Saraçhane eylemlerinin Gezi’den işte tam da bu anlamda farklı olduğunu düşünüyorum. Her ikisi de gençlerin başı çektiği birer halk hareketi olsa da Saraçhane’de yoksulluk ve geçinememe gerçekliğiyle şekillenmiş “sınıfsal” bir vurgu var. Ve aslında çoğunlukla “gelecek kaygısı” olarak ifade etsek de, gençlik aslında “bugünü” yaşayamıyor
Gezi ve Saraçhane eylemleri, 12 yıl arayla gerçekleşen iki büyük ayaklanma… Saraçhane’yi gören Gezi’yi hatırlıyor; Gezi’yi yaşayan ise Saraçhane’yle doğal olarak bir bağ kuruyor. Bu yazıda, Gezi’den Saraçhane’ye bakarak, ikisi arasındaki benzerliklere ve kendimce gözlemlediğim en büyük farka işaret etmek istedim.
2013’ün 31 Mayıs gecesi, aynı yılın 1 Mayıs’ında Taksim Meydanı’na ulaşmak için yürüyen işçi sınıfının ciğerlerine dolan biber gazının, bu sefer bir parktaki ağaçların haklarını korumak için o parkta nöbet tutanlara yöneltilmesiyle, ülkede benzerine daha önce şahit olunmamış bir ayağa kalkışın başlangıcı oldu.
2013 yazının başında, hükümetin Taksim Meydanı’nda bulunan Gezi Parkı’nın olduğu bölgeye Topçu Kışlası yapılması planına karşı parkı koruyanlara uygulanan orantısız şiddetle birlikte başlayan ve sonrasında tüm yurtta hükümet karşıtı bir eylemler bütünü haline gelen Gezi Parkı olaylarının bir evveliyatı var elbette. Gürakar (2014), bizzat dönemin başbakanı tarafından dillendirilen muhafazakâr gençlik çağrısı ve alkol tüketimine yönelik olumsuz söylemler, kürtajın yasaklanmasına yönelik düzenlemeler, Taksim’e cami yapılması isteği ve AKM’nin yıkılması planları ile somutlaşan ekonomik, siyasi, hukuki, eğitimsel ve kentsel alandaki muhafazakâr-otoriter yapının halkı bu patlama noktasına getirdiğini ifade ediyor. Bu kapsamda, Gezi öncesi özellikle Karadeniz’de yapımına hız verilen HES’ler ve bunlara karşı mücadele eden yöre halkına takınılan saldırgan tutum (Sendika.Org, 2011); 2011 yılında Asmalımescit’te başlayan masa yasakları (Hürriyet, 2011); Mayıs 2013’te temelleri atılan 3. İstanbul Boğazı köprüsüne Yavuz Sultan Selim Köprüsü isminin verilmesi kararının alınması (soL, 2013), bu durumu daha iyi anlamamıza yarayabilecek aklıma gelen diğer birkaç örnekten bazıları…
Gezi tam olarak nasıl bir hareketti sorusu kapsamında üzerinde en çok tartışılan konulardan biri, Gezi’nin sınıfsal niteliği oldu. Bazısı için bir “orta sınıf”, bazısı için ise “işçi sınıfı” hareketi olarak nitelendirilen Gezi ayaklanmasını Boratav (Sendika.Org, 2013), “olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırı” olarak tanımlıyor. Gezi’ye katılanların sınıfsal aidiyetleriyle ilgili olarak yaptığı ayrıntılı açıklamada, Gezi protestocularının önemli bir kısmını oluşturan öğrencilerin “işgücü arzının öğeleri” olan potansiyel işçiler olduğunu; “beyaz yakalılar” olarak tanımlanan ve artık çoğu üniversite mezunu olan hizmet sektörü çalışanlarının da işverenler için doğrudan artık değer üretilmesini sağladıklarından işçi sınıfının bir parçası sayılması gerektiğini vurguluyor. Bu noktada sadece “bağımsız profesyonel gruplar” olarak nitelendirdiği hekim, avukat, mimar, mühendis, mali müşavir gibi becerilerini işverenlere değil de müşterilere satarak geçimini sağlayan kesimleri, Gezi Parkı’nın “orta sınıfları” olarak tanımlıyor. Gezi Parkı projesine ilişkin olarak yaptığı “toplumun (halkın) geçmiş kuşaklarından devralınmış ortak varlıklarının siyasi iktidarlar tarafından kapkaççı bir burjuvaziye peşkeş çekilmesi” açıklaması da ona göre Gezi’nin bir işçi sınıfı hareketi olduğunun göstergesi.
