latin Amerika’daki doğalgaz, petrol ve maden gibi temel ekonomik kaynakların kamulaştırılması ve yeni yapılan kurucu anayasalar ve bölgesel paktlarla ABD hegemonyasının zayıflatılmasını da atlamamak gerekir. Küresel ısınma, deli dana, kuş gribi ve zehirli keneler ise bu çok bileşenli krize tuz biber ekti denebilir. Bundan böyle çağımızın ruhu “güvensizlik”tir.
Ne yapmalı?
Öncelikle adını koyalım: Bu kriz, pervasızlaşmış neo-liberal saldırılarıyla toplumsal yaşamın her yanını tahrip eden küresel kapitalizmin krizidir. 2008 itibariyle ilk ciddi belirtilerini gösteren kapitalizmin bu küresel
krizi, devrimciler açısından yeni bir düzen kurmak için ciddi fırsat ve olanakları da beraberinde getirmektedir. Bu çok yönlü ve çapı itibariyle toplumsal yapının çeşitli bileşenlerini farklı ölçülerde etkileyecek olan krizde, ilk örneklerini Latin Amerika, Güney Afrika ve Güney Kore’de gördüğümüz “farklı siyaset yapma tarzları”nı, yaşadığımız coğrafyada yeniden üreterek uygulamak ve örgütlenmektir. Metalaşmaya karşı meta-dışılaştırma, yıkıma karşı direniş, gericiliğin sivil toplumu tasfiye etme girişimlerine karşı alternatif ve devrimci toplumsal ilişkiler ağı örmek, devrimcilerin görevlerinden sadece birkaçıdır. Yöntem açısından esnek ve militan, doğrudan eylemle birlikte iktidara yönelik atakları da boşlamayan, burjuva siyasetinin basiretsizliğinin yarattığı boşlukları elini taşın altına koymaktan çekinmeksizin dolduran ve en önemlisi bu toprakların sorunlarına bu toprakların dilleriyle yanıt arayan bir politik hat, kod adı muhtemelen 2008 olacak olan küresel krizin yarattığı olanakları değerlendirme konusunda da daha fazla şansa sahip olacaktır. Başta değindiğim şu “68’in defterini dürme” meselesine gelince… İtalyan Marksist filozofu Antonio Negri’nin de dediği gibi, “68 olmasaydı, yirminci yüzyılın ikinci yarısı çok hüzünlü olurdu. 68 her şeyi değiştirdi, bizi değiştirdi ve bu nedenle bizim onu “hatırlamaya” ihtiyacımız yok, 68 bizim DNA’mızda, bedenlerimizde…”