Seksen yıl sonra, günümüzün İsrail siyasetinde İbrani faşizminden geriye ne kaldı? Faşizmin vasıflarından bir kısmını bugün sağcıların söyleminde açıkça ayırt edebiliyoruz. Birçok İsrailli, ulusun ihtiyaçlarının her türlü birey hakkından üstün olduğuna ve askerlik totemine, hahamlık kurumunun evlilik meseleleriyle ilgilenme sorumluluğuna tapınmaktan başlayıp göç etmeyi seçenleri küçümseyecek kadar bireyin ulusa bağımlılığına inanıyor
Çeviriye zorunlu not – Ali Çakıroğlu
Avrupa’da aşırı sağ ve faşizmin yükselişiyle ilgili önceki çeviri ve yazılarda da belirtildiği gibi, bu çeviri ve yazı dizisi sosyalist solun kaynaklarından çok özelikle anakım medyadan ve komünist olmayan anti-faşist hareketlerin kaynaklarını temel alıyor. Konu Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin de onayladığı gibi artık tam bir soykırım olarak tanınan Gazze bombardımanı özelinde genelde Filistin ve İsrail’i de kapsamına alıyor. İsrail aşırı sağının kökleriyle ilgili bu kısa yazıda genelde uluslararası akademik dünyanın üzerinde bolca kalem oynattığı İsrail aşırı sağının ve faşizmin tarihinden çok kısa bir kesit buluyoruz. Yazarı Dan Tamir “Hebrew Fascism in Palestine, 1922-1942” [“Filistin’de İbrani Faşizmi, 1922-1942”] (Palgrave Macmillan, 2018) adlı kitabın yazarıdır. Kitap, yazarın 2012 yılında Zurich Üniversitesi’nde kabul edilen doktora tezinin kitaplaştırılmış versiyonudur. Yazarın tezini oturttuğu temel kaynak, faşizm ve özellikle Avrupa’da faşizmle ilgili araştırmalarıyla tanınan Robert O. Paxton’ın “The Anatomy of Fascism” (New York: Knopf, 2004) adlı eseridir. Yazar, bu eserde faşizmle ilgili güncellenmiş bir literatürün kitabın son bölümündeki “Kaynakça Üzerine Deneme”de (Bibliographical Essay”) yer aldığını belirtiyor. Gerçekten de konuya ilgisi olan tarih öğrencileri, araştırmacılar ve okurlar orada Marksistler dâhil faşizmle ilgili çalışmalar yapan akademisyen ve tarihçiler için zengin bir kaynakça bulacaklar.
Havadan bombalanarak yerle bir edilen Gazze’nin resimlerinin ilk benzerleri Alman ve İtalyan uçaklarının 26 Nisan 1937’de bombaladığı Guernica’da çekilmişti. Picasso’nun ünlü tablosu bu bombardımandan esinlenmişti. İkinci Dünya Savaşı’nı bir yana bırakırsak Kore Savaşı’nda Pyongyang, Vietnam Savaşı’nda Hanoi, vb. onlarca örnek sıralanabilir. Savaşın vahşeti tüm çıplaklığıyla yaşanırken, başlıca mimarları bu kısacık yazının içinde göreceğiz. Bugün Trump-Netanyahu ittifakını daha iyi anlamak için İsrail Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin 31 Mayıs-2 Haziran 2007 tarihli 25. Kongresi’ne sunduğu raporun özetinden İsrail’deki aşırı sağ yükselişle ilgili kısa bölüme bakalım:
İsrail’deki siyasal manzara şöyle: İsrail’in siyasal sisteminin istikrasızlığı, İsrail toplumundaki sosyal ve siyasal krizin bir ifadesidir. Krizin nedeni ise büyük siyasal oluşumların İsraillilerin karşılaştıkları pek çok zorluğa gerçek cevaplar bulmaktan aciz oluşlarıdır. Kriz sol için muazzam tehlikeler kadar eyleme geçmek için yeni imkânlar getirmiştir. Siyasal partilerin yozlaşması endişe vericidir. Zenginlerin fonladığı Hükümet Dışı Örgütler (NGOs) partilerin işlevlerinin giderek daha çoğunu üstleniyorlar. Artan yolsuzluklar halkın bir alternatif sunmadan partilere nefretini körüklüyor. Ariel Sharon’un kurduğu Kadima, net bir dış siyaset olmadan siyasal arenanın merkezinde yer alsa da Likud’a eğilim göstermektedir. Kadima’nın sosyoekonomik politikası açıkça sağ. Kadima, diplomatik alanda Amerikan hükümetinin taleplerine uyum gösterme arzusuyla tanınıyor. İkinci Lübnan Savaşı’ndaki başarısızlık İsrail aşırı sağını güçlendirmiştir. Bibi Netanyahu liderliğindeki Likud söylemine açık ırkçı bir unsuru katmıştır. Netanyahu aşırı ilhakçı özlemleri askeri maceracılık ve ekonomik Thatcherizm ile birleştirdiği gibi ABD aşırı sağıyla da sıkı ilişikler kurmuştur. Avigdor Lieberman ve partisi başka bir türden alırı ırkçı siyaset gütmektedir. İsrail’deki Arap nüfusa ilişkin Kahanist tavırlar, İsrail’deki anaakım sağ platformun parçası haline gelmiştir.
