ABD’nin kışkırttığı iktidar çatışmasının tarafları berraklaşıyor: Dinci Amerikancılarla, kontr-gerillacı Amerikancılar. Her iki taraf da karşısındakinin hareket alanını sınırlamak için birçok cephede birden uğraş veriyor. Bu merkezlerin, devlet içerisindeki güç dengelerini lehlerine çevirme mücadelesi kızışırken, Türkiye yeniden bir yoksullaşma dönemine girdi. Öncelikle gerçek ücretleri vuracak olan bu yoksullaşma sürecinin genel doğrultusu, halkın elindekini alıp uluslararası sermayeye […]
ABD’nin kışkırttığı iktidar çatışmasının tarafları berraklaşıyor: Dinci Amerikancılarla, kontr-gerillacı Amerikancılar. Her iki taraf da karşısındakinin hareket alanını sınırlamak için birçok cephede birden uğraş veriyor.
Bu merkezlerin, devlet içerisindeki güç dengelerini lehlerine çevirme mücadelesi kızışırken, Türkiye yeniden bir yoksullaşma dönemine girdi. Öncelikle gerçek ücretleri vuracak olan bu yoksullaşma sürecinin genel doğrultusu, halkın elindekini alıp uluslararası sermayeye aktarmak, yerli işbirlikçi tekellerin açıklarını kapatmak olacak.
Bu gerici siyasi iktidar mücadelesi ve ekonomik yağma harekatının oligarşinin denetiminden çıkmaması, siyasi sonuçlarının kontrol edilebilmesi için toplumu laiklik-şeriatçılık ve Türk-Kürt milliyetçiliği eksenlerinde saflaşmaya zorlayan hareketler gündemden hiç düşürülmüyor. Politika hurdalığındaki simalar parlatılıp parlatılıp yeniden halkın önüne seçenek diye konuluyor. Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz, Rahşan Ecevit emekli koltuğundan iktidar koltuğuna hamle ediyorlar.
Devletin tepesindeki çatışma halkın politik gündemini ve yöneltileceği alternatifleri de belirliyor. 30 yıllık baskı ve manipülasyon sürecinin sonrasında iyiden iyiye muhafazakarlaştırılan Türkiye halkı, emperyalizme karşı tepkisini kontr-gerilla cephesinin milliyetçiliği ile, toplumsal ilerleme arzusunu faşizan laikçilikle, özgürlük arayışını “islamı yaşama özgürlüğü” ile, toplumsal adalet ve barış ihtiyacını ise “cemaatçilik”le tatmin etmeye zorlanıyor.
Türkiye solu, halkın politik saflaşmasını yönlendiren bu gündemlere müdahale etmek zorunda. Bu gündemler üzerinden empoze edilen gerici alternatiflerin karşısında ilerici-demokratik alternatifleri, bağımsız sol politikaların köşe taşları haline getirmek için koşullar hiç de elverişsiz değil.
Bu iddia “asılsız iyimserlik” gibi görünebilir. Ama iddianın dayanağı, Türkiye toplumunun gerçek tablosunda yatıyor.
Topluma dayatılan gerici alternatifler de inandırıcılığını sürekli yitiriyor. “Milliyetçi” hezeyanların iki yüzlülüğü, “İslamcı” gericiliğin çürümüşlüğü, oligarşinin siyasi alternatif üretmekteki kısırlığının halkın dikkatinden kaçacağını düşünmek yanlış.
Doğrudur, Türkiye solu, oligarşi içinde aylardır sürüp giden itiş kakış sürecine etkili bir müdahalede bulunamıyor. Bu kavganın taraflarından birinin ya da diğerinin değirmenine su taşımaktan kendini bir türlü alamıyor. Bu etkisizliğin, basiretsizliğin arkasında, Türkiye solunun 12 Eylül faşizmiyle dağıtıldıktan sonra sağlıklı bir yeniden-politikleşme süreci yaşayamamış olması yatıyor.
