PKK çıkışından itibaren kendisini devrimci bir özne olarak tanımladı ve tarihsel olarak bu devrimsel anı Rojava’da yarattı. Eğer bir hareketin nihai hedeflerinden biri iktidar kurmaksa –ki öyledir– PKK bu iktidar formunu, sınırlı da olsa, Rojava’da kurmuştur. Dolayısıyla Rojava’nın siyasal olarak tanınması ve uluslararası düzeyde statü kazanması yalnızca güncel bir kazanım değil, aynı zamanda hareketin tarihsel iddiasının da korunması anlamına gelir
Ankara’da Çubuk Barajı’nda siyasal bir grup olmaya karar veren, Kürdistan Devrimcileri ismiyle örgütlenme ve politik faaliyetlerine başlayan; 27 Kasım 1978’de partileşen ve 1984’ten bu yana aralıksız bir gerilla savaşı sürdüren PKK, gerçekleştirdiği 12. Kongre ile kendisini feshettiğini ve silahlı mücadeleyi sonlandırdığını duyurdu.
Açık ki yalnızca Türkiye siyasal tarihinde değil, dünya tarihinde de benzeri az görülmüş düzeyde büyük siyasal ve toplumsal altüst oluşların içerisinden geçiyoruz. Tarihsel çelişkiler ve birikmişlikler, kısacık zaman dilimlerine sıkışarak kendisini gerçekleştiriyor. Bölgesel dengelerin yeniden şekillendiği, güç odaklarının yer değiştirdiği ve yeni bir dünya savaşının demlendiği bir süreç bu. Gökkubenin altında gerçek bir kaos yaşanıyor.
Geçtiğimiz birkaç yıl, fırtınanın büyüklüğünü anlamak için yeterlidir. Ortadoğu’da on yıllardır varlığını sürdüren birçok örgüt ve hatta devletin derinden sarsıldığı, hatta darmadağın olduğu süreçleri yaşıyoruz. Bu süre zarfında neler olmadı ki? Rusya, bölgedeki etkisini ciddi ölçüde yitirdi; İran gibi kendi coğrafyasının dışına taşan bir devlet adım adım kuşatılarak sadece kendi sınırlarına hapsolmaya zorlandı. Gazze’de taş taş üzerinde kalmazken savaş; Lübnan’ı da büyük bir yıkımın içine sürüklendi. Bunlar yetmezmiş gibi, Suriye adlı bir devlet artık fiilen haritadan silindi. Elbette tüm bunlar olurken PKK ve Türkiye’nin makas değişikliği yapmadan fırtınanın içerisine girmesi beklenemezdi. Fırtınanın uğultusu Türkiye’nin üzerine doğru gelirken, her iki taraf da yeni pozisyonlar almayı bir zorunluluk olarak görmeye başladı.
Bu yüzdendir ki PKK ile Türkiye Cumhuriyeti devleti arasında yeniden kurulmaya çalışılan ilişki düzlemini ve içinde bulunduğumuz dönemi doğru kavrayabilmek için her şeyden evvel bu sürecin yıkıcı gücünü ve özneler üzerindeki devindirici etkisini anlayabilmek gerekiyor. Aksi takdirde, mevcut gelişmeleri ve tarafların yeni pozisyonlarını bireysel tercihlere ya da yüzeydeki siyasal söylemlere indirgemek gibi yanıltıcı bir bakış açısına düşeriz.
Elbette ki sürecin nereye evrileceği, nasıl ve hangi türden gelişmelerin yaşanacağı önemli bir soru olarak ortada duruyor. Ancak bu sorulara doğru yanıtlar verebilmenin yolu da, içinde bulunduğumuz “an”a nasıl gelindiğini anlamaktan geçiyor.