“Faşizm bir ihraç ürünü değildir.” – Benito Mussolini, 1925
Son seçim kampanyasında İsrail Adalet Bakanı’nın tam bir ideolojik etiket taşıyan hayali bir parfüm şişesinde resmedildiği reklama birçoğumuzun tepkisi tiksinti ile karışık tuhaf bir hayranlıktan ibaretti. Bu, yine de müthiş bir fikirdi ve mesajı da netti: Bakan hanımın rakipleri “faşizm” değil, adam gibi bir yönetim ve güçlü bir hükümet kokusu alıyorlardı. Bildiğimiz gibi, klip Ayelet Şaked’in kampanyasını kurtaramamıştı: Partisi HaYamin HeHadash geçen nisanda seçim barajını geçememişti. Oysa reklam hem tarihsel hem de güncel bir dizi soruyu gündeme getirmeye başarmıştı: Faşizmin “kokusu” nedir? Onun “kokusu” alınabilir mi? İsrail’de hiç faşizm yaşandı mı ve yaşandıysa, geri mi dönüyor?
Komünist sol içinde faşizmi milliyetçiliğin her dışavurumunda görme ya da en azından faşizmi modern kapitalizmin aşırı bir biçimi olarak görme eğilimi yaygındır. Tersine, sağ çevrelerde “faşizm” o çok tartışılan parfüm klibi örneğindeki gibi, kaçınılması gereken bir lanet, şiddetle reddedilecek bir tür inatçı şüphedir.
Tamam da faşizm nedir? Onu diğer sağcı siyasi akımlardan ne ayırır? Robert Paxton, 2004’te “The Anatomy of Fascism” adlı kitabında (kitabı İbraniceye benim çevirdiğimi açıklamalıyım), bir ideoloji ve siyasal pratik olarak faşizmin doğasını toplu olarak resmedebilecek yedi özellik sıralamıştı. Şöyle ki: Kesinlikle -ulusal, etnik- grubun bireyin her türlü hakkı üzerindeki üstünlüğü ve bireyin gruba bağımlılığı; söz konusu grubun diğer grupların kurbanı olduğu ve bunun sonucu olarak onun (iç veya dış, gerçek veya hayali) düşmanlarına karşı her eyleminin haklı olduğu inancı; grubun liberal eğilimlerden ya da dışarıdan gelen “yabancı” etkilerden zarar görmesi korkusu; gerek anlaşmayla gerek şiddetle olsun, “daha saf” bir ulusal topluluğun sımsıkı bütünleşmesine duyulan ihtiyaç; tekilliği ya da becerileri sayesinde grubun hiçbir sınırlama olmadan diğerlerini yönetme hakkında ısrar; herhangi bir geleneksel çözüme uygun olmayan ciddi bir krizin var olduğu duygusu; yalnız ve tek liderin otoritesine duyulan ihtiyaç ve o liderin doğaüstü sezgilere ya da yeteneklere sahip olduğu inancı temelinde o lidere itaat.
Bunlara her biçimiyle sosyalizme şiddetle muhalif olma şeklinde bir özelliği de ekleyenler olacaktır. Bu, ilan ettikleri ideolojilerinde yer almasa bile 20. yüzyılın ikinci yarısında aktif olan faşist hareketlerin pratiklerinde özellikle belirgin bir nitelikti.
