Çatışmanın ortasındayız ve çatışma kabiliyetimizin kıyasen zayıf bir aşamasındayız. Bu fark uykularımızı kaçırıyor. Bu açıyı kapatmak için en azından itaatsiz ve mutlaka ciddi olmaya, “genel olarak mücadele çağrısından” daha fazlasına, siyasi gerilimi taşıyacak ağırlık merkezine ihtiyacımız var. Dostlarımızı çoğaltmak ve mücadeleyi büyütmek istiyoruz. Taksim yolunda gün boyu binlerce direnişçi, Kadıköy’de ise bu anlattığım tablo vardı. Olan oldu, yaşasın 2, 3, 4… Mayıs
1 Mayıs geride kaldı. Yıllardır süregelen Taksim vs dörtlünün çağrı yeri (Bakırköy, Maltepe, son olarak Kadıköy) tartışmalarında bu yıl ciddi bir eşiğin aşıldığı görülüyor. Ayrımın ortaya çıktığı ilk yıllarda, Taksim dışındaki çağrıdan hiç değilse Taksim yolunda gözaltına alınanlarla dayanışma duyguları paylaşılırdı, bu yıl Ankara’da bir üniversitelinin sahneden Taksim’e selam yollaması dışında görmezden gelindi. Ne yazık ki, Kadıköy çağrısına uyan birçok topluluk “Anayasal demokratik hakların kullanılması” bağlamında dahi olsa Taksim ile ilgili söz söylemedi. 1 Mayıs’ın öncesinde üniversite öğrencilerinin DİSK önünde yaptığı eylem ve görüşme, 1M2025 Taksim Tertip Komitesi’nin kurulması ve çalışmaları vb. bir dizi durumla beraber düşününce aşılan eşik olumlu ve olumsuz taraflarıyla daha da netleşiyor. Birkaç not düşerek tartışalım.
1. Kadıköy’de 1 Mayıs’a karar verdiren, 19 Mart’tan beri artarak süren Taksim ısrarı oldu. Bu açıdan biz yıllarca yasaklandıktan sonra Kadıköy’e çağrı yapılan bir 1 Mayıs’ı değil, Taksim ısrarını zayıflatmak için üretilmiş olan bir Kadıköy 1 Mayıs’ını konuşuyoruz. Bu kararın sorumluluğunu CHP DİSK’e, DİSK sosyalist partilere, sosyalist partiler birbirlerine ve hatta “tabanlarının talebine” atıyor. Son seçenek dışında hepsi doğru olabilir, bu kısmı bence önemli değil. Ama şu önemli: Kadıköy kararı 1 Mayıs’ı aynı zamanda “karşı kıyıya” kaçırdı. Saraçhane, 1 Mayıs’a gelenlerin Taksim ısrarını sürdürdükleri bir konumdu, bu yıl araya deniz girdi. Bu tip somut konumlanmanın ne kadar önemli olduğunu Beyazıt’tan Saraçhane’ye, Beşiktaş’tan Galata Köprüsüne yürüyen üniversiteliler bir kez daha kanıtlamıştır. Vapurları ve bütün ulaşım yollarını polis halletti, DİSK yöneticileri de mitinge gelenlerin kendi çizdiği 1 Mayıs sınırlarına uyum sağlayacağını düşünerek rahat uyumuştur.