Elbette herkes yaşananların şoku içerisinde. Öyle ki sene başında PKK’nin silahlı gücü olan HPG’nin Komuta Konseyi, yıllık savaş planlamasını çıkarmış ve devrimci halk savaşının zirveleşeceği bir dönemin başlayacağını ifade etmişti. Türkiye Cumhuriyeti devleti ise “Bu işi bitirdik”, “Ayakkabı numaralarını dahi biliyoruz” dediği bir noktada, tüm söylemlerini ve hedeflerini değiştirip çubuğu tam tersi istikamete kırarak bambaşka bir sürecin içerisine giriverdi.
Peki, ne oldu da Bahçeli-Erdoğan yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti devleti böylesi bir süreci yürütme ihtiyacı hissetti?
Baştan söylemek gerekir ki, bu soruya “Türk devleti artık savaşı yürütemiyor”, “İradesi kırıldı” veya “PKK karşısında yenildi” türünden yanıtlar gerçekçi değildir. 50 yıldır PKK’ye karşı savaşan ve dahası kendi varlığını, iç ve dış siyasetini, ekonomi ve toplumsal kültür inşasını yani bütünsel varlığını bu savaş üzerine inşa eden bir aygıtın, savaş yorgunluğu nedeniyle böylesi bir tercihte bulunduğunu söylenemez. Hele ki PKK karşısında iradesinin kırıldığını iddia etmek fazlaca propagandiftir.
Türk devleti, eğer konjonktürel bir durum onu zorlamasaydı, bu savaşı bir süre daha sürdürebilirdi. Ancak onu zorlayan başkaca nedenler vardır. Lakin bu nedenlere geçmeden önce bir hususun altını kalınca çizmek gerekiyor: Türkiye’nin savaşı sürdürebilecek potansiyeli olduğu ne kadar doğruysa, kesin bir zafer kazanamadığı, PKK’yi bitiremediği ve onu güncel bir tehdit olmaktan çıkaramadığı da o kadar doğrudur.
Türkiye, az sayıda devlete nasip olacak güçlü silah teknolojisine, fonksiyonel operasyonel güce, kentleri ve dağları kapsayan 50 yıllık kesintisiz savaş deneyimine ve hatta son yıllarda yasaklı silah kullanımına rağmen muhatabını bitirmeyi başaramamıştır.
Ve önümüzdeki fırtınalı sürece -yani haritaların değişmeye başladığı, kurulu düzenlerin altüst olduğu bir dönemece- PKK gibi bir “oyunbozan” ile girmek, Türkiye için taşınabilir bir risk değildir. Türkiye açısından sürecin birinci girdisi budur. “İç cepheyi tahkim etmek” de bu çabanın başka bir adıdır.
Buna bağlı bir diğer halka ise, Suriye, Irak, İran ve hatta Kıbrıs merkezli gelişmelerde emperyalistlerin belirleyici rol üstlenmesidir. Yüzyıl önce Lozan’da Kürtlerin aleyhine kurulan dengenin yine bölgesel gelişmelere göre yeniden ve herkes için belirleneceği bir süreci görüyoruz. Suriye’de yaşananlar bu dönüşümün en somut örneklerinden biridir. Türkiye’de kendi kodlarını buna göre değiştiriyor. MGK kararları ile yeni bir durum olarak “kırmızı kitap”ta Suriye’nin kırmızı çizgi olarak belirlenmesi de bu yüzdendir. Bu belirleme aynı zamanda, – bütün stratejik ortaklıklara rağmen- İsrail’in bir karşı tehdit olarak görüldüğü anlamına da gelir.
Suriye’ye dönecek olursak burada Türkiye, tüm politik ve askeri zorlamalarına rağmen Suriye’nin başat gücü olmayı başaramadı. Aksine Türkiye’nin istemeyeceği biçimde İsrail’in güvenliğini önceleyen bir siyasal çizgi bu kuruculuğu üstlenmiştir. Türkiye’nin, Suriye’de resmi olarak hiçbir somut müttefiki olmadığı gibi, Katar dışında hiçbir Arap ülkesi de Türkiye’nin bölgede daha fazla güçlenmesini istememektedir.
