Öndeş, isteyerek ya da farkında olmadan günümüzde çözülen ilişki biçimlerine dair hayatın içinden bir yanıt üretiyor. Yoldaşlığı da arkadaşlığı da idealize etmeden, zorlama yapmadan Sebo ve İsrafil üzerinden anlatıyor
“Emekli konsoloslar,
kutu yapımcıları büyük pastanelere,
hamurkârlar, pabuççular,
polis hafiyeleri, kesekâğıtçılar
Saraçlar, kurşun dökücüler,
muhasebeciler, su yolcuları
Şarkı düzenleyenler, saat tamircileri!..
Şimdi tarihte saat kaç?”
Turgut Uyar, Büyük Saat
Bir hesaplaşma romanıyla karşımızda M. Ender Öndeş. Kendi deyimiyle “katmanlı bir hesaplaşma”.[1] Edebiyat eleştirmenlerinin de affına sığınarak kitabın bir başka yanına odaklanarak, yetersiz bir tanımlama olacağı ön kabulü ile “rütbesiz bir yoldaşlık romanı” diyeceğim. Ne taraftan incelemeye, eleştiriye tabi tutulsa da hayat gibi bir roman karşımızdaki. Karikatürize edilmiş karakterlerden uzak, kurgunun yapaylığıyla boğulmamış, yaşamın ritmiyle ilerleyen bir roman…
Korku ve iradenin karşı karşıya gelişine tanık olduğumuz Ben Feride Bu Benim Sesim[2] romanının ardından 1970’li yıllarda yoldaşlık etmiş devrimci gençlerin, Sebo’nun (Cevahir), İsrafil’in (Muhlis), kısık sesle duysak da Nilüfer’in hikayeleriyle karşımızda Öndeş.
Bu yazıda detaylı bir edebiyat eleştirisi yapmak niyetinde değilim, haddime de değil.[3] “Genç bir yazarın”, sıkı takipçisi bir okurunda bıraktığı duygu durumu olarak nitelenebilir olsa olsa yazılanlar.
Demans hastası olup olmadığı bile belli olmayan Sebo’nun bir örgüt kampında yaşadığı “İstinat Boşluğu” tartışmasıyla başlıyoruz romana. Daha sonra Sebo’nun yaşlılığına kesiksiz bir geçiş… ‘Huzurevinden’ kaçan Sebo’nun ‘hayırsız evladı’nın bağırışları, küfürleri çalınıyor kulağımıza. Öndeş, 10 parmağa ve iki bileğe bağlı, 12 ana renk iplikle aralara giriyor. Daha doğrusu, Sebo’nun peşine düşüldükçe bu “an”lar Sebo’nun beyninde parlıyor.
Örgüt kampından çıkıyor Sebo, işkence tezgahına giriyor. Nilüfer ile konuşuyor, haklılığını İsrafil’e ‘bok atarak’ ispatlamaya çalışıyor, Kemal Hoca’nın sözleri çalınıyor kulağına. Bazen uzaktan geliyor sesler, yüzler görünmüyor; bazen de burun buruna bakıyor karşısındakine.
Öndeş, katmanlı bir hesaplaşmayı işlediği kadar baba-oğul çatışmasını da kitabına yerleştiriyor aile ve devlet sorgusunu da. “artık buruşuk bir çarşaf gibi dağılan/yüzüne bakınca duydum ancak/anneler erken/ ölümlerine yakın sevilir babalar” diyor Kemal Varol “Küfran” adlı şiirinde. Nusret bir “tehlike” anında, zannedersem bu tehlike ölüm olmadığı için, sevgiden çok, dumanı sönmüş öfkesini alevlendiriyor Sebo’ya. Küfürler ederek, bağıra çağıra, kıra döke. Mutsuzluğunu, huzursuzluğunu, kötü olayların müsebbibini babası olarak atayıveriyor. Fakat Sebo kayıplardayken ev, arsa bakmayı da ihmal etmiyor.
Nilüfer’den ise bambaşka bir çatışma ve sorguyu dinliyoruz. Romanın genelinde Nilüfer’in sesini çok duyamıyoruz. Hayalet bir karakter bir nevi. Belki de Nilüfer, yokluğuyla var oluyor romanda demek daha doğru olacak. Sesini duyduğumuz yerde ise “Benim annem dilsizdi”[4] diye başlıyor söze Nilüfer. Bir “yarbayın kızı” Nilüfer. Öyle ki, “Bizim evde konuşmak diye bir şey yoktur. Soru da yoktur. Yanıt da yoktur. Kimseye ‘şunu yapar mısın’ denilmez, o zaten yapılmıştır; aksi düşünülemez bile”[5] diyerek gayet net anlatıyor evdeki durumu. Askeri nizam bir evden, yarbay babanın yanından işkencehanelere giden zor bir hayat Nilüfer’inki. Cezaevinin ardından Cankurtaran’daki evde yarbayın doldurduğu buzdolabı, hesap cüzdanı ve dehşet verici yalnızlığı baş başa bir hayat…
Bambaşka hayatlar olmasına rağmen Nusret’inkiyle de Nilüfer’inkiyle de baba-oğul, baba-kız çatışmasını ve aile-devlet sorgusunu gözümüzün önüne seriyor Son Defile.
Walter Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine adlı ünlü metninde şöyle diyor: “Geçmişin gerçek yüzü hızla kayıp gider. Geçmiş, ancak göze göründüğü o an, bir daha asla geri gelmemek üzere, bir an için parıldadığında, bir görüntü olarak yakalanabilir.”[6] Sebo ve İsrafil, her seferinde kavga eden ama birbirini deli gibi seven iki adam. Geçmişin gerçek yüzü kayıp gitse de demans belirtileri gösteren Sebo’nun da öfkesi her daim diri kalan İsrafil’in de kurdukları o yoldaşlık, o “an” her daim parıldıyor. İkisi de geçmişi “bir görüntü” olarak yakalayabiliyor.
Günümüz ilişkilerden farklı bir öz, farklı bir durum var burada. Gelip geçici, yapay bir şey kurmuyorlar. Aslında öyle ahım şahım bir şey de yok aralarında. Başta dedik ya birbirini seven iki tane adam karşımızdaki. Birbirlerine canlarını emanet etmiş, iyi birer arkadaşlar. Rütbesiz bir yoldaşlık var ilişkilerinin temelinde. “Yoldaşlık” diyorlar yani, “öyle süslü püslü anlatılarla tarif edilecek karmaşık bir şey değil!”
İsrafil küfrederek arıyor Sebo’yu ya da öfkeyle anıyor onu adı her geçtiğinde. Bu anlamıyla Öndeş, isteyerek ya da farkında olmadan günümüzde çözülen ilişki biçimlerine dair hayatın içinden bir yanıt üretiyor. Yoldaşlığı da arkadaşlığı da idealize etmeden, zorlama yapmadan Sebo ve İsrafil üzerinden anlatıyor. Bu anlamıyla Son Defile, biraz da rütbesiz bir yoldaşlık anlatısı.
[1] https://yeniyasamgazetesi9.com/katmanli-bir-hesaplasma-son-defile/
[2] M. Ender Öndeş, Ben Feride Bu Benim Sesim, Dipnot Yayınları, Ankara, 2023.
[3] Romanın tarih, siyaset ve edebiyat incelemesi bağlamında değerlendirmesi için: İbrahim Sarıkaya – Zamanı Geriye Doğru Akıtmak
[4] Son Defile, s.74.
[5] s.75.
[6] Walter Benjamin, Pasajlar, YKY, İstanbul, 2002, s.39.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.