Köy Enstitüleri, bugün baş edemediğimiz eğitim sorunlarından geçmişe kaçabilmek için bir vesile kılınmamalı, bilakis bugünün gerçekliği içerisinde yeniden bağlamsallaştırılıp yorumlanmalıdır. Bu da onu “anmaktan” daha çok “anlamakla” mümkündür
“Anlamak aşmaktır.”
Fransız atasözü
Köy Enstitülerinin (KE) kuruluş tarihi olan 17. günü nedeniyle nisan ayı, bu kurumların yoğun biçimde gündemleştirildiği bir ay olma özelliği taşımaktadır. Bu ay içinde KE ile ilgili yayın ve etkinliklerde artış olur; KE ile ilgili kurumlarda hareketlenmeler görülür, bir canlanma yaşanır. Tüm eski ve yeni kuşak Köy Enstitülüleri tatlı bir telaş kaplar; “17 Nisan’da ne gibi etkinlikler yapacağız?”, “17 Nisan’ı nasıl kutlayacağız?”, “Köy Enstitülerini bu yıl nasıl analım?” tartışmaları yoğunluk kazanır. 17 Nisan’ın nasıl kutlanıp anılacağı, KE’ye yüklenen tarihsel ve politik anlama ve bugünün kimin için neyi ifade ettiğine göre değişmektedir elbette. Anma edimi, belleğe geri getirmeye çalıştığı şeyi, tam da bunu yapma biçimi nedeniyle başkalaştırabilir, hatta ölümcülleştirebilir. Nitekim KE’nin özgürleşimci/kurtuluşcu (émancipatrice) özgünlüğü, onun anımsanma tarzında hiçbir zaman merkezî bir yer işgal etmemiştir. 17 Nisanlar özgürleşimci eğitim mücadelesinin bir vesilesi ve mevzii yapılmak yerine, başlı başına amaç haline getirilen kutlamalara dönüşmüş bu da bir fetişizm örneği oluşturmuştur. 17 Nisan vesilesiyle yürütülen tartışmalarda bu kurumlar tarihsel, siyasal ve toplumsal bağlamından koparılarak ya “fetişleştirilmekte” ya da “günah keçisi” ilân edilmektedir.
KE’yi anmaya ve anlamaya dair başka türlü[1] bir tahayyül arayışımın altında yatan temel neden, KE’nin, eğitim tarihi müzemizin, her 17 Nisan’da övgülerle (ve yergilerle) tozunun alınıp parlatıldığı bir ritüelin ardından müzedeki eski yerine özenle tekrar yerleştirildiği nadide bir parçası olarak sunulmasından duyduğum rahatsızlıktır. Bu başka türlü tahayyül önerisinin amacı daha doğru bir KE tarihi ya da en hakiki ve sahici KE anlatısını sunmak değil; sadece KE’ye dair hiç de masum olmayan tarihsel söylem ve tahayyül üretiminin bugünkü konumumuz ve güncel meselelerle ne denli ilişkili olduğuna işaret etmek; KE’ye dair üretilmiş bu söylem ve tahayyüllerin politik meşrulaştırma işlevine dikkat çekmektir. Tarihsel bir gerçeklik ve deneyim olarak KE için resmî/egemen anlatıdan farklı bir tarihsel ve siyasal perspektif geliştirme kaygısının temelinde, bugünkü ve gelecekteki eğitim sorunlarının tanımına ve çözümüne ezilenlerin (mü)dahil olabilmelerini mümkün ve gerekli kılacak “kolektif bellek” oluşturma arzusu yatmaktadır. Bir anlamda, bugün gerçekleştirilmek istenen toplumsal dönüşüm projesiyle içsel ilişkileri sağlamca kurulan “başka türlü bir eğitim anlayışı ve siyaseti” ile KE’nin aşağıdan tarihine ilişkin kurgunun bütünüyle örtüştüğünün gösterilmesi amaçlanmaktadır. Başka bir anlatımla, inşa edilmeye çalışılan başka türlü bir KE tarihi tahayyülüyle bugüne ve geleceğe ilişkin özgürleşimci eğitim tasavvuru aynı zamansal düzleme yerleştirilmektedir. Zira eğitim davası aynı davadır: Ezilenleri kendi kurtuluşlarının etkin öznesi kılacak özgürleşimci bir eğitim…