Türkiye açısından asıl sıkışma burada baş göstermektedir: Suriye’de alan daralırken, Rojava’nın uluslararası düzeyde tanınması olasılığı güçlenmektedir. Öte yandan İsrail’in, İran karşıtı stratejik hedefleri doğrultusunda Kürt statüsünü belirli ölçülerde tanıyan bir çizgide ilerlediği de açıktır.
Irak ve İran’daki çözülme emareleri ise Kürt ulusal hareketi açısından tarihsel bir moment yaratmakta ve Türkiye’nin klasik inkâr ve bastırma siyasetini sürdüremez hale gelmesine yol açmaktadır. Bu gelişmeler, Türkiye’yi klasik güvenlik refleksleriyle değil, tarihsel anlamda bir hegemonya krizinin içinden düşünmeye zorluyor. İran ve Irak’taki merkezi yapıların çözülmesi, Türkiye’nin “ulusal güvenlik konsepti” çerçevesinde inşa ettiği Kürt karşıtı politikaların meşruiyet zeminini zayıflatmaktadır. Bu durum, Ankara’nın uzun süredir inşa etmeye çalıştığı “içeride bastır, dışarıda kuşat” stratejisinin dağılmasına yol açabilir. Ve “Yeni Osmanlıcı” hayallerle Ortadoğu çöllerinde pirince giderken, Amed’deki bulgurdan olma olasılığı yüksektir.
Kürtlerle “barış” ya da yeniden müzakere söylemine yönelmek, içeriden gelen bir demokratikleşme refleksi değil, dışarıdan dayatılan yeni güç mimarisine uyum çabasının ürünüdür.
Tüm bunların yanı sıra göz ardı edilmemesi gereken bir diğer başlık ise Erdoğan’ın ihtiyaç duyduğu Anayasal düzenleme ve başkan sıfatıyla iktidarını sürdürebilmenin koşullarını oluşturmak istemesidir. Erdoğan, böyle bir amacı yasal aparatlarla gerçekleştirebilmek için Kürtler karşısında siyaset değişikliğini zorunlu görmektedir. Erdoğan cephesinde murat edilen Anayasa değişikliği ve başkanlıkla ilgili bir mutabakattır. Bahsi geçen Türk-Kürt ittifakının, bu konuyu ıskalayacağını hiç kimse iddia edemez.
Bölgesel düzlemde uzun süredir devam eden çatışma ve çözülme süreçleri, hiçbir uluslararası hukuk normunun tanınmadığı, güç dengelerinin sürekli yeniden belirlendiği bir karakter taşıyor. Bu çerçevede Hizbullah, HAMAS, Suriye rejimi ve İran gibi aktörler ağır ve sistematik müdahalelere maruz kaldılar; çeşitli vesilelerle zayıflatıldılar ya da işlevsizleştirildiler. Bu tabloyu dikkatle izleyen PKK, benzer bir yönelimin kendi varlığı açısından da ciddi bir tehdit oluşturduğunun farkına vardı.
Hareketin liderliği de bu yeni duruma kayıtsız kalmadı. İlk İmralı görüşmelerinden sonra kamuoyuna yansıyan açıklamalarda bu hassasiyet net bir biçimde ifade edildi. Sırrı Süreyya Önder’in aktardığına göre Abdullah Öcalan, Kürt halkının özgürlüğü kadar güvenliğini de öncelikli bir mesele olarak belirlemişti. Öcalan’a göre, Ortadoğu’daki temel sorunlar çözümsüz kalmaya devam ederse, geniş bir coğrafyada yeni “Gazze”ler ortaya çıkabilirdi.
PKK’nin fesih ve silah bırakma yönelimi açıklanırken, bu tercihin esas olarak Rojava’daki statüleşme süreciyle yakından bağlantılı olduğu görülmelidir. Bugün Rojava, hareketin yaklaşık elli yıllık siyasal ve ideolojik birikiminin yalnızca bir direniş pratiği değil, kendisi açısından somut bir devrimsel form olarak cisimleştiği yegâne alandır.