Ama, bugünün koşulları her şeyden önce Türkiye sosyalist hareketine “sol politika”yı toplumsal mücadeleler içerisinde yeniden tanımlama olanağını sunuyor. Ortalama sol duyarlılıklara, yani toplumsal adalet, düşünce özgürlüğü ve bağımsızlık bilincine sahip Türkiye insanı için sol politikanın geleneksel temsilcileri olan CHP ve DSP, kendilerini artık “sol” ile tanımlamadıklarını ilan ettiler; yani sol politikaları ortada bıraktıklarını itiraf ettiler. Böylece sol politikalar üzerindeki “devlet eli”nin gölgesi en azından geçici olarak çekildi. Sol politikaların şimdi tek sahibi var: sosyalistler. Yani sosyalistler 1960’lı yıllardaki gibi, Türkiye toplumunda sol bilincin oluşumunun öncülüğünde yalnızlar.
Bugün Türkiye toplumunun temel gündemlerini oluşturan konulara ilişkin olarak ileri sürülen sağ politikaların 30 yıldır ısıtılıp ısıtılıp iktidarlara uygulatılmasına karşın Türkiye’nin hiçbir sorununu çözemediği görülüyor. Kürt sorununun şovenizmle çözülemeyeceği Türkiye toplumunun baskılayıp bilinç altına ittiği bir öz-deneyim gerçekte. Çocuklarını askere gönderirken çılgınlar gibi “asker gidecek, geri dönecek” diye haykırarak içini rahatlatmaya çalışırken bozkurt işaretleri yapan bir şizofreninin başka bir açıklaması var mı? “Milliyetçilik” taslayan hiçbir kesimin ABD/AB emperyalizmi ve IMF soygunculuğuyla bir alıp veremediğinin olmadığı da bu toplumun bir ortak deneyimi; dinciliğin ahlak, toplumsal adalet ve inanç özgürlüğü getirmediği de…
Ve her 6 yılda bir olduğu gibi bu politikalar, topluma ağır bir ekonomik yıkımla bugün yeniden fatura ediliyor.
Dünya ekonomisi yeni bir daralma dönemine giriyor. ABD’den sonra AB de faiz oranlarını artırarak, dışarıdaki sermayesini geriye çağırma, dünya çapındaki soygununu realize etme yoluna girdi. Şimdi Türkiye egemen sınıfları yoksul halkın elindeki son kırıntıları da uluslararası sermayenin önüne koyarak yeni bir yoksullaştırma dalgasının düğmesine basıyor.
Bu yeni yoksullaştırma dalgasının ilk büyük sonucu gerçek ücretlerin sert bir biçimde düşmesidir. “Beklenen enflasyon”a göre düzenlenen asgari ücret, iki ayda %25’i bulan devalüasyon ve %30’a tırmanan faiz oranlarıyla daha şimdiden %15 değer yitirdi. Ücretlere vurulan bu darbe, yeni bir işten çıkarmalar dalgasıyla daha da ağır sonuçlar yaratmaya gebedir. Çünkü, düşük kurla ucuz ithalata dayalı imalat sanayinin borç yükü birden bire devalüasyon ölçüsünde artmıştır. İmalat sanayinin bu bölümünün borçlarını devletin kucağına bırakarak durması gündeme gelebilecektir. Bu noktada bütün ücretlilerin “soygunun faturasını hırsızlara ödetin” talebiyle harekete çağırılmasının ve bu hareket sürecinde, neo-liberal sömürgecilik politikalarının sorgulanmasının çok güçlü koşulları bulunmaktadır. Bu noktada ilerici emek ve halk örgütlerinin sol politik güçleri de seferber edecek bir çerçeve oluşturarak harekete geçirilmesinin etkili sonuçlar yaratacağı görülmelidir.
Diğer bir büyük yıkım dalgasının sağlık, eğitim ve konut gibi temel ihtiyaç alanlarında ardı ardına patlak vereceği ortadadır.