KE’yi ve bu kurumların “mimarı ve miyarı (ölçüsü)” olan İ. H. Tonguç’u an(ımsa)maya yönelik çabalar, Kemalist bir eğitim söyleminin kendini haklı çıkaracak referansları bulmak adına tarihi eşeleme, tarihten efsaneler çıkartma girişimine dönüştürülüyor çoğunlukla. Kuşkusuz KE gibi, geçmişteki yegâne eşitliklikçi/özgürleşimci eğitim deneyimine dönüp bakmak, bu deneyimle etkileşim içinde olmak tarihçi lüksü değil, politik gerekliliktir. Ancak KE ve onun tarihiyle ilişkimiz mitleştirme/kutsama düzeyinde kalınca geçmişteki bu radikal deneyimden günümüz için siyaseten anlamlı dersler çıkarabilmek de mümkün olmuyor. Aslında tarihsel bir figürü, olguyu ya da olayı mitleştirmek/kutsamak, sanıldığının aksine, onların gerçek değerinin görülmemesine yol açmakta ve hatta bu değeri ortadan kaldırmaktadır. Çünkü tarihsel figür ya da olgu mitleştirilip kutsallaştırıldığında onların bugünkü mücadelelerde canlandırılabilecek gerçek bir “deneyim” haline gelmesinin önüne geçilmiş olur. Tarihsel figür ya da olgular birer mit haline getirildiğinde onların yaşanmış geçmiş ve toplumsal bellekle bağı kopartılır ve böylece de kutsanırken aslında değersizleştirilmiş olurlar kaçınılmaz olarak. Bu nedenle tarihsel figür ya da olguları anmak, onlardan dersler çıkarmak için mitler üretmeye gereksinmemiz yoktur, olmamalıdır da.
KE’nin anlaşılamaz, açıklanamaz ve dile sığmaz “mucizevi” bir olay, bir “efsane” olarak görüldüğü yaklaşımların aslında “karanlıkçı” olduğunu öne sürmek hiç de haksız sayılmaz. Bu tür yaklaşımlar KE’ye dair eleştirel çözümlemeyi ve tartışmayı henüz başlamadan bitiren ve dolayısıyla KE’yi an(la)mak amacına hizmet etmek yerine bu deneyimi tarihin karanlığa gömen yaklaşımlardır. KE’yi tarih ve toplum dışı bir kült haline getiren resmî tarih anlatısının bu kurumların varlık nedenine ve temsil ettiği değerlere ne büyük zararlar verdiği, bugün ayan beyandır. Anakronik yaklaşımla KE’ye dizilen övgüler, gerçekte birer “kitabe-i seng-i mezar” (mezar taşı kitabesi) olmaktan öteye geçememektedir. KE’ni “mucize” olarak sunan; bu kurumları “aşılamayan, söndürülemeyen uygarlık projesi” olarak tanımlayan; KE modelini bugünkü her türlü eğitim ihtiyacımızı karşılayacak hazır reçete, bugünkü her eğitim sorunumuzun tek çözüm kaynağı olarak gören ve “itibarının iadesini” talep eden sözde övgüler, eğitim tarihimizde biricik olan bu radikal projeyi, ondan günümüzde ve gelecekte esinlenilmesini olanaksız kılacak şekilde bir kez daha tarihe gömmektedir. KE’yi “takdir” edeyim derken, “takdis” eden bu tür söylemlerden kaçınmak gerekmektedir. Zira KE’nin hedefi, kendisinden takdis beklenen uyruklar değil, eleştirel ve özgür aklıyla takdir yeterliği kazanmış özerk yurttaşlar yetiştirmekti. KE’yi an(la)maya yönelik çabaları imkânsızlaştıran böylesi tabulaştırma (ve şeytanlaştırma) girişimleri, bugün vardığımız noktada KE’yi ve Tonguç’u hiç de hakkı olmayan bir kadere, sessizliğe ve unutulmaya mahkûm eden başlıca etkendir. Oysa bugün, bizim Tonguç’tan ve KE deneyiminden esinleneceğimiz ve öğreneceğimiz çok şey var.
