Etnik, dinsel grupların barış içinde yaşadığı bir özgürlükler ülkesi olmakla övünen ABD’de kimi etkili yazarlar, örneğin küreselleşme gurusu Thomas Friedman (Kosova üzerine, New York Times, 6/08, 15/09/99; 23/01/2001), askeri konularda uzman siyasi analist, Ralph Peters ( Armed Forces Journal , Temmuz 2006) demokrasinin, hatta istikrarlı bir devletin, ancak homojen bir etnik grubun üzerinde kurulabileceğini savunuyorlar! […]
Etnik, dinsel grupların barış içinde yaşadığı bir özgürlükler ülkesi olmakla övünen ABD’de kimi etkili yazarlar, örneğin küreselleşme gurusu Thomas Friedman (Kosova üzerine, New York Times, 6/08, 15/09/99; 23/01/2001), askeri konularda uzman siyasi analist, Ralph Peters ( Armed Forces Journal , Temmuz 2006) demokrasinin, hatta istikrarlı bir devletin, ancak homojen bir etnik grubun üzerinde kurulabileceğini savunuyorlar! Bu paradoksun anlamı ne?
Küreselleşmenin ulus-devletle ilişkisi ve çelişkisi
Tarihsel olarak küreselleşme insan topluluklarının gezegenin coğrafyasını kendi kullanımlarına göre düzenlemeye başlamalarıyla eşzamanlı. Bu süreç, 15. yüzyılda (kapitalizm doğarken), Avrupa’dan çıkarak dünyanın geri kalanını kendi ekonomik siyasi kullanımına göre düzenlemeye başlayan beyaz ve Hıristiyan adamın egemenliği altına girdi. O dönemden itibaren, ”Kapitalizm= sömürgecilik= küreselleşme” diyebiliriz.
Başlangıçta sermaye ilişkisi, Avrupa’da ekonomik coğrafyayı kendi genişlemesine uygun bir biçimde düzenlerken, feodal, dini, etnik bölünmüşlükleri (somut evrensellikleri) aşarak ekonomik coğrafyayı homojenleştirmek için ”ulus devleti” , bölünmüşlüğü aşan bir üst düzey (soyut evrensellik alanı) olarak vatandaşlık kurumunu, buna dayalı demokrasi ve laiklik kavramlarını geliştirdi. Aydınlanma düşüncesi bu sürece düşünsel zemini, burjuvazinin feodaliteye karşı mücadelesine gereken enerjiyi sağladı.
Kapitalizmin tarihine baktığımızda, küreselleşmenin, belli dönemlerde ”aniden” hızlandığını, yoğunlaştığını, ulaşıma ve iletişime ilişkin teknolojik buluşların sıklaştığını, mali genişlemenin başat hale geldiğini görüyoruz. Tarihte, bu yoğunlaşma ve hızlanmayı siyasi askeri genişleme izliyor. Tarih bize, bu hızlanma ve yoğunlaşmanın merkezdeki kapitalist ülkelerden başlayan bir sermaye birikimi krizleriyle çakıştığını da gösteriyor: Sermaye, krizini başka coğrafyalara kaçarak, yeni değerlenme/avlanma alanları arayarak, buraları yeniden düzenleyerek aşmaya çalışırken küreselleşme hızlanıyor, yoğunlaşıyor- ”bilince çıkıyor” . Bu yayılmanın getirdiği ekonomik, toplumsal hatta kültürel altüst oluşa direnenlere karşı ve sermaye grupları arasında , potansiyel ”avlanma alanları” üzerinde yoğunlaşan rekabet içinde, giderek ordular devreye girmeye başlıyor.
Ordular devreye girerken, her ulus devlet ve sermayenin ”sözcüleri” , vatandaşlarını, başka ülkelerin vatandaşlarını öldürmeye ikna etmek için, uluslarının, uygarlıklarının, ırklarının üstünlüğüne, uğradıkları tarihsel haksızlıklara ilişkin hikâyeler anlatmaya başlıyorlar. Böylece şoven milliyetçilik, giderek ırkçılık ve faşizm sahneye çıkıyor. Bu çıkış, Aydınlanma sürecinin kapitalizm altında ilerlemesinin artık tıkandığının da göstergesidir.
Kapitalizm bir süredir yine krizde. Egemen sermaye (ABD kaynaklı mali-sermaye: Banka, sanayi-medya kompleksi) yayılma alanlarının genişletilmesine yönelik, bir küresel serbest piyasa projesini yaşama geçirmeye çalışıyor (neo-liberalizm). Başka sermaye gruplarının da Avrupa Birliği, Asya Serbest Ticaret Bölgesi, Mercosur gibi kendi projeleri de var. Egemen sermeyenin 1989’dan sonra, tek kutuplu bir dünya kurmaya, oradan da bir imparatorluk projesine yöneldiğini de biliyoruz. Bu bağlamda, gözünü diktiği en önemli coğrafya da Büyük Ortadoğu Bölgesi. Ne ki hem bu bölgede, hem de dünyanın diğer, özellikle de yükselen güçlerin var olduğu bölgelerinde yerel sermaye grupları, halk tabakaları, emekçiler ulus devletleri kullanarak, imparatorluk projesine direnmeye, korunmaya çalışıyorlar. Öyleyse, egemen sermayenin, genişleme (küreselleşme) istencinin tatmin edilebilmesi için, ”ulus devletlerin” , bir direniş aracı olarak zayıflatılması hatta tasfiye edilmesi gerekiyor.