Buna karşı başka bir kesim de Gezi’yi bir “orta sınıf” hareketi olarak nitelendiriyor. Bu kapsamda Çetinkaya’ya (Bianet, 2013) göre Gezi, iktidar tarafından yaşam tarzlarına yapılan müdahaleler sonrasında ortaya çıkan ve sonrasında siyasi bir itiraza dönüşen bir “orta sınıf” kalkışması. Ona göre Gezi, örneğin o dönem ekonomik krizle boğuşan ve bu sebeple sosyal ve politik taleplerin birlikte gelişip sonrasında sosyal taleplerin politik talepler halini aldığı Yunanistan eylemliliklerini değil, Mübarek’in baskıcı politikalarına karşı siyasal hak ve özgürlük talepleri ile ayaklanan ve daha çok orta sınıflardan oluşan Mısır halkının Tahrir Meydanı’ndaki eylemlerini andırıyor.
Ben de kişisel olarak Gezi’yi, neredeyse her biri ücretli çalışan olan fakat bu sınıfsal refleks ile değil; yaşam tarzlarına müdahale edildiği için öfke duyup ayaklanan kişilerin yarattığı bir “halk hareketi” olarak görüyorum. Bu “teknik” tartışmalar biraz kafa karıştırsa da ortada apaçık olan bir şey var bana göre. O da uzun 2013 yazı boyunca İstanbul’u aşarak tüm Türkiye’ye yayılan Gezi Parkı eylemlerinin, asıl olarak bir “gençlik” ayaklanması olduğu. Bu süreç boyunca, en küçüğü 14 en büyüğü ise daha 26 yaşında olan gencecik 8 insanın hayattan koparılmış olması bir tesadüf olmasa gerek.
Gezi’de ödenen bedel büyük… Ama Gezi Parkı, 23 yıllık iktidarda olan bir partinin bugüne kadar hayata geçiremediği tek proje karşısında, sökülen birkaç ağacının dışındaki tüm varlığıyla birlikte, bugün hala aynı yerinde duruyor.
Gezi’den bugüne yaklaşık olarak 12 yıl geçti. Bu geçen sürede Türkiye toplumu, dünyanın “normal” ülkelerinde belki de 100 yılda ancak yaşanabilecek ya da hiç yaşanmayacak çoğu çok acı pek çok olaya şahit oldu. 2015 Genel Seçimleri sonrasındaki karanlık süreç; bu süreçte yaşanan, travması çoğumuzda hala devam eden ve Cumhuriyet tarihinin en büyük sivil katliamı olan 10 Ekim saldırısı, 2016’daki darbe girişimi; onu takip eden OHAL ve KHK süreci; oldukça stresli geçen genel ve yerel seçim süreçleri; COVID pandemisi ve ardından gelen eve kapanmalar, ekonomik zorluklar ve sonuç olarak derin bir yoksulluk…
Bu arka planda Türkiye toplumu, Kürt illerinde aslında 2016 yılından beri uygulanan kayyum atamalarına bu sefer ülkenin en büyük şehri İstanbul’da şahit oldu. Ekim 2024’te Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atanmasının etkisi henüz atlatılamamışken ve “İstanbul’a kayyum!” söylentileri havalarda uçuşurken, bu sefer, geçtiğimiz mart ayında, önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun üniversite diploması iptal edildi; sonrasında da İmamoğlu ve ekibi tutuklandı. İBB’ye belki “şu an” kayyum atanmadı ama bu gelişmeler, hali hazırda yoksullukta vücut bulmuş ekonomik eşitsizliği en ağır şekilde yaşayan Türkiye toplumunda, zaten uzun süredir anlamını yitirmiş olan “hukuk devleti” inancını tümüyle ortadan kaldırdı. Fakat bir yandan da üst tarafta “sakin ve stabil” görünen toplumun, aslında dipte “kaynamakta” olduğunu gösterdi.