2. Taksim’de geride bıraktığımız yıllar boyunca sürekli olarak inat eden çok az sayıda topluluk var. Sendikaları ve gençlik örgütlerini dışarıda bırakarak yazayım: Komite, Halk Cephesi, Alınteri, Mücadele Birliği, Devrimci Hareket, HKP aklımda kalanlar. Örneğin 2018’de gözaltına alınan bütün Taksimciler eni konu 87 kişiydi. Sonraki yıllarda pandemi sebebiyle 1 Mayıs’ın tümden yasaklanmasının da kaldıraç olmasıyla “Taksimci” topluluklar arttı. Bu yıl 2016 itibariyle girilen “Taksim çağrısız 1 Mayıs”lardaki en büyük kalabalığa ve derli topluluğa ulaşılmış görünüyor. Bugün “Taksim” diyen bazı topluluklar da dahil o günlerde de herkes “kitlesellik, güçlü görüntü, sınıf ne diyor” türünden laflar ediyordu. Bu 1 Mayıs’ların o söylendiği amaçlara hizmet etmediğini görmek zor değil, aksine katılım hep beklentinin altında kaldı ve hemen hepsi CHP mitinglerine dönüştürüldü. Örneğin, sonradan CHP milletvekili olan Kani Beko 2016’da “Bir defaya mahsus olmak üzere 1 Mayıs’ta Bakırköy” demişti, bu yolun sonu 2022’de Arzu Çerkezoğlu’nun 14 Mayıs seçimlerini işaret ederek “Son yasaklı 1 Mayıs’ı” müjdelemesine vardı. Bugün, bu türden oyunbazlığı delip geçmek için elde hiç olmadığı kadar geniş imkanlar vardı ama…
3. Aması şu: DİSK tümüyle içerilmiş durumdadır, bunu mücadele eden işçiler sürekli görüyor ama sosyalistler bu gerçekten uzakta siyaset yapıyor. Bu yüzden BMİS’i ayırırsak CHP belediyelerinde çalışan emekçilerin zorunlu adresi olan Genel-İş’in 170 bin üyesi dışında doğru düzgün bir tabanı olmayan DİSK’ten “sınıf” diye bahsedilebiliyor. (Üye sayısı milyonlar da olsa siyaset bilgimize takla attıran “Sınıf ne istiyor?” türünden sorular anlamsız olurdu ama en azından bir maddi güce karşılık geldiği için cevapları tartışmaya değerdi.) DİSK kendisine üye olan ya da yönelen işçileri her seferinde satarken suç ortaklığı olan teşkilatları zaten söylemeye gerek yok. Ama kalanı için de; özel anlamda sendikal hareket içindeki gelişmelere, genel anlamda işçi hareketine karşı bu ilgisizlik, bilmem nasıl açıklanır? Üstelik bu umursamazlık sebebiyle, bu alanda kim ne yaparsa yapsın rezil olamıyor, sosyalist solun kendisiyle mesafelenmesini, kendisini tecrit etmesine yol açamıyor. İşçilere karşı işlenen tüm günahlar, sosyalistler tarafından kolayca görmezden gelinebiliyor.
Örneğin çürümüş DİSK’in yüz akı Nakliyat-İş, onca işçi direnişine, greve, kendi işkolunda olmayan işçilerin de devasa eylemlerine öncülük etmesine rağmen sosyal-şoven özellikler taşıyan HKP ile siyasal yakınlığı sebebiyle hemen gözden çıkarılıyor, direnişlerine selam sabah bile verilmiyor. Diğer açıdan; HKP’nin Ermeni Soykırımı, Kürt sorunu gibi konularda hiçbirine katılmadığım görüşleri onun işçi mücadeleleri içindeki konumunu görünmez kılıyor. (Buradan, işçi mücadelelerinde daha etkin olmakla ilgili ciddi bir görev de çıkarılmıyor.) Ama tersi hiç olmuyor; yani işçi mücadelelerinde düşmanla beraber davranan hiç kimse “genel anlamda demokrasi mücadelesi” içinden söz söylediği sürece soldan tecrit edilmiyor. Öyle olsa, DİSK’in çağrısına her koşulda böyle teveccüh gösterilmezdi. Bu durumda “sosyalist hareketle işçi hareketinin mezcedilmesi olarak devrimci hareket” ortak geleneğimize bağlı olanlar açısından gerçekten hangi ortak değerlere sahip olduğumuz konusunda ikiyüzlülük ortaya çıkıyor. Sınıf mücadelesi; ideolojik, ekonomik ve politik mücadele cephelerinden oluşuyorsa; HKP ile verilen haklı ideolojik mücadeleye katılıyorum. Ben faşist vb. sıfatlarla değil, az önce olduğu gibi sosyal-şoven olarak anmayı doğru bulurum. Ancak benzer bir mücadelenin “DİSK’e verilen aidat Türk askerine kurşun olarak döner.” diyen Türk-Metal’i aşıp kendisine yönelen işçileri koltuk telaşı ve hatta korkaklıkla kabul etmeyen, Türk-Metal’le de centilmenlik anlaşması imzalayarak işçileri sahipsiz bırakan DİSK merkezine karşı neden benzer bir ısrarla sürdürülmediğini de sormak zorundayız. Üstelik burada alınacak yol; işçiler içindeki şoven, milliyetçi eğilimlerle mücadele etmek konusunda diğerine kıyasla benzersiz imkanlar içeriyordu.
Kaldı ki geride bıraktığımız yıllar içinde; kendi iletişim kurdukları, mücadelelerine öncülük etmeye başladıkları işçi topluluklarını çeşitli sebeplerle Nakliyat-İş’e yönlendirip aradan çekilen siyasi topluluklar da oldu. Şimdi işçi mücadeleleri içinde egemen sendikal anlayışın tam tersine direnişçi bir pozisyonda olduklarını söyleyince suçlu oluyoruz. Sormazlar mı, madem bunlar faşistti, şuydu, buydu; niye işçileri faşistlere bıraktınız diye?