İmparatorluk, postmodernizm
İroni şurada ki, ulus devletlerin ”Aşil topuğunu” , onun en güçlü yanı, ”vatandaşlık” oluşturuyor. Özellikle yerleşik bölüşüm ilişkilerinin hızla bozulmaya başladığı kriz dönemlerinde, sınıf mücadeleleri, tıkanıklığı aşmak için vatandaşlığı, sermaye ilişkisinin ötesinde bir evrenselliğe (enternasyonalizme) zorlarken yaşam koşulları hızla bozulan bireyler, güvenlik kaygısıyla hızla vatandaşlık düzeyini ”geriye” doğru terk ederek etnik, dini aidiyetlere sığınmaya başlıyorlar. IMF politikalarının, spekülatif sermayenin ani giriş çıkışlarının yarattığı sarsıntılar bu sığınma eğilimini, dolayısıyla ulus devleti çözen dinamikleri daha da güçlendiriyor; imparatorluk projesinin önündeki engellerin temizlenmesini hızlandırıyorlar.
Emperyalizme direnmeye olanak sağlayarak ulus devlet düzeyini koruyabilen, hatta bir üst evrensellik düzeyine açılma olasılığını yaşatan sınıf mücadeleleri söylemi, iki yönden gelen basınçla etkisizleştirildi: Birincisi 1968’i izleyen düş kırıklığı, 1989 çöküşü sermaye ilişkisine, tarihsel ve ”ontolojik” düzeyde yöneltilen eleştirileri bastırdı. İkincisi postmodernizmin, Aydınlanma düşüncesine, akılcılığa, bilimsel düşünceye yönelik saldırıları, sınıf temelli politikalara karşı, yaşam tarzı, aidiyet/kimlik politikalarını öne çıkaran söylemi, bu bastırılmayı felsefe ve sanatsal düzeylerden konsolide etti. Sınıf ilişkisi ”siyasi ontolojinin” merkezinden kovulunca da, boşalan yere, etnik, dini çelişkilerin kimlik siyasetini doldurmaya başladı. Postmodernizm , siyaseti ve ekonomiyi, birey merkezli okuyarak, neo-liberalizmle, etnik, dinici eğilimlerin güçlendirilmesindeki işlevselliğiyle de imparatorluk söylemiyle örtüştü. Bu üçü arasında bir modis-operandi oluştu.
Tarihsel olarak ulus devlete, vatandaşlık kavramına dayanan demokrasi, postmodernizmin etkisiyle, ulus devleti, vatandaşlığı dinamitleyen, bir ”kimlik siyasetini” kendine ölçüt almaya zorlandı. Demokrasi giderek, sınıflararası bir ilişki, uzlaşma biçimi olarak anlamını yitirdi. Giriş paragrafındaki paradoksun açıklaması işte burada yatıyor: Komşularını dini/etnik gerekçelerle ”öteki” olarak tanımlayan bir ülkeler topluluğu, bir imparatorluk projesine çok uygun bir siyasi coğrafya vaat ediyor.
Bu akıl yürütme süreci beni, imparatorluğa, emperyalizme karşı direnmek için, etnik dini homojenliği reddetmek, mülti-etnik yapılanmayı, vatandaşlık kurumunu savunmak gerektiği, demokrasinin de, ancak bir sınıflararası ilişki olarak restore edilebileceği sonucuna ulaştırıyor. Bence, bu direnişi, restorasyonu, örneğin bir etnik (Kürt) ”soruna” sahip Türkiye gibi ülkelerde, kültürel hakların genişletilmesinden başlayarak ya da tam aksi yönde, sorunu zorla bastırmaya kalkarak gerçekleştirmek olanaksız. Öncelikle, bölüşüm ilişkilerindeki insanları, yerel, dini, etnik aidiyetlere sığınmaya iten bozulmanın geri çevrilmesi (yeni iş olanaklarının, sosyal sendikal hakların, kurumların, kamusal alanın genişletilmesi vb..) böylece vatandaşlık haklarının kullanılabilir hale getirilmesi gerekiyor.
Ve bir ironi: İmparatorluğa karşı, bu vatandaşlık kurumunun korunabilmesi, demokrasinin yeniden bir sınıflararası ilişkiye dönüştürülebilmesi için, ”etnik soruna” kaynak oluşturan nüfusun liderlerinin ”radikal” , hatta ”skandal” (sembolik-egemen ideolojik-evrende yeri olmayan) bir jest yapmaları gerekiyor. ”Karşı tarafın” , sağ ve soldaki liderlerinin tüm inanılırlıklarını yitirdiği bir konjonktürde, tek şans bu ”radikal jestte” yatıyor: Emperyalizme karşı birlik, direniş çağrısı yapmak, bu
çağrıyı da tüm ülkede bölüşüm ilişkilerini iyileştirmeye yönelik, tüm vatandaşları kapsayan taleplere dayandırmak, böylece birleştirici olmak. Aksi takdirde, Türkiye’yi yönetenlerin ”stratejik sığlığı” , bu sığlıkta yüzdürülen ”ortak vizyon/füzyon” projeleri hepimizi, Kürtler de dahil, çok tehlikeli, kanlı ve bizden sonraki kuşakların utançla anacakları, lanetleyecekleri bir noktaya sürükleyecek.
Cumhuriyet 10.07.2006
DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ / ERGİN YILDIZOĞLU LONDRA