Bu şekilde başlayan Saraçhane eylemleri de bundan 12 yıl önce olduğu gibi İstanbul’u aşarak tüm Türkiye’ye yayıldı. Saraçhane’deki İBB binası önünde ana muhalefet partisi tarafından örgütlenen toplaşmalar, partinin önceleri “ılımlı” seyreden tutumunu aşarak şehirlerin ana meydanlarına yayıldı. Binlerce insanın toplandığı meydanlar, üniversite öğrencilerinin okullarında yaptıkları eylemler ve boykotlar ile şehirlerin ana noktalarındaki canlı ve direngen buluşmalarıyla, çoğumuzu şaşırtan militanlıkta cesur bir seviyeye ulaştı.
Saraçhane eylemlerine katılım sağlayanların sınıfsal özelliklerine ilişkin ise Gezi’yle kıyaslandığında henüz çok fazla ayrıntılı çalışma bulunmuyor. Fakat çoğumuzun gözlemlediği ve gerek haberlerden gerekse sosyal medyadan takip ettiği üzere, eylemcilerin büyük çoğunluğunu yine üniversite öğrencileri ve o yaş aralığındaki gençler oluşturuyor. Bu anlamda Saraçhane eylemlilikleri de aslında bir “gençlik” ayaklanması. Eylemler sürerken, yaşanılan polis şiddetinin yanında, adeta bir cadı avı başlatılarak –şu an bir kısmı bırakılmış olsa da- yüzlerce üniversite öğrencisinin tutuklanması da bu anlamda bir tesadüf olmasa gerek. Zaten, BBC (2025) tarafından Saraçhane eylemlerine katılanlarla yapılan görüşmeler vasıtasıyla hazırlanan haberde de, bu eylemcilerin büyük çoğunluğunun önleri İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin polis barikatını devirip yürümesiyle açılan üniversite öğrencileri olduğu ifade ediliyor. Haberde, öğrencilerin eylemlere katılmasının en büyük sebebinin, Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi ve tutuklanması hususunun ötesinde, duydukları gelecek endişesi olduğu belirtiliyor. Öyle ki öğrenciler, konuyla ilgili görüşleri sorulduğunda, Türkiye’deki çalışma yaşamındaki sorunlardan ötürü üniversiteden mezun olmanın artık bir öneminin olmadığını; bundan dolayı birçok yeni mezunun ülkeyi terk ettiğini ve bir şeyler değişmezse hiç kimsenin güvencesi kalmayarak belki bir gün kendi diplomalarının bile iptal edilebileceğini düşündüklerini ifade ediyor.
Bu noktada gençlerde, ülkedeki hukuksuzluk atmosferiyle pekişen bir gelecek endişesinin bulunduğu anlaşılıyor. DİSK-AR’ın (2024) hazırladığı rapor da bu endişenin sebebini rakamlarla bizlere anlatıyor aslında. Buna göre, 2024’ün 3. çeyreğinde Türkiye’de çalışabilir 66 milyon kişinin sadece 22,7 milyonu kayıtlı ve tam zamanlı istihdamda. Aynı dönem için geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 26,5. Bu, 10 milyon 654 bin geniş tanımlı işsiz anlamına geliyor. Genç nüfus için ise bu oran yüzde 35,7. Oysaki bu oran, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılının 3. çeyreğinde yüzde 26,1 idi! DİSK’in (2025) hazırlamış olduğu “İşsizliğin Görünümü Raporu”nda, geniş tanımlı işsiz sayısındaki artışın sebebinin, zamana bağlı eksik istihdam ve ümitsiz işsizler ile iş aramayıp çalışmaya hazır olanları ve iş arayan ancak hemen çalışmaya başlayamayacak olanları kapsayan potansiyel işgücü sayısındaki artış olduğu belirtiliyor. Bu tanımlama da aslında genç nüfusu işaret ediyor. Ülkedeki asgari ücret [1]; açlık sınırı [2] ve enflasyon rakamlarını [3] da hesaba kattığımızda, bugünün gençliğinin gelecek kaygısı duyması kadar doğal bir durum yok aslında.