Temel mesele KE’yi anma adına yapılan etkinliklerin, onu aşarak anlamak adına mı, yoksa “nostaljik” ve/ya da “ideolojik” tüketim nesnesi haline getirmek adına mı yapıldığıdır. 17 Nisanlarda KE’yi an(ıms)arken, dara düşünce eski defterleri karıştıran müflis tüccarın konumuna düşmemeye özen gösterilmelidir. Bugüne dek her 17 Nisan’da genellikle yapılageldiği gibi, günün konusu olarak KE’yi özlemle ve simgeleştirerek anmak yerine, bu deneyimin bize öğrettiği gerçekler ışığında, tanım ve çözüm(leme)leri en aşağıdakilerin perspektifinden yapılan güncel eğitim sorunları gündemleştirilmelidir. KE, bugün baş edemediğimiz eğitim sorunlarından geçmişe kaçabilmek için bir vesile kılınmamalı, bilakis bugünün gerçekliği içerisinde yeniden bağlamsallaştırılıp yorumlanmalıdır. Bu da onu “anmaktan” daha çok “anlamakla” mümkündür. 17 Nisanlardaki anma etkinlikleri KE’yi gerçekten anlamaya vesile olduğu ölçüde ve sürece makbuldür. Yok eğer buna vesile olmuyorsa, aksine bir tür değer tüketim panayırlarına ve tatmin seanslarına dönüşüyorsa abesle iştigaldir. Geçmişi, eğer ondan bir şey inşa etmeyeceksek neden analım ki?
KE’yi unutturmamaya yönelik bugüne değin sürdürülen her özverili çabanın devrimci bir eylem ve direniş biçimi olduğu ileri sürülebilir. Kapitalizm, başka şeylerin yanı sıra, bir unutturma rejimidir de; tam da bu nedenle an(ımsa)manın kendisi devrimci bir eylemdir. Gramsci’nin, “hatırlamak direnmektir” özdeyişi de bu gerçeği vurgulamaktadır. Ancak an(ımsa)ma edimi, geçmişteki bir olgunun üzerine egemenlerce serilen örtüyü kaldırıyorsa, stilize edilerek ezilenlere unutturulmak istenen geçmişte, ezilenleri güçlü kılacak olan konumlanmış bilgi ve deneyimleri ortaya çıkarıyor ve onları bugüne taşıyorsa başlı başına bir direnme vasfı kazanır. Bugüne değin KE üzerin(d)e(n) yapılan çalışmalar ve anma etkinlikleri sayesinde bu tarihsel deneyimin toplumsal bellekten silinmesi engellendi; ama artık bu belleği eleştirel analize tabi tutarak bugünümüzü ve geleceğimizi dönüştürücü bir bilgi üretimi için nasıl kullanılabileceğimiz üzerinde durmak gerekiyor. KE “geçmişte” olmuş bitmiş bir hadise, hayırla yad edilesi bir “fasıl” olarak değil, bugünün çelişkili ve çatışmalı eğitim meselelerinde canlı bir referans noktası, bir esin kaynağı olarak görülebilir. KE’yi ve Tonguç’u an(la)maya yönelik çabalar, salt geçmişe yönelik (retrospektif) bir merak ya da saplantılı bir nostalji olarak kalmamalı; günümüzde yürütülen eğitim hakkı mücadelesine rehberlik edecek bir kuramsallaştırmaya dönük olmalıdır. Böyle bir çabanın onu başka türlü bir gelecek tasarımıyla bağlantılandıracak diyalektik bir yöntemle yürütülmesi kaçınılmazdır.