Sağlık alanının uluslararası sermaye ve işbirlikçilerine peşkeş çekilmesi yolunda geçtiğimiz yıl atılan adımların yıkıcı sonuçları yazla birlikte gündeme geldi bile. Hastanelerde ardı ardına gelen bebek ölümleri, basit önlemlerle durdurulabilecek salgın olaylarının gelişmesi, gerekli ilaçların ithal edilememesi nedeniyle artan ölüm olayları ardı ardına yaşanıyor. Sağlığın piyasalaştırılmasından kaynaklanan her ölüm olayının bir muhalefet eylemi vesilesi haline getirilmesi halinde Türkiye’nin dört bir yanı her gün neo-liberalizme karşı eylem ve direniş alanına dönüştürülebilecektir.
“Kentsel dönüşüm programı” önümüzdeki dönemin en kapsamlı neo-liberal saldırılarından biridir. Bu program, büyük kentlerdeki gecekondu mahallelerini yıkarak, buradaki küçük mülkiyet ilişkilerini ortadan kaldırmayı; elde edilen arsaları, büyük inşaat şirketlerine aktararak, proleterleştirme sürecinden beslenen kent rantını uluslararası sermayeye peşkeş çekmeyi hedeflemektedir. Kentsel dönüşüme karşı gecekonducu direnişini “küçük mülk sahibinin istimlak değerini yükseltme” mücadelesi olmaktan çıkarma, işçi sınıfının konut hakkı ve kent yaşamının örgütlenmesi sürecine katılma mücadelesine dönüştürme perspektifiyle ele almak, yoksul halk örgütlerince başarılabilir.
Eğitim alanının ticarileştirilmesine karşı özellikle Avrupa ve Latin Amerika’da yükselen orta ve yüksek öğrenim öğrenci ve öğretmenlerinin halkçı hareketlerinin Türkiye’de de geliştirilebilmesinin önündeki önemli bir engelin bugünkü Eğitim-Sen yönetiminin kısır bakış açısı olduğu görülmektedir. Ancak bu engel, Türkiye’nin dört bir tarafından öğrenciler, devrimci Eğitim-Sen şubeleri ve ilerici halk örgütle
rinin ortak çabasıyla geliştirilecek aşağıdan yukarı bir eylem süreciyle aşılabilir; bu alanda da neo-liberal yeni sömürgecilik politikalarına karşı etkili bir toplumsal direniş yaratılabilir.
Bütün bu toplumsal direniş süreçleri giderek tek bir potada toplanarak, Türkiye toplumunun neo-liberal yeni sömürgecilik politikaları nedeniyle çözemediği yapısal politik sorunların da sorgulandığı bir genel ve sürekli hareket haline getirilebilir.
Çünkü devletin tepesindeki bugünkü gerici çatışmanın her iki tarafı da neo-liberal yeni sömürgecilik politikasının uşaklarıdır.
Yani yüzyüze olduğumuz büyük yoksullaştırma dalgasının karşısına neo-liberal yeni sömürgecilik politikalarını “bütün kurum ve kurallarıyla” sorgulayan bir toplumsal direniş çizgisiyle dikilebilmemiz halinde, sol Türkiye toplumu için yeniden kulak verilen bir alternatif halini alabilecektir. Türkiye için “çıkış kapısı”nın solda olduğunu gösterebilmek için koşullar bugün her zamankinden daha elverişlidir. Yeter ki sol politikaları ezilen emekçi kitlelerle buluşturan somut bir eylem çizgisiyle hareket edilsin.
İşte bu noktada ABD ve AB emperyalizminin sömürgeci politikalarının “demokratik sonuçlar yaratabileceğini” hayal eden Kürt milliyetçiliği ve liberal sol ile siyasi islamın “devlete ve ABD’ye karşı” görünümünden hareketle özgürlükçü-anti emperyalist bir muhalefetin müttefiki olduğunu varsayan türlü çeşitli dar kafalı “sol”culukların yaratabilecekleri kafa karışıklıklarını aşabilecek taktik yaratıcılığın ve girişkenliğin rolü büyük olacaktır.
28 Haziran