Saraçhane eylemlerinin Gezi’den işte tam da bu anlamda farklı olduğunu düşünüyorum. Her ikisi de gençlerin başı çektiği birer halk hareketi olsa da Saraçhane’de yoksulluk ve geçinememe gerçekliğiyle şekillenmiş “sınıfsal” bir vurgu var. Ve aslında çoğunlukla “gelecek kaygısı” olarak ifade etsek de, gençlik aslında “bugünü” yaşayamıyor. Üniversite öğrencilerinin barınma, eğitim masrafları ve beslenme gibi “sıradan” bir aile için “devasa” masraflar anlamına gelen temel kaygılarını bir kenara bırakıyorum. Dünyanın “normal” bir ülkesindeki yaşıtının ekonomik anlamda mevzu dahi etmeyeceği bir uğraş, Türkiye’deki herhangi bir üniversite öğrencisi için artık bir “lüks” sayılıyor. Sevgili ile gidilecek bir sinema ya da konser; içilecek birer kahve öğrencilerin bütçesini sarsmaya yetiyor. Saraçhane eylemlerinden biraz önce Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin “kayyum” rektör tarafından okullarının kafeteryasının kapatılıp, yerine pahalı bir kahve zincirine ait kafe açılması planına karşı, “Bir fincan kahveye yenileceksiniz!” sloganıyla başlattıkları “İşgal Kafe” eylemi, bu durumun bir göstergesi aslında. Evet! “Kahve” gençler için önemli ve bir fincan kahveye fahiş paralar ödemek gençleri çok sinirlendiriyor!
Saraçhane eylemlerindeki sınıfsal vurgu, eylemler sırasında gençler tarafından taşınan dövizler ile ifadelerde de kendini gösteriyor. Örneğin, bir dövizde yazan “Liselileri MESEM’de öldürmeseydiniz daha kalabalık olacaktık!” sloganı, öğrencileri örgün eğitimden uzaklaştırarak çocuk işçiliğini normalleştiren ve dolayısıyla sermayenin bedava işgücünden faydalanmasına olanak sağlayan Mesleki Eğitim Merkezlerini hedef alıyor. İSİG’e göre (2024), ölümlü vaka olmadığını iddia eden Milli Eğitim Bakanı’nın ifadelerinin tersine, 2023-2024 eğitim-öğretim döneminde MESEM kapsamında çalıştırılırken ölen çocuk sayısı 9! CHP’nin 16 Nisan’da Beylikdüzü’nde düzenlediği mitingde kendisine söz verilen 20 yaşındaki bir gencin seçim arabası üzerinden Niğde’de meydana gelen bir iş cinayetinde hayatını kaybeden 14 yaşındaki çocuk işçi Abdürrahim Özkul’dan bahsetmesi de Saraçhane sürecinin sınıfsal yönünün bir göstergesi (Birgün, 2025). Bu gencin, Proje okullardaki öğretmen kıyımlarına işaret ederek, “14 yaşındaki çocuklar fabrikalarda ölecek kadar büyükse, öğretmenlerinin hakkını arayacak kadar da büyüktür” ifadesi ise oldukça etkileyici…
Ve dahası… Kendi kişisel eylem alanı gözlemlerimde özellikle gençlerin “Genel grev, genel direniş!” sloganı atmaları; Özgür Özel’in iktidar yanlısı sermayeyi boykota çağırması fakat bu boykotun özellikle gençlerin sosyal medya çağrılarıyla büyümesiyle 2 Nisan’da genel “tüketmeme” boykotuna dönüşmesi, Saraçhane eylemlerinin baskın olan sınıfsal yönünün diğer örnekleri. Boykotlar, önce iktidar destekçisi sermayeyi hedef almışsa da genel tüketmeme boykotunun topyekûn sermayeye karşı yükseltilen bir ses olduğu söylenebilir. Bu noktada, İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat’ın ağır sağlık sorunlarına rağmen cezaevinde tutulmasına karşı sosyal medyada yapılan çağrılara, Polat’ın özellikle İstanbul’un kamusal alanlarına yönelik hizmetleri ve ücretsiz-ucuz kamusal alanların gerekliliğine dair yaptığı açıklamalarının eşlik etmesi [4], İstanbul halkına ait alanların sermaye tarafından şekillendirilmesine karşı yükseltilen sınıfsal bir itiraz aslında.