4. Bizim yıllardır süregelen 1 Mayıs’ta Taksim ısrarımızın özü işçi hareketi ve sendikal hareket içindeki bu yarılmaya, doğal olarak Taksim’den vazgeçenlerin aynı yıllar içerisinde işçi sınıfının bir güç olarak kendisini inşasından da tümden vazgeçmesine, buna sosyalist soldan ciddi bir itiraz ve eleştiri gelmemesine, aksine bunu meşrulaştıran konumlar alınmasına dayanıyor. İzinli-yasaklı meydan bunun bir izdüşümü olarak siyasi iktidarla ve hükümetle geliştirilen “zararsızlık sözleşmesinin” sonucunda gündeme geliyor. İktidarın Türkiye’de işçilerin sendikal hakları varmış gibi yapmasının, ana akım sendikaların mücadele ediyormuş gibi yapmasının vb. bir uzantısı olarak 1 Mayıs kutlanabiliyormuş gibi yapmaya ortak olmayı reddediyoruz. Direnen işçiler, yıl boyunca çok büyük imkansızlık içinde ve çok sert saldırılara karşı mücadele ediyor. 1 Mayıs’ta Kadıköy’de DİSK heyetinin kibirle sırıtan, yalandan kol kola girip pozlanan fotoğraflarına bakınca mı, barikat önünde oturan ya da abluka altında derdini anlatmaya çalışan Taksim Tertip Komitesi bakınca mı kendi temsilini görüyordur?
DİSK sarı sendikacılığa doğru giderken; Türk-İş ve Hak-İş de sarı sendikacılıktan patron sendikacılığına doğru yol aldı. 1 Mayıs kutlanan meydanların (hem Kadıköy hem Kartal) ortasında duran fil bu; “ama sınıf, ama kitle, ama güvenlik” diye laf ebeliği yapmakla yok olmuyor. Bunlar “içinde çalışılan en gerici sendikalar” konumunda değiller; bunu söylemek onlara iltifat olur. Çünkü Lenin’in kastettiği; işçi mücadelesi yürüten ama devleti karşısına almayan, toplumsal bölünmelere meyilli vb. gericilikleri olan sendikalardı. Bugün konfederasyon merkezleri işçi mücadelesi yürütmediği gibi, yürütenleri de boğmak için neredeyse saldırgan davranıyor; bu açıdan sendikal nitelikleri yok. Bırakalım topyekün işçileri, kendi üyelerinin bile haklarını savunmuyor; aksine saldırılar karşısında üyeleri de dahil bütün işçileri savunmasız bırakacak yaratıcı yöntemler geliştiriyorlar. Üstelik, bilmem söylemeye gerek var mı, Lenin elbette gerici sendikalar içinde bu eğilimlerle etkili bir mücadeleyi kastediyordu; yoksa kadrolarını uzman olarak istihdam etmeyi ya da kendisinden başkasına söz vermeyen bu sendikaların kürsüsü önüne siyasal ilişkilerimizi dinleyici olarak taşımayı değil.
5. Türkiye Devrimci Hareketi’nin kendi tarihi dahi, devrimci hareketin inşası formülasyonunda işçi hareketi denilince kabaca “halihazırda ücretli çalışan işçilerin hak arama eylemlerinin” kastedilmediğinin kanıtıdır. İşçi sınıfı deyince bunu anlayan zaten yoktur, diye ümit ediyorum. Sınıf mücadelesi deyince de işçi mücadelelerini kastetmeyiz, yukarıda cephelerini saydık. Haydi biz formüldeki “işçi hareketi”ne ilk anlamıyla bağlı kalmayı doğru buluyoruz ve Lenin “sendika” deyince gerçekten sendikayı anlıyoruz diyelim. Ama “x hareketi” ya da “y yasal partisi, derneği” de aynı anlamlara gelir ve başka stratejik yaklaşımlarla da olsa devrimcilik üretilebilir, elbette tartışılacak bir yanı yok.