Daha sade bir mantıkla ifade etmek gerekirse: Kabul edelim ya da etmeyelim, PKK çıkışından itibaren kendisini devrimci bir özne olarak tanımladı ve tarihsel olarak bu devrimsel anı Rojava’da yarattı. Eğer bir hareketin nihai hedeflerinden biri iktidar kurmaksa –ki öyledir– PKK bu iktidar formunu, sınırlı da olsa, Rojava’da kurmuştur. Dolayısıyla Rojava’nın siyasal olarak tanınması ve uluslararası düzeyde statü kazanması yalnızca güncel bir kazanım değil, aynı zamanda hareketin tarihsel iddiasının da korunması anlamına gelir.
Bu nedenle bugün yaşanan yönelim, salt askeri ya da taktik bir geri çekilme olarak değil, kazanılmış mevzilerin garanti altına alınması olarak okunmalıdır. “Anne, yavrusunu yaşatmak için kendisini feda ediyor” biçiminde ifade edilen metafor, doğru bağlamda ele alındığında bu stratejik dönüşümün derinliğini anlaşılır kılabilir.
Ancak bu yönelimin tarihsel bir arka planı ve bu arka planın son on yıllık süreçte yoğunlaşmış başka nedensellikleri de mevcuttur. Bugünkü barış sürecini anlamak için PKK’nin 1993’teki ateşkesine dönmek gerekir. O dönemde Öcalan, çözümün ayrı bir devlet değil, federatif bir birlik içinde olabileceğini vurgulamıştı. Bu, Kürt hareketinin o tarihte bile -en yüksek savaş düzeyinde olmasına rağmen- siyasal çözüm arayışına açık olduğunu gösterir.
Ancak bu barış yöneliminin de bir zorunluluk olarak geliştiği, yani savaşın istenilen sonucu yaratamaması nedeniyle gündeme geldiği bilinmelidir.
PKK, 90’ların başında, iki kutuplu dünyanın sona ermesiyle birlikte, ulusal kurtuluş hareketlerini destekleyen uluslararası dengelerden yoksun kaldı. SSCB’nin çözülmesiyle birlikte sosyalist hareketler hem politik hem de ideolojik bir gerileme yaşarken, PKK de bu değişimlerin etkisi altına girdi.
Aynı dönemde Kürdistan’da ortaya çıkan siyasal dinamizme denk düşecek düzeyde bir politik devrimci varlığın Türkiye’de yaratılamaması, PKK’yi devletle uzlaşmaya dayalı çözüm arayışlarına yöneltti. Örgüt, 90’ların başında kendi yayınlarında, Türkiye’deki ve dünyadaki devrim güçlerinin desteği olmadan zaferin mümkün olmayacağını açıkça ifade etmişti.
Abdullah Öcalan’ın bir NATO operasyonuyla yakalanmasının ardından ise bu uzlaşma arayışları stratejik bir niteliğe büründü. Öyle ki, silahlı mücadelenin ömrünü doldurduğu ve siyasal-demokratik süreçlerin esas alınması gerektiğine dair açıklamalar yapıldı. “Devlet + demokrasi” denilen çözüm formülü ile Kürt sorunun çözüm çıtası Türk devletinin masaya oturmasını sağlamak adına olabildiğince aşağıya çekildi. (Bu çıtanın o dönem için bilinçli olarak aşağıya çekildiği 2013 İmralı görüşmelerinde de bizzat Öcalan tarafından dile getirilmişti.) Hatta PKK’nin kapatılarak yerine KADEK kurulması dahi bu sürecin bir parçasıydı. Ancak bu arayış, muhatapları tarafından kabul görmedi. PKK, kendi ifadesiyle, sürdürmek zorunda olduğu bir savaşın yürütücüsü olmaya devam etti.
Lakin Kürt hareketi, o tarihten bu yana savaşı zorunlu olarak sürdürdüğünü söylese de fiili savaş pozisyonunu koruması ona tarihi bir kazanımın da yolunu açmış oldu. PKK’nin daha önce “almalıydık” dediği silah bırakma kararını hayata geçirememesi, Rojava’nın inşasında belirleyici bir köşe taşıydı. Kürt hareketi, silahlı varlığını koruduğu için büyük bir çalkantıdan kazanımla çıkmayı başardı.
