27 Ekim günü Montevideo’da, birkaç gün sonra yeni devlet başkanını seçecek olan Uruguay’daki tarihî mitingdeydim. Yarısı başkentte yaşayan toplam nüfusu ancak üç milyonu bulan bu küçümen ülkedeki seçim kampanyasının muazzam finâli 300.000 kişinin katılımıyla, tam bir şölen havasında yaşanıyordu. Havanın kararmaya henüz yüz tutmadığı saatlerde başlayan ve gece yarısına doğru anca sonlanan bu miting sıradan […]
27 Ekim günü Montevideo’da, birkaç gün sonra yeni devlet başkanını seçecek olan Uruguay’daki tarihî mitingdeydim. Yarısı başkentte yaşayan toplam nüfusu ancak üç milyonu bulan bu küçümen ülkedeki seçim kampanyasının muazzam finâli 300.000 kişinin katılımıyla, tam bir şölen havasında yaşanıyordu. Havanın kararmaya henüz yüz tutmadığı saatlerde başlayan ve gece yarısına doğru anca sonlanan bu miting sıradan bir seçim etkinliği değil, iktidarı daha seçim sandıkları kurulmadan almış muzaffer bir hareketin gövde gösterisiydi adeta. Evet, Tabare geliyordu, gelmişti ve muazzam bir coşku yaşanmaktaydı …-ama gelen kimdi ve şimdi neler olacaktı, bunu fazla da kurcalayan yoktu açıkçası. Bir yanıyla tarihsel, ama bir yanıyla da sanki bir şeylerin eksikliğinin fazlaca hissedildiği bir toplantı olmuştu bu. Eksiklik, sanıyorum Tabare’nin sözlerinde ve politik söylemlerdeydi ve oradaki ortam, sanıyorum, ülke genelindeki tabloyu aynen yansıtıyordu.
Uruguay heyecanlıydı. Mitingden üç gün önce, havaların iyiden ısınmaya başladığı ılıman Buenos Aires baharından ayrılarak okyanustan doğru esen rüzgârların vurduğu Montevedeo’daki Tres Cruces garına vardığımda karşılaştığım büyüleyici manzara dahi sonsuz bir heyecan kaynağıydı. Ülkeleri dışında yaşayan ya da yaşamak durumunda bırakılan Uruguaylılar solun tarihî seçim zaferine katkıda bulunmak üzere birkaç günlüğüne de olsa memleketlerine dönüyor ve dönenler ellerinde Geniş Cephe (Frente Amplio) bayrakları bulunan bir kalabalığın tezahürâtlarıyla karşılanıyorlardı. Sonradan televizyonları izleyip gazetelere bakındığımda benim garda tanıklık ettiğim karşılamanın mislisinin de havalimanında yaşandığını öğrenecektim üstelik. Esas büyük şölen ise, seçim gününün arifesinde yaşanacak ve yalnızca Uruguay değil, Arjantin gazetelerine de manşet olacaktı: Zirâ Rio del Plata halicinin karşı yakasında mukim bulunan ve sayıları yüz binleri bulan Uruguaylılar, ellerinde bayraklar, şarkılar söyleyerek ve tempo tutarak ülkelerine gelecek, Rio nehrinin okyanusla birleştiği bölge, bu muazzam filonun geçit törenine sahne olacaktı. Liberal, muhafazakâr ve faşist versiyonlarıyla ülkeyi handiyse iki asırdır kesintisiz bir biçimde yöneten sağ parti ve cuntaların saltanatının sonlanmasına birkaç gün kala bu ufak ülkenin yolunu tutanlar arasında, Kuzey Amerika ve Avrupa memleketlerinde yaşayan Uruguaylılar da vardı elbet ki, sayıları hiç de az değildi bunların. İlerleyen günlerde, anavatanı olması gerektiği hâlde hiçbir zaman yaşamadığı bu topraklara nihâyet ilk defa adım atan Kanadalı bir Uruguay yurttaşıyla tanışacaktım (ailesi askerî diktatörlük yıllarında Buenos Aires’e göç etmiş, faşizmin katmerlisinin kısa zaman sonra Arjantin’i vurması üzerine ise Kanada’ya yerleşmişlerdi). Az önce sözünü ettiğim mitingdeyse sandık başına ta Kanarya adalarından gelen genç çiftle tanışacaktım.Üç milyon nüfuslu bu Latin Amerika ülkesinin başkenti kocaman bir şölen podyumuna dönmüştü sanki. Hemen her evden bir bayrak yükselen işçi mahalleleri Cephe bayrağının kırmızı-beyaz-mavi renklerine boyanmıştı adeta. Ama bu, işçi mahalleleri ve gecekondu bölgeleriyle sınırlı değildi. Kentin kalbinin attığı 18 de Julio bulvarında olsun, üst sınıfların itibar ettiği sahil boylarında olsun pek çok dairenin penceresinden salınıyordu o üç renkli bayrak. Mesai saati bitiminden başlayarak birkaç saat boyunca insanlar sokaklarda tempo tutuyor, süslenmiş arabalar caddeleri dolanıyor, kimi köşe başlarında karnavalesk danslar yapılıyordu. Seçim çoktan kazanılmıştı artık, beklenen ise sandıkların kurulup sonuçların resmiyete dökülmesiydi.