KE’ye ve Tonguç’a ilişkin yıldönümleri, an(ımsa)malar, tıpkı diğerleri gibi, kesinlikle masum ya da apolitik etkinlikler değildir. Tarihsel bir olayı ya da figürü an(ımsa)mak onu tekrar etmek değil, güncel koşullar altında yeniden inşa etmektir. Geçmişi an(ımsa)mak, orada bir yerlerde durup bizi bekleyen bir olayın ya da figürün yeniden keşfedilmesi, edilgince anımsanması değil, onun bugünkü gerçeklik içerisinde yeniden tasarlanmasıdır. Tarihsel bellek bu anlamda edilgin değil, etkin bir oluşumdur; bellekle ilişkimiz, sanıldığının aksine, geçmişten çok bugün ve gelecekle ilgilidir. İnsanlar ancak bugünü değiştirmek ve yeni bir gelecek inşa etmek istediklerinde belleklerini tazeleme gereksinimi duyarlar. KE tarihi hiçbir zaman sadece geçmişle ilgili ve geçmiş için olmamıştır. KE tarihiyle ilgili tartışmaların doğrudan doğruya bugünün politik sorunlarına dair tarih aracılığıyla ve tarih üzerinden yürütülen tartışmalar olduğu söylenebilir. Ancak herkes tarihe ve tarihsel olgulara günümüzde var olan güç ilişkileri içerisindeki konumuna, politik meşrebine göre bakar. Doğal olarak KE’nin tarihsel gerçekliği, var olan politik güç ilişkileri ve bu ilişkiler bağlamında biçimlenen hegemonik söylemler aracılığıyla oluşuyor. Bu anlamda tarihle kurulan her ilişkinin ve her an(ımsa)manın siyasi içeriği vardır. Anılan tarihsel olay ya da kişi ne kadar radikal ise onun anısı egemenlerce hemen ele geçirilip ehlileştirilmeye, konformizmin nesnesi haline getirilmeye çalışılır. İktidar her devirde geçmiş mücadelelerin izlerini ortadan kaldırmaya ya da o izleri yeniden anlamlandırarak onları ehlileştirmeye, normalleştirmeye çalışır. Unutturmak mümkün olmuyorsa, anı depolitize edilir, radikal içeriğinden arındırılır. Böylece anılan tarihsel olay ya da kişinin hatırasıyla güncel mücadele ve direnişler arasındaki bağ silikleştirilmiş olur. Depolitize edilen anı olarak KE artık ezilenlerin eğitim hakkı mücadelesi için bir esin, geçmişteki bir umut kıvılcımı olmaktan çıkar. KE bugün artık ciddiye alınamayacak bir “kurucu efsane”nin, özgürleşimci eğitim fikri ve pratiğine esin ve rehber olamayacak bir “anlatı”nın nesnesi olarak görülüyor. Oysa KE başka türlü bir eğitimin olabilirliğine dair geçmişten kanıttır. Tarih bugün ve gelecekten bağımsız olmadığı gibi, bellek de basbayağı siyasal mücadele alanıdır. Başka bir gelecek ve başka türlü bir eğitim için mücadele edenler, egemenlerin belleğimiz üzerindeki tahakkümünü kırmaya çalışmalıdırlar.