Sonuçta şu gerçek ortadan kalkmaz: Devrimci bir hareketin inşası için sosyalist hareket ile halihazırda bizim dışımızda süren bir çatışma alanının mezcedilmesi gerekir. Bu, alanın serbestçe seçileceği anlamına gelmez, genelde içinde bulunulan konum ve zemin tarafından önümüze gelir, sonradan yapabilirsek programatik hale getiririz. Yoksul Alevi mahalleleri, yoksul Kürt köylüleri, üniversiter mücadeleler, faşist saldırılar gibi… 1 Mayıs, işte tüm bu zeminleri büyük meydanlara taşıyan bir mücadele günü olarak “işçi sınıfının” bayramıdır, ücretli çalışan işçilerin bir konu etrafında organize ettiği mitingden bu anlamıyla da farklıdır. Türkiye 1 Mayıslarına siyasal rengini bu kavrayış vermiştir; 77’de de 96’da da… Biz yıl boyu işçi hareketine odaklanıyoruz, 1 Mayıs’ı sendikal merkezlerin teslimiyetçiliğinden kurtarmaya çalışıyoruz; yıl boyu bizi işçicilikle suçlayanlar 1 Mayıs’ı buralara teslim ediyor. Nedir, 1 Mayıs’ı profesyonel sendika yöneticilerine mi terk ettik?
6. Dostlarımız, niyetlerden şüphemiz yok. En geniş anlamıyla Türkiye solunun hiçbir zaman bir cesaret sorunu da olmadı. Yasalcılık, parlamentoculuk vb. eğilimler hep olduysa da bugün halen sırtımızı dayadığımız devrimci mücadele geleneğimizin bunun eleştirisi olarak doğduğu konusunda da hemfikiriz, diye inanıyoruz. Nedir bu durumun açıklaması? 1 Mayıs’ı bu asalak, avantacı, yağmacı sendika ağası takımın elinden kurtaralım, onları kendi ihanet ve teslimiyetçiliğiyle yalnız bırakalım, dedik. Kitlesel kortejlerimizi yine kuralım, yine ona kendi rengimizi verelim, Taksim’i sembolizmden kurtarıp şehrin göbeğindeki meydan olarak güncel kavgamızın parçası yapalım dedik. Bütün bunların yollarını beraber buluruz, gerekirse barikatın içindeki ilçelerden gerekirse son polis barikatının arkasında İstanbul il sınırında toplanalım ama yönümüzü Taksim’e çevirelim, dedik. İçinde bulunduğumuz sürecin siyasi yükünü omuzlamanın yolu budur, dedik. Herkes doğru bildiği yolda yürüdü, amenna. Şimdi elimizde kamusal bir tartışma var, görünen o ki bu tartışma Kadıköy çağrısı yapanların önemli bir kısmı açısından aynı zamanda bir iç tartışma niteliğinde. Umalım ki devrimci sonuçlar üretsin.
Örneğin; ben tarihsel TİP’in geniş anlamıyla sosyalizm programına sahip çıktığını düşünüyorum, ama devrimciliğin bu olduğunu düşünmüyorum. Türkiye Devrimci Hareketi, bu tip bir “sosyalistliğin” eleştirisi olarak doğdu ve kendi çizgisini 71 kopuşuyla tartışmasız çok geniş kitlelere propaganda etti. Devrimcilik diye bu geleneğe, bu kopuşun yarattığı devasa mücadele birikimine diyoruz. “Biz kitlesel zeminiz, devrimcilik bu maddi güce yaslanıp bizim eleştirimiz olarak da doğabilir.” deniyorsa baş göz üstüne, bu iç tartışmalardan devrimci sonuçlar çıkacaktır. Ama yükselen halk hareketinin anlayamayacağı çok yüksek sol-sosyalist stratejimiz var, maceracılık, sekterlik vb. şekilde eleştirileri boşa çıkaracak bir davranış içinde olunursa geniş anlamda solcu kalınabilir ama devrimcilik üretilemez. Bu katkının anakronik kalmasını samimiyetle temenni ediyorum.
7. Çatışmanın ortasındayız ve çatışma kabiliyetimizin kıyasen zayıf bir aşamasındayız. Bu fark uykularımızı kaçırıyor. Bu açıyı kapatmak için en azından itaatsiz ve mutlaka ciddi olmaya, “genel olarak mücadele çağrısından” daha fazlasına, siyasi gerilimi taşıyacak ağırlık merkezine ihtiyacımız var. Dostlarımızı çoğaltmak ve mücadeleyi büyütmek istiyoruz. Taksim yolunda gün boyu binlerce direnişçi, Kadıköy’de ise bu anlattığım tablo vardı. Olan oldu, yaşasın 2, 3, 4… Mayıs! Dostlarla daha çok istişare ederiz. Ama bu tabloya bakıp da rahatsız olmayanla, kendinden memnun olanla; bilmem, konuşmaya nereden başlamak gerekir?
Kaynak: Umut-Sen
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.