Uruguay heyecanlıydı ama herkesin seçimden ve daha doğrusu solun zaferinden söz ettiği bir ülkede nasıl tarif edebileceğimi bilemediğim ama daha ilk andan dikkât çeken bir apolitizm de kendisini hissettirmiyor değildi aslında. Her köşede bayraklar, flâmalar vardıysa da, solun ne söylediğinin ayırdına varabilmek pek kâbil değildi. Sol örneğin ABD ile ilişkiler konusunda ne düşünüyor ya da bir kamulaştırma programı öngörüyor muydu, işsizlikle mücadelede neler öneriyor veya ırkçılığın önünü nasıl almayı planlıyordu; emeklilik yaşı ve koşulları, sosyal yardımlar, yoksulluk, ırkçılık, cinsler arası eşitsizlik…-hayır bunların hiçbiri gündemde değildi. Ne güncel ve politik konular, ne de büyük hayaller ve sloganlar konuşuluyordu sokaklarda. Sol “geliyor”du ve bu yetiyordu galiba…
Birkaç gün sonra yalnızca başkanlık seçimleri değil ama aynı zamanda bir referandum da yapılacak ve halk ülkenin su kaynaklarının kamu tasarrufunda kalması veya özelleştirilmesi seçeneklerinden birinden yana tavır koyacaktı. Referandumda suyun kamu tasarrufunda kalmasından yana tavır almakla başkanlık seçimlerinde solun adayı -ve şimdinin başkanı- Tabare lehine oy vermek hemen hemen aynı anlama geliyor, ne ki bu su meselesi taşıdığı bunca hayatî öneme değin pek de açılmıyordu. Suları özelleştirilmeye kalkmaları liberallerin intiharı olmuştu adeta ve ” iktisadî zaruret” nedeniyle gündeme getirdikleri bu “mecburuz” önerisini seçim kampanyasında da kullanacak denli salak değillerdi. Sol ise tekil politik başlıklarla artık uğraşmayacak denli bağlanmıştı “tarihî zafer” söylemine. İşin ilginci bu ya, haftanın su meselesine odaklanan yegâne kitlesel etkinliği ne sendikaların, ne partilerin, ama çılgın yeniyetmelerin marifetiydi. 24 Ekim günü, sahile yakın bir parkta tertiplenen konserde çeşitli hard rock, punk ve ska grupları sahne aldı ve kamusal zenginliklerin özelleştirilmesine karşı çıkan yüzlerce genç sabahtan akşama kâh dans etti, kâh gruplar hâlinde çimenlere oturup sohbete koyuldu, ve elbet arada avlayacak kız/oğlan bakınmayı da ihmâl etmedi. Gündemi seçim listelerine kilitlenmiş ana akım solun pek itibar etmediği bu konserde kentteki diğer etkinliklerden farklı olarak üzerlerinde senatör adaylarının resimleri bulunan kâğıtlar değil özelleştirme karşıtı bildiriler dağıtılması ise özellikle kayda değerdi.
Ekim ayının son günü pusulalar sandıklara yığıldı ve sayımların ertesinde, Tabare’nin zaferi resmen ilân olundu. Tabare hükûmeti emekçilere neler verebilir, bunu kestirebilmek güç. Ne ki, 27 Ekim akşamı sokaklara akan yüz binlerin heyecanı kapitalizmi yıkmaya aday kitlesel bir hareketin ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlamaya yetecek güçte. İşte bu, sonsuz bir iyimserlik kaynağı.