KE ve Tonguç konusunda henüz kuramsallaştırılmamış bir bellekle karşı karşıyayız. KE ve Tonguç hakkında oluşan devasa külliyat çoğunlukla yeni, farklı ve taze bir şey söylemiyor. Birbirini tekrar eden, sadece birbirine referans veren anı, anekdot, izlenim ve kanıdan oluşan KE külliyatıyla aramıza eleştirel mesafe koyamadık ne yazık ki bunca yıldır. KE ve Tonguç’a dair hâkim algımızı ve ezberimizi bozacak; böylece onları en aşağıdakilerin perspektifinden yeni bir gözle okuma imkânını da bizlere sunacak bir akademik/entelektüel çalışma yapılamamıştır henüz. Oysa her tarihsel deneyim kuramsallaştırılabilir. Bunun önkoşullarından biri, kendi deneyimimizi evrensel deneyimle bütünleştirmek, daha büyük bir tarihin ya da anlatının parçası kılmaktır. Bunun için öncelikle KE’yi belli bir tarih aralığında yaşanmış (ve fakat bitmiş) çok güzel bir “rüya” ya da tatlı bir “anı” gibi anlatan bakış açısını reddetmek önemlidir. Eğer KE’yi mazide kalmış parlak bir deneyim, “bir hoş sadâ” olarak görürsek, bu deneyimin kendi zamanının ve mekânının toplumsal-ekonomik koşullarının ötesine geçen anlamı ve değerini yitirmiş oluruz. KE olayını kronolojik ve nostaljik çerçevesinden çıkarıp, genellikle içine sıkıştırıldığı zaman ve mekânın ötesine taşımamız gerekir. KE’yi politik muhayyile ve deneyim olarak ele almaya ve özgürleşimci/eleştirel pedagoji geleneğinin içinde hak ettiği yere yerleştirmeye çalışılmalıdır.
Egemenler KE gibi ezilenlerin lehine olan geçmiş deneyimlerin zamanımıza ve şimdiki toplumumuza dair söyleyecekleri pek bir şey olmadığına bizleri inandırmaya çalışırlar. Elbette KE, bugüne ve geleceğe dair dersler çıkarabileceğimiz tarihsel bir deneyimdir. Ancak dönemsel (konjonktürel) etkenlerin koşulladığı bu deneyimin üzerinden geçen sürenin uzunluğu, bu deneyimin aydınlatıcı işlevini sınırlandırarak KE’nin giderek nostaljik bir simgeye dönüşmesine yol açmaktadır. Bu yüzden KE’yi bugüne ve geleceğe taşımak için, bu deneyimin üzerine inşa edildiği ilkelerin, değerlerin, inançların, kısacası yapısal (strüktürel) öğelerinin dönemsel (konjonktürel) öğelerinden arındırılarak teorik bir çerçevede bütünselleştirilmesi gerekmektedir. KE deneyiminin, eğitimsel gerçekliği anlamlandırmamızı sağlayacak ve eğitim hakkı mücadelesinin özgürleşimci özünü açığa çıkaracak biçimde teorileştirilmesi, KE’yi yarım kalmış bir “proje”, başarılı bir “deneyim” olmaktan kurtaracak, bugünkü ve gelecekteki kuşakların eğitimsel gerçekliğe ilişkin çözümlemelerinde bir başvuru ve esin kaynağı olarak güncelliğini her dem taze tutacaktır.
KE’nin kuruluş yıldönümleri vesilesiyle düzenlenen etkinlikler, bu özgün deneyimle ile ilgili oldukça sığ, sıradan ve yavan söylevlerle geçiştiriliyor ve bir sonraki yıldönümüne dek unutuluyor. KE, bugüne değin ona konfeksiyon bir kimliğin dayatıldığı bir bağlamda anılageldi; bu bağlamın ötesinde de okunabilir olup olmadığına bakılmadı bile. KE’yi “Kemalist kurumlar” olarak Tonguç’u da “Kemalist eğitim ideoloğu” olarak dayatan ya da böyle oldukları için eleştiren bu mütehakkim okuma tekeli nedeniyle, KE ve Tonguç, “başka türlü” okumalara açılamamış; çoğul okuma imkânlarına sımsıkı kapalı tutulmuştur. Bu tek sesli despotik KE ve Tonguç yorumunu aşmaya yönelik alternatif yorumlar yapılamadı. KE ve Tonguç’u an(la)manın en doğru yolu onları övmek ya da yermek olduğu düşünüldü hep. Oysa her tarihsel olgu ya da metin gibi KE de “çoğul okumalar”a kapalı değildir. Zira tarihsel bir olgu olarak KE’nin ve tarihsel bir figür olarak Tonguç’un anlaşılması da tüm zamanlar için bir defaya mahsus ve sürekliliği olan bir şey değildir. Tarihsel gerçeklikleri farklı bakış açılarıyla kavramanın mümkün olması gibi, nereden nasıl bakıldığına bağlı olarak birbirinden farklı KE ve Tonguç okumaları ve yorumları da mümkündür. İçinde yaşadıkları zaman ve politik eğilimlerine bağlı olarak tarihçiler tezlerini desteklemek için KE’lerinin belirli oluşum öğelerini vurgulamayı (diğer öğeleri yok sayma pahasına) tercih etmişlerdir. Bu açıdan KE’ne ilişkin yorumların (bu yazıdaki de dâhil) çoğunun, KE’nin tarihsel gerçekliğinden çok, yorumu yapan kişi ve onun KE’yle kurduğu ilişki hakkında bilgi verdiği ileri sürülebilir.
KE’ne dair egemen okuma biçimleri, büyük ölçüde bu kurumları kendi kafalarındaki ikili karşıtlıklarla okumak ve dolayısıyla çıkardıkları sonuçlar da yine kendi kafalarındaki bu ikili karşıtlıkların yansıması olmakla malul görünmektedir. KE kimilerine “Kemalizmin köydeki Truva Atı ya da tımarlı sipahi ocağı”[2] gibi, kimilerine “disiplin ve özgürlüğü kaynaştırabilen, örnek bir proleter rejimin okulu”[3] olarak görünmesi gibi… KE’ne baktığında kimilerinin “faşist kurumlar”, kimilerininse “Aydınlanma Ocağı” görmesi gibi. Tonguç’un eleştirmenleri onun eğitime dair ütopik vizyonunu ıskalayarak teknokratik ve totaliter bir rejimin hizmetine kendini adamış “Kemalist bürokrat” olarak tanıtırken, Tonguçseverler onun tarihsel sınır(lılık)larını dikkate almadan “Eğitimin Atatürk’ü” olarak yüceltmişlerdir. KE’ye ve Tonguç’a körü körüne duyulan aşırı hayranlık da onları önemsememenin ya da küçümsemenin bir biçimi olarak görülebilir. KE’ni ve Tonguç’u değersizleştirmek için onlardan nefret etmeniz gerekmez, aşırı hayranlık da aynı işi görür. Bir şeyi aşırı ölçüde yüceltmek aslında onu küçümsemenin bir başka yoludur. Birbirine karşıt gibi görünen bu okumalar, gerçekte birbirinin ayna yansıması olup aynı paradigma içinde yer almakta, birbirlerini tamamlamaktadır. KE ve Tonguç üzerinde kurulan ideolojik hegemonyanın aşılması; onlar üzerindeki mütehakkim okuma tekelinin mutlaka kırılması gerekir.
KE’ye ve Tonguç’a dair “farklı” okumalar, onların tarihsel önemine ve değerine halel getirmez; tam tersine, onların sadece Kemalist ya da anti Kemalist yorumla sınırlandırılamaz olan bir kimliğe ve düşünce zenginliğine sahip olduğunun görülmesini mümkün kılar. KE’yi ve Tonguç’u gerçekten an(la)ma şansımız ancak onlara dair yorumların çoğulluğunda mümkün olacaktır. KE’yi an(la)mak için izlenebilecek en iyi yaklaşım, bu tarihsel deneyimi herkesin farklı biçimlerde okuyup yorumlayabileceği; ama Althusser’in özdeyişiyle, hiçbir okumanın masum olmayacağı bir tarihsel metin olarak görmektir. Niye mesela, birileri çıkıp, KE’yi ve Tonguç’u Marksist kuram açısından, o bağlamda okumasın? Tonguç, erken Cumhuriyet döneminde gerçekleştirdiği “mucize” nedeniyle hayırla anılan ama işlevini tamamlamış bir “eğitim devrimcisi” olarak değil de varlığını günümüzde de sürdüren özgürleşimci/eleştirel