Türkiye bu yıl Saraçhane’den başlayan bir ayağa kalkışın rüzgârıyla 1 Mayıs’a gitti. Bu açıdan bu 1 Mayıs diğer birçoğundan farklıydı. Bugün sokaktaki büyük öfkenin ve o öfke kadar büyük bir inat ile inancın bayrağını taşıyan gençler, geleceğe dair taşıdıkları kaygıyı yok etmek ve en önemlisi bugünü yaşayabilmek için tarihsel bir sınıf mirası olan Taksim Meydanı’na çağrı yaptı. Fakat ne yazıktır ki, Taksim’in özellikle bu niteliği düşünüldüğünde, bu çağrının sahibi olması gereken sendika konfederasyonları ve meslek örgütleri, Taksim Meydanı yerine Kadıköy kararı aldı ve kabul etmemiz gerekir ki hali hazırdaki akışın önüne set çekti. Alınan karara ve sonrasında gelen eleştirilere ilişkin DİSK Başkanı’nın açıklamasında tam olarak ne demek istediğini anlamak ise oldukça zor oldu! (Sendika.Org, 2025). Bu noktada KESK’in ve “dörtlünün” diğer ikisinin de en az DİSK kadar sorumlu olduğu gerçeğini de es geçmemek gerekiyor. Öyle ki bu durum, başını gençlerin çektiği bu büyük akışın önüne çekilen sete bir tuğla ekleyen KESK’in mücadele geçmişiyle bağdaşmıyor ve aklıma –KESK’li bir arkadaşımın hatırlatmasıyla- Yüksel Akkaya’nın seneler önce yazdığı bir yazıyı getiriyor.[5]
Her şeye rağmen bu sene Taksim kararı alanlar yine çok zorlandı ve meydana bile ulaşamadan yüzlercesi gözaltına alındı. Buna rağmen her birinin ismi sınıf tarihimizin doğru tarafına yazıldı! Kadıköy’de 1 Mayıs’ı “kutlama” kararı alanlar ise, özellikle “geleceğin işçileri” ve dolayısıyla da potansiyel birer sendika üyesi olan gençlerin “boykot” listesine çoktan girdi bile!
[1] Bugün Türkiye’de asgari ücret 22.104,67 TL. Çalışanların yaklaşık % 50’si asgari ücretliyken; kayıt dışı çalışanların %83,5’inin bu rakama bile erişimi yok (DİSKAR:2023).
[2] Türkiye’de açlık sınırı, Ankara’da yaşayan 4 kişilik bir aile için 22.131,00; yoksulluk sınırı ise 72.088,14 TL (TÜRK-İŞ: 2025).
[3] Ocak 2025 ayı itibarıyla ülkedeki enflasyon, devletin resmi kurumu TÜİK’e göre % 42; bağımsız bir kurum olan ENAG’a göre ise % 81 (BBC, 2025).
[4] https://www.youtube.com/shorts/WMwpl3TZOt0
[5] Sendika.Org (2008). “KESK’i ve bağlı sendikaları niçin yıkmalıyız?” [Online]. Erişim: https://sendika.org/2008/04/keski-ve-bagli-sendikalari-nicin-yikmaliyiz-yuksel-akkaya-19971 [27.04.2025]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.