En tipik biçimde faşist olarak tanımlanan görüngüler, Benito Mussolini ve Adolf Hitler’in başkanlığındaki rejimlerle ilişkiliydi: Squadrismos (İtalya’da kara gömlekliler) ya da siyah veya kahverengi gömlekli Nazi hücum birlikleri, kitle gösterileri, bağımsız medyanın rejime bağlanması, yasama organının fiili olarak tasfiye edilmesi, bütün ekonominin görünürde “uyum” içinde yeniden örgütlenmesi, gerçek ya da hayali iç düşmanlara karşı zulüm, toplama kampları, toplu infazlar, bütün ulusun seferber edilmesi ve en sonunda -İtalya ve Almanya örneğindeki gibi- tam yıkıma yol açan bir dış savaş.
28 Ekim 1922’de, Benito Mussolini (soldan ikinci) ve diğer faşist liderle kansız bir şekilde iktidara gelmelerini sağlayan Roma Yürüyüşü’nde. Kaynak: Roger-Viollet / © LAPI / AFP
Gerçekten de, kendilerini güçlendirmeyi, önemli bir destekçi kitlesi ve siyasi kudret oluşturmayı, iktidarı ele geçirmeyi, yeni bir rejim kurarak, nihayetinde -iktidar aygıtlarını yıkıp içeriden zarar verdikleri- ülkelerini korkunç bir savaşa sürüklemeyi tek başlarına başarmış olan iki faşist örgüt sadece Mussolini’nin Faşist Partisi ve Hitler’in Nasyonal-Sosyalist Partisi’ydi. (Bu gibi hareketlerin bağımsız olarak iktidara geldikleri iki ülke sadece İtalya ve Almanya’ydı: İşgalcilerin Avrupa’da kurdukları kukla rejimler yalnızca İtalyan ve Alman silahlı kuvvetlerinin süngüleri sayesinde yaşayabilmiş ve bunlar geri çekilir çekilmez çökmüşlerdi).
Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde, faşist modele göre yaratılıp işleyen birçok başka grup ve hareket – benzer ihtiyaçlara cevap vererek, politikalarında benzer modelleri uygulamaya çalışan gruplar- ( başka yerlerde de olsa çoğunlukla Avrupa’da) aktifti. Belçika’da Leon Degrelle liderliğindeki Rexistler, Norveç’te Vidkun Quisling’in Ulusal Yürüyüş’ü, Macaristan’da Demir Haç, Romanya’da Corneliu Codreanu’nun Başmelek Mikail Lejyonu, İspanya’da José Antonio Primo de Rivera’nın Falanj’ı, Oswald Mosley’in kurduğu İngiliz Faşistler Birliği ve Lübnan’da Antoun Saadeh’in kurduğu Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi – bunlar sırf Mussolini ve Hitler tarzı ve yöntemleriyle faaliyet göstermekle kalmayıp kendi ülkelerinde de benzer rejimler kurmaya çalışan hareketlere sadece birkaç örnektir.
Üstte söz edilen kendine has özellikler taşıyan hareketlerin her biri siyasi iklime, rejimin yapısına ve içinde hareket ettiği sosyal kodlara göre biraz farklı bir siyasal strateji izlemişti. Ama hiçbiri İtalya ve Almanya’da sonraki benzerleri gibi başarılı olamadı. Yine de hepsi, araştırmacıların “genel faşizm” olarak adlandırdığı özellikleri paylaşmıştı. Aslında 1920’ler ve 1930’larda faşizm, zamanının derin krizinden zarar görmüş hemen hemen her modern kitle toplumunda ortaya çıkarak faaliyete geçmiş olan siyasal bir görüngüydü.
Birinci Dünya Savaşı’nda Batı Cephesi’nin ya da hem bu savaşta, hem de savaşın hemen sonrasında Sovyetler Birliği’nin ortaya çıkışı sırasında Doğu Avrupa’da çok sayıda insanın öldüğü kanlı muharebelerin uzun süren dehşetine kıyasla Osmanlı İmparatorluğu’nun uç sınırları nispeten sakindi. Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı’ndan kaynaklanan tedirginlik – eski siyasal düzenin çözülerek, peşinden ekonomik ve sosyal altüst oluşlar dâhil- o dönemin Filistin’ini bütünüyle esirgemedi. Bölge kitlesel seferberlik, mülklere el konulması ve tüm nüfusun sürgüne gönderilmesinden başlayarak, yokluk ve açlığa kadar çok fazla zarar gördü. Bu, büyük katliamlar ve cinayetler de eklenince, eski düzenin kimi özelliklerini korumakla birlikte toplumu, ekonomiyi ve siyaseti etkileyen modernleşme süreçlerini de hızlandıran yeni emperyal İngiliz yönetiminin yerini aldığı kuşaklar boyu süren siyasal düzenin tam çöküşüyle sonuçlandı.
Filistin’deki yerel değişimler, 1948 öncesi Filistin’deki Yahudi topluluğu Yişuv’a Avrupa’dan gelen göçmenler dâhil önemli göç dalgalarıyla örtüşmüştü. Her göçmen topluluğu gibi, bu Avrupalılar da köklerinin bulunduğu ülkelerde geçerli kültürel birikim ve siyasal fikirlerle donatılmış olarak gelmişlerdi. Avrupa ve Filistin arasındaki diplomatik bağlar ve iki bölge arasında nispeten hareket özgürlüğüyle birlikte o zamanlar gelişip hızlanmış olan iletişim sistemi (telefon, telgraf, gazeteler), tüm bunlar Akdeniz’in doğu ve kuzey kıyıları arasında fikir alışverişini mümkün kıldığı gibi hatta teşvik etmişti. Üstelik 1920’lerde orta ve doğu Avrupa’dan Filistin’e gelen Avrupalı göçmenlerin hiç de azımsanmayacak bir kısmı I. Dünya Savaşı ve sonrasındaki altüst oluşların “tedrisatından geçenlerdi”. Gerek Alman, Avusturya-Macaristan ya da Rus ordularından yeni terhis olanlar olsunlar, gerek kendi kuşaklarından Avrupa’da kalıp askerlik yapanların küçük kardeşleri olsunlar, onlar da Birinci Dünya Savaşı’nın acılarını yaşayan kuşağın üyeleriydi.
Yalpalayan bir ekonomi, (Yişuv’da olduğu gibi) modern bir siyasal parti yapısına sahip bir kitle toplumu, birbiriyle rekabet eden iki ulusal topluluk, mevcut siyasal kurumun yetersizliği olarak düşünülen yapıdan duyulan düş kırıklığı ve İngiliz Mandası otoritelerin nüfusa koruma ve destek sağlama yeteneğine duyulan sınırlı inancın kesişmesi, yeni siyasal cevaplar için bir arayışa yol açmıştı. Avrupa’da olduğu gibi, bazıları bunu faşizmde buldu; Revizyonist Siyonist grup içinde faşist bir grup yavaş yavaş şekilleniyordu.
Çok gösterişsiz bir başlangıç yapıldı. İbrani dilini yeniden canlandıran ve Doar Hayom gazetesinin editörü olan Eliezer Ben Yehuda’nın oğlu Itamar Ben-Avi, 1920’lerin ortalarında diğer birçoğu gibi Mussolini’ye ve eylemlerine sempatisini hatta hayranlığını ifade etmişti. Zamanın diğer gazetecilerinin aksine, Yişuv’da özlem duyduğu güçlü, iddialı lideri, Ze’ev Jabotinsky’nin şahsında bulmuştu. Siyasetteki ve gazetecilikteki kariyerine sosyalist çevrelerde ve solcu Hapoel Hatza’ir örgütünün gazetesinde başlamışken, 1920’lerin sonunda Doar Hayom’da “Bir Faşistin Not Defterinden” başlıklı düzenli köşesinde yazan acemi bir yorumcu olan Abba Ahimeir de böyle biriydi. Ahimeir, sosyalist çevrelerde düş kırıklığı yaşayan Uri Zvi Greenberg adlı bir entelektüel, yazar ve şair, bir hekim ve deneme yazarı Joshua Heschel Yevin ile birlikte ülke gençliğini milliyetçilik konusunda aydınlatmayı amaçlayan Brit Habiryonim (Militanlar İttifakı) adındaki bir gençlik grubu kurmuştu.
Itamar Ben-Avi. Kaynak: Siyonist Arşivler
Revizyonist harekette maksimalist hizbin liderleri olan üçlünün savunduğu fikirler basında ifade ediliyordu. 1920’lerin sonlarında Doar Hayom’u etkili bir biçimde yönetip yayımlamayı başardıkları bir dönemden sonra 1930’da (ertesi yıl Hazit Ha’am – Halk Cephesi – adını alan). Ha’am’ı kurdular. Bu üçlü grubun dünya görüşü, sürekli olarak krizin eşiğinde dolaşarak, Yişuv ve Siyonist girişime yönelik sürekli tehditten endişe duymayı gerektiriyordu. Onlar genelde bütün Yahudileri ve özelde Siyonistleri hem Avrupa’da, hem de İsrail Vatanı’nda tarihsel kurbanlar olarak görüyorlardı. Hareketlerinin Yeivin’in sözleriyle Birinci Dünya Savaşı’nın “çıt çıkmayan savaş meydanları”ndan doğduğunu düşünüyorlardı. Dolayısıyla da liberalleri, ılımlıları ve Araplarla ya da İngilizlerle uzlaşma arayışını savunanları aşağılıyorlardı.
Onların -öncelikle sosyalistlere ve komünistlere, ama ayrıca liberallere ve genelde muhaliflere karşı kullanılan- siyasi şiddeti yüceltmeleri, Avrupa’daki aşırı sağ çevrelere duydukları hayranlıkla iyi örtüşüyordu. Tek ve tapılan bir lider arzuladıklarını gizlemiyorlardı: Revizyonist hareketin 1932 yazında Viyana’da yaptığı bir toplantıda, grubun bir başka üyesi, Wolfgang von Weisl, Jabotinsky’nin hareketin yüce lideri ilan edilmesini ve sınırsız yetkiyle donatılmasını teklif etmişti (Jabotinsky ise bu fikri reddedecekti).
Ahimeir ve diğer iki Revizyonist militan (Zvi Rosenblatt ve Avraham Stavsky) haziranda Siyonist işçi lideri Haim Arlosorof’a suikast yapmakla suçlandığı 1933 sonunda Brit Habiryonim dağıldı. Ahimeir cinayet suçlamasından beraat ettiyse de illegal örgüt yöneticiliğinden suçlu bulundu ve iki yıl hapse mahkûm edildi. Doar Hayom da kapatıldı ve yayınlanması yasaklandı.
Brit Habiryonim sadece kısa bir süre faal olmakla birlikte 1933 ilkbaharında (Hazit Ha’am gazetesinde ifade edildiği ve Jabotinsky’yi öfkelendirdiği gibi) Almanya’daki Hitlerci siyasete kısmi desteği daha da kısa sürmüştü. Hatta hareketin birkaç üyesi Nazi hükümetine karşı bir protesto gösterisinde, Tel Aviv’deki Alman konsolosluğundan gamalı haçlı bayrağı çalmıştı. Tersine Revizyonist hareketin Mussolini rejimiyle ilişikleri, en azından İtalya’nın Nazilerin çıkardıklarına benzeyen ırk yasalarını yürürlüğe koyduğu 1938 yılına kadar sürecekti. İtalyan faşist rejiminin himayesinde Revizyonist hareketin 1935’ten 1937’ye kadar Civitavecchia kasabasında faaliyet gösteren denizcilik okulu öğrencileriyle birlikte İtalya’da üniversite öğrencisi olan başka genç Revizyonistler de vardı.
Uri Zvi Greenberg. Sosyalist çevrelerde hayal kırıklığı yarattı. Kaunak Zoltan Kluger/GPO
Bu öğrencilerden biri, eğitiminin ardından Filistin’e dönünce İbranice “Mussolini: Kişiliği ve Doktrini” adlı bir kitap yayımlayan Zvi Kolitz’di. Il Duce‘nin övgü dolu biyografisi aynı zamanda mektuplarından bir seçkiyi de içeriyordu. (Kolitz’in İtalya’da ikamet etmesi ve liderine sevgisi sonradan İngiliz ordusuna katılmasını engellemeyecekti.)
30’lu yıllarda Floransa Üniversitesi’nin bir başka mezunu Avraham Stern’di. O, Filistin’e döndükten sonra Irgun Tzvai Leumi (Revizyonistlerin Ulusal Askeri Örgütü) saflarında yükselmişti. Fakat İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra Irgun’dan ayrılarak, Stern Çetesi olarak da bilinen Lehi adlı (“İsrail’in Özgürlük Savaşçıları”nın kısaltması) ayrı bir grup kuracaktı.
İdeolojik olarak Stern, yazılarında ve “Doğuşun İlkeleri” manifestosunda, dönemin faşist modellerine (çok romantikleştirilmiş bir versiyonda bile olsa) çok uygun bir ulusal diriliş öngörmüştü. Pratik alanda Stern İngiliz Mandası’na karşı mücadelede Mihver güçleriyle işbirliği arayışına girmişti. Filistin’deki İtalyan temsilciliğiyle başarısız bir temas kurma girişimi sonrasında, 1941 Ocak’ında, Stern bir adamını Beyrut’taki Alman temsilcisiyle ilişki kurması için gönderdi. Bu çaba da (büyük ölçüde Alman Dışişleri Bakanlığı’nın kâr-zarar hesaplarına bağlı olarak) sonuçsuz kaldıysa da İngilizlerin hem Stern’e, hem de örgüt üyelerine yönelik sürek avını hızlandırdı.
Revizyonist hareket ile faşist rejimler arasındaki bağlar derin, sahici bir yakınlığa mı, yoksa sadece İngiltere’nin Akdeniz’deki egemenliğine karşı mücadelede ortak çıkarlara mı dayanıyordu? Sosyalist olmasa da liberal demokratik değerlerin önemini ve uygulanmasını savunan Jabotinsky örneğinde, bunun geçici bir çıkar ilişkisi olduğu varsayılabilir. Ama Filistin’de maksimalist bir yaklaşımı savunan çevrenin ve daha sonra Irgun’un üyelerinin konuşma, makale, şarkı ve gündeme ilişkin önergelerine bakılırsa, örgüt üyeleri faşizmi izlenmeye değer ve hatta arzu edilen bir yol olarak görüyorlardı.
İbrani faşizmi 1942 yılında Florentine ve El-Alameyn arasında ortadan kalktı. O yılın şubat ayında, İngiliz polisi Tel Aviv’in güneyindeki Florentin mahallesinde küçük bir apartman dairesinde yakaladığı Stern’i olay yerinde infaz etti; Kasım’da da Mihver kuvvetleri Kuzey Afrika’da yenildi. Winston Churchill’in söylediği gibi, eğer bu sonun başlangıcı değilse bile, başlangıcın sonuydu: Faşizmin dünya sahnesindeki yükselişi frenlenmiş, prestiji azalmış ve havası büyük ölçüde sönmüştü. 1945 sonrasında, on yıllar boyunca faşizm iğrenç, saygın bir topluma uygun olmayan, büyüleyici bir parfüm değil, ama def edilecek pis bir koku olarak görülecekti.
Seksen yıl sonra, günümüzün İsrail siyasetinde İbrani faşizminden geriye ne kaldı? Üstte not edilen faşizmin vasıflarından bir kısmını bugün sağcıların söyleminde açıkça ayırt edebiliyoruz. Birçok İsrailli, ulusun ihtiyaçlarının her türlü birey hakkından üstün olduğuna ve askerlik totemine, hahamlık kurumunun evlilik meseleleriyle ilgilenme sorumluluğuna tapınmaktan başlayıp göç etmeyi seçenleri küçümseyecek kadar bireyin ulusa bağımlılığına inanıyor. Aynı şekilde, sadece İsrail Devleti’nin ölçüsüz askeri güç kullanımı için öne sürülen iki yaygın bahaneyi not edecek olursak, İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’da milyonların katledilmesinin araçsal kullanımından, burada İsrail’de (örneğin, yıllar boyunca yaptığı savaşlar ve iki intifada ile ilgili olarak) “kalabalığa karşı bir avuç İsrailli” paradigmasına kadar “Yahudiler”in diğer grupların kurbanı olduğuna dair sarsılmaz inancı kolayca saptayabiliriz.
Gerek New New Israel Fund, [Yeni İsrail Fonu] gibi gruplara, “yabancı hükümetler”e ve “uluslararası örgütler”e yönelik pasif, gerekse nüfus içinde “Yahudi kimliğini güçlendirme” projelerine yönelik aktif endişe biçiminde olsun, “ulusun değerleri”nin evrensel liberal ilkeler ya da “yabancı” etkiler tarafından erozyona uğratılacağı korkusunu İsrailli pek çok sağcının yaklaşımında görebiliriz.
Asimilasyon karşıtı Lehava örgütünün çetelerinden ve sığınmacılara yönelik açık düşmanlıktan başlayıp “solcuları” siyasal bir rakip olarak değil, kökü kazınması gereken yabancı bir unsur olarak damgalamaya kadar, “daha saf” bir toplum yaratma gereğine duyulan inanç da çok tanıdık. Sonunda, sağın Seçilmiş Halkın ötekileri sonsuza dek yönetme hakkına sahip olduğu inancını, yarım yüzyıldan uzun bir süredir Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde her gün görüyoruz.
Yine de klasik faşizmin birçok kritik niteliği İsrail’n çağdaş siyasal yaşamında yoktur. Birincisi, herhangi bir geleneksel çözüme açık olmayan ciddi, kesin, varoluşsal bir krizle karşı karşıya kalındığına dair yaygın duygudur. İsrail siyasal bilincinin on yıllardır etkisinden kurtulamadığı sürekli kriz duygusunun bir tek, keskin ve akut kriz duygusu yaratmaya engel olduğu kuvvetle muhtemel. Sürüp giden (anayasal ve kolektif bilinçte) olağanüstü hal yakıcı bir aciliyet duygusunu köreltiyor: Ülkenin bazı bölgelerine düzenli atılan roketler bile her ne kadar ölümcül bir rutin de olsa rutinleşiyor. İsrail’in siyaset ve hukuk kurumlarının da yavaş bir erozyona uğraması buna paralel gidiyor. Bir yandan, anayasa yokken onu askıya alarak, sadece kademeli olarak değiştirmek için (üstte belirtildiği gibi zaten norm olan) bir olağanüstü hal ilan etmek imkânsız. Öte yandan alternatif gruplar (dini cemaatler, dernekler, özel şirketler, şeri mahkemeler) birçok alanda devletin yerini alıyor. Bu alternatifler, farklı toplulukların sosyal ve siyasal ihtiyaçlarını karşılamak için farklı düzeylerde bir dizi seçenek sunuyorlar.
Faşizmin İsrail’de var olmayan bir diğer özelliği tek liderin otoritesini talep ederek, ona ve yeteneklerine yaltaklanmaktır. En başta, İsrail toplumunun ayırt edici özelliklerinden biri -ve belki de derin köklerini hahamlık ve şeri geleneklerinin varlığına borçlu olduğumuz- otoriteye şüpheyle yaklaşmak ve bir tek şahsiyete itaat etmemektir. İkincisi, en tepede yapayalnız duruyor: Her şeyden şüphelenen, yandaşları ve muhaliflerini kandırıp manipüle eden “güçlü lider” otoriterlik ve popülizm işaretleri sergilerken, ortalığı kasıp kavuran bir kitle hareketi oluşturmaya çalışan birinden çok, yolsuzluğu meşrulaştırma ve başkalarını da yolsuzluğa bulaştırma pahasına bile olsa daha çok yargıdan paçayı kurtarmaya çalışan birine benziyor.
Savunma Bakanlığı’na göz diken eski eğitim bakanı, hedeflediği seçmen kitlesi arasında sadece kısmi bir başarı elde ettikten sonra Knesset’ten (en azından şimdilik) kovuldu: Knesset üyeleri onun ve çalışma arkadaşının pazarladığı parfümden etkilenmemişlerdi. Yumuşak, merkezci bir seçim kampanyasıyla iktidara gelmeye çalışan generaller arasında, onun kişiliğinin gücünden ilham alıp kendilerini feda etmeye hazır kararlı bir kitle hareketi yaratacak bir lider görmemiz de zor. Nazi eğilimleri sergileyen küçük bir grup her ne kadar geçen [9] Nisan [2019] seçimlerinde gerçekten belli bir başarı elde ettiyse de Kahanistlerin küçük bir sorunu var: Liderleri çeyrek asırdan fazla bir süre önce ölmüştü.
Bilindiği gibi, özellikle geleceği tahmin etmek zordur. Böyle bir şey İsrail’de daha da tehlikeli olabilir: 1991’de, Uzi Weill’in “The Day They Shot the Prime Minister” [“Başbakanı Vurdukları Gün”] adlı kısa öyküler derlemesi yayımlandığında, böyle bir şeyin olabileceği fikri en iyimser ifadeyle bir şaka, en kötümser ifadeyle ise bir parça zorlama bir hiciv gibi görülüyordu. Dört yıl sonra suikast gerçek oldu. [t. ç. n. 4 Kasım 1995’ta İsrail Başbakanı Yitshak Rabin Tel Aviv’de bir barış gösterisi sırasında Yigal Amir adlı faşist tarafından bir suikast sonucu öldürüldü.] Akdeniz ve Ürdün arasında belirli bir zaman dilimi içinde “akıl almaz” gibi görünen şeyler bundan sonra ortaya çıkacaktı.
Aynı zamanda, faşist hareketleri tek parça ve tarih dışı bir tehdit olarak görmemek de önem taşıyor: Bu dünyadaki başka her şey gibi onlar da sürekli hareket halindedir. Böylece insanlar nasıl değişiyorlarsa görüşleri de değişiyor. Örneğin Jabotinsky’ye sınırsız diktatörlük yetkileri üstlenme çağrısı yapan Wolfgang von Weisl, siyasi faaliyetine 1920’lerde Mizrahi adlı dini-Siyonist örgütte başlamış, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Menachem Begin İsrail’de sağın kontrolünü ele geçirdiğinde siyasi faaliyetini büyük ölçüde azaltmıştı. Ahimeir ise İbrani Ansiklopedi’nin baş editörlerinden biri olmuş, Yevin ruhani ve Ahitle ilgili düşüncelere yoğunlaşmış ve Kolitz ise Amerika’da film yapımcısı olmuştu.
Buna paralel olarak, tüm modern siyasi hareketler gibi faşist hareketler de yeni taraftarlar kazanırlarken eskilerini kaybediyorlar. Dolayısıyla Kolitz ve Avraham Stern’in Filistin’den İtalya’ya giderek faşizmle doğrudan tanıştıkları ve ona hayran oldukları aynı yılda, 1936’da, Milano’da büyürken faşistlerle yakınlık kurduğu halde 1930’ların ortalarında rejim karşıtı olan ve anavatanından sürgün edilen orkestra şefi Arturo Toscanini, (sonradan İsrail Filarmoni olan)Filistin Orkestrası’nın açılış konserini yönetecekti.
Dünya bugün muazzam bir sefalet, yokluk ve sıkıntıya yol açacak daha önce hiç görmediğimiz bir çevresel ve ekonomik krizin eşiğine gelmiş durumda. Kabaran küresel göç dalgaları, derinleşen ekonomik eşitsizlikler ve sosyal adaletsizlik karşısında sanayileşmiş dünyada daha iyi bir geleceğe umut besleyen milyonlarca insan, geçen yarım yüzyılın bolluk, refah ve “büyüme” çağının sona ermesiyle birlikte şimdiden bu umutlarının da ortadan kalktığına tanıklık ediyor. Ortalık daha şimdiden kendilerine sunulan siyasal platformlardan bıkıp usanmış olan yığınla memnuniyetsiz seçmen ve yurttaşla dolup taşıyor. Sistemin yarattığı düş kırıklığı ve öfke yenilenmiş bir faşizme mi kanalize olacak? Yenilenmiş faşizm, eskisininkinden kısmen farklı niteliklere sahip olsa bile bunu göz ardı edemeyiz.
İsrail’de de klasik faşizmin bazı unsurları şimdiden mevcut. Anayasal bir kriz, rutini aşan bir ulusal tehdit, vahim bir ekonomik durum ve dizginlenemeyen, karizmatik bir liderin ortaya çıkışı bir araya gelerek, İsrail’de mayayı olgunlaştırabilir ve yeni bir faşizm çağına yol açabilir Henüz o noktada olmasak da pekâlâ o noktaya giden yolda ilerliyor olabiliriz.
* Dr. Dan Tamir “Hebrew Fascism in Palestine, 1922-1942” [“Filistin’de İbrani Faşizmi, 1922-1942”] (Palgrave Macmillan, 2018) adlı kitabın yazarıdır.
Orijinal spot: İbrani faşizminin kaygılandırıcı bazı unsurları, 80 yıl sonra İsrail sağında hala açıkça görülüyor.
[Haaretz’te yer alan İngilizce orijinalinden Ali Çakıroğlu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.