Bir domuzu, bir kediyi, bir kirpiyi kurtarmak iyidir, değerlidir. Ama “tür”lerin yaşam hakkını ve yaşam alanını bir bütün olarak güvence altına almak doğru yol ve insancıl olan hedeftir
“Doğa insanın organik olmayan bedenidir.”
Karl Marks, 1844 El Yazmaları
Bir Türkiye klasiği olarak bu yazda yanan ormanlarla birlikte ormanın içinde ve dışında yaşayan türlerin ölüm haberini izledik. Yangınlarda yaşanan türlerin can kaybından dolayı kavramın gerçek karşılığı olarak milyonlarca insanın içi acıdı, ateş milyonların içine düştü. Resmi makamlara göre her ne kadar “can kaybı” insanla sınırlı tutulsa da toplum bunu vicdanen kabul etmedi. Canlarımız yanıyor diyerek ellerinde kalmış tek iletişim aracı olan sosyal medya üzerinden feryatlarını dile getirdiler. Evet canlarımız yanıyor. Birçok tedbirsizliği ve rantı buraya yazabiliriz ve hepsinde de haklıyız. Ancak mesele artık bir tespit yapmanın ve protesto etmenin çok ötesinde. Toplum da zaten kimin ne yaptığının, kimin neleri yapmadığının yeterince farkında.
Yaşam hakkı savunuculuğu mücadelesinde, başka bir bilinci günyüzüne çıkarmamız gerekiyor. Kimi kavramların artık yerine oturtulmasının ve politik olarak o kavramların toplumsallaştırılmasında yarar var. Aksi takdirde “yaşam hakkı savunuculuğu” hem doğru bir çizgide ilerlemiyor hem de bu haliyle politik ve ideolojik olarak dağınıklık görüntüsü veriyor. Diğer taraftan her türlü iktidar çevrelerince (medya, trol, haber ajansları vs.) bu dağınıklık hali “marjinal insan topluluğu” algısı yayılarak yaşam hakkı savunuculuğu boşa düşürülmeye çalışılıyor.
Mavi vatan ya da yeşil vatan gibi insan odaklı tanımlamalardan uzak durarak, ekolojik yeryüzü, türlerin yaşam hakkı ve “insanın manevi ve fiziksel olarak doğaya bağımlılığını/muhtaçlığını” daha çok vurgulamamız gerekmektedir. Tür, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm canlı ya da cansızlarla (ağaçlar, çalılar, bitkiler) ortak bir yaşam formunu savunmanın bir tercih değil, tüm türlerin yaşam odaklı zorunluluğu olduğunu ve yaşam formatına zarar verenin yok edenin insan türünün olduğunu daha fazla öne çıkarabilmeliyiz. Kısaca insan bir tür varlığıdır. Kendi türüne ve başka türlere aynı eşitlikte davranmaz. Kendini ve türünü evrensel haklı, diğer türleri ise evrensel haksız olarak görür ve öyle davranır. İnsan kendi türüne, türlere ve doğaya yabancılaşmış varlıktır. En temel ihtiyacı olan yeme, üreme gibi temel fonksiyonlarını bile abartarak kapitalist yaşam formunda, üreterek üretim tanrılarına, tüketerek tüketim tanrılarına kendinden daha fazlasını verdiğinden kendi doğasına ve aklına neredeyse bir şey kalmaz.
Bir domuzu, bir kediyi, bir kirpiyi kurtarmak iyidir, değerlidir. Ama “tür”lerin yaşam hakkını ve yaşam alanını bir bütün olarak güvence altına almak doğru yol ve insancıl olan hedeftir. Barınaklar, şartlar ne olursa olsun yaşam alanı değil “hapishane”dir. Her “tür”ün kendini geliştirme, avlanma, doğurma, yuva yapma, yavrularını büyütme ve genetik özelliklerini kendisinden sonraki nesillere aktarma hakkı vardır. Barınaklar ne kadar iyi olursa olsun bu hakları türlerin elinden alır.
İnsan “organik olmayan bedeniyle”, yani doğayla yaşamayı öğrenmek zorundadır. Doğanın insana değil, insanın doğaya muhtaç olduğunu bilinçlerde yeniden yeşertmenin yollarını aramalıyız. Türlerin hayatıyla türün bir yaşam formu olan bireyin hayatını birbirine karıştırmadan türlerin yaşam hakkını ve kendilerini var etme hakkını savunmalıyız. Bir domuzu, bir domuz olarak değil, domuzların sosyal bir tür olarak dağlarda yaşam haklarının olduğunu savunabilmeliyiz. Ekolojik dengenin koruyucusu kırsal ve evsel hayvanları barınaklara, mandıralara, kapalı alanlara hapsettiğimizde bitkilerle hayvanlar arasında kurulan dengenin bozulacağını, yenmeyen ya da sürü halinde gezen hayvanların ayakları altında ezilmeyen her türden bitkinin yangınlara sebep vereceğini ve böyle böyle her türden yaşam döngüsünün küle çevrileceğini unutmayalım. Endüstriyel hayvancılığın hayvanlar için zulüm olduğunu hepimiz biliriz. Aynı zamanda endüstriyel hayvancılığın doğaya bırakmasına izin vermediği hayvanların, doğaya bırakılması gereken hayvan dışkısından hayvan cesedine kadar ekolojinin ihtiyaçlarını bir bütün olarak kavramak ele almak gerekmektedir. İnsan beslenme araçları gelişip yaygınlaşırken “hayvanları beslenme aracı” olarak görmekten vazgeçmeliyiz. Av meselesi ise tamamen yasaklanmalı öldürülen her canlı maktul sıfatında ele alınmalıdır.
İktidar yani güç kimin elinde olursa olsun, kimi “muhalif akılların” üst düzey denge tuzağına düşerek iktidar değişikliğini toplumsal değişiklik olarak algılatmasına ve algılanmasına düşmeden, yönetici erkin toplumsal değişimi kabullenmesinde en etkili yöntem olan ideolojik ve politik bütünlükte ısrarcı olmakta fayda var. Bir şey ne kadar toplumsallaşırsa o ölçüde politikleşir ve o ölçüde değişimi zorlar.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.