Bilinir ki, zamanla uzayan bütün savaşlar, hem dış hem iç ittifaklardan yoksunluk koşullarında içerisinde bulunduğu denge durumunu ebediyete kadar sürdüremez. Dünya tarihinde pek çok örnekte görüldüğü üzere, savaşan güçler eğer belli bir siyasal güce dönüşemiyor ya da denge durumunu aşamıyorsa, bu mücadeleler büyük zorlanmaların ve patinajların etkisi altına girerler.
PKK de özellikle son on yılda bu genel doğrunun etkisi altına girmiştir. Özellikle kentlerde yaşanan özyönetim süreci ile birlikte askeri bir daralma açıkça gözlemlenmiştir. Bu, politik ve moral kırılmanın başlangıç anıdır. İstenilen sonuç elde edilemediği gibi, kitle de çok ağır bir sürecin içerisinden geçmiştir. Dahası, kentlerdeki kitle militanlığının taşıyıcısı ve sokak siyasetinin öncüsü olan Kürt gençliği de ağır kayıplar vererek bu süreci geride bırakmıştır. Bu tarihten itibaren savaş, peyderpey Türkiye sınırlarının dışına çekilmiştir.
Bu dönemde direniş ve yaygın savaş -Rojava dışında- ne içeride ne de dışarıda siyasal bir güce dönüşebilmiştir. Moral ve ideolojik motivasyon sürdürülse de hareketin beklediği politik genişleme gerçekleşmemiştir. Aksine, Türkiye sınırları içinde gerillanın hareket alanı ve sayısal gücü azalmış; gerillanın cephe gerisi olarak tanımlanan Medya Savunma Alanları ise artık bizzat cephenin kendisi hâline gelmiştir. Bu koşullar altında hareketin kadro akışı zayıflamış, hareketin taşıyıcısı olan dinamik güç gerilemiştir. Devletin demokratik siyaset alanına yönelik kapsamlı saldırılarına aynı ölçüde karşılık verilemeyince, askeri ve politik durağanlık iyice hissedilir olmuştur.
Bu koşullarda, PKK’nin savaşının Türkiye Cumhuriyeti’ni kısa vadede yıkma ve bugünkünden daha fazla geriletme kapasitesine sahip olmadığı, bir tür “pat durumu”nun ortaya çıktığı söylenebilir. 50 yıla yayılan bu kilitlenmişlik hâlinin, hem hareketi hem de İmralı’yı fazlasıyla zorlamaya başladığı görülmektedir.
PKK’yi ihtiyatlı kılan şudur: Yeni bir dünya dengesinin oluştuğu büyük altüst oluş süreçlerinde tarihsel olarak Kürtler hep kaybetmiştir. Şimdi ise sahada kimi fırsatlar varken Kürt hareketi kimi kazanımlarını güvence altına almak istemektedir.
Dolayısıyla hem Türkiye hem PKK tarafı, daha şiddetli çatışmaların eşiğinde, güç biriktirme ve mevzilerini koruma arayışıyla bu süreci yönetmek istemektedir. Silah bırakma ve fesih kararı bu koşullar altında alınmıştır.
Anlaşıldığı ve sıkça vurgulandığı üzere, tarafların bu süreçten murat ettikleri farklıdır. Özellikle Kürt hareketi, kendisini güvence altına alacak ara yollar ve taktik hamleler arayışı içerisindedir. Süreç, Kürt hareketi açısından risklerle doludur. Her iki tarafın ajandasında, uzlaşılabilir bir politik hedef mevcut değildir. Bu yanıyla, tarafların talebi karşılanmaz ise masanın da yine her iki taraf tarafından devrilebileceği unutulmamalıdır.
Böylesi bir çelişki ve çatışma zemininde neler olabileceği, olası senaryolar, riskler, tarafların hedefledikleri ve sürecin nereye varabileceği bir diğer yazının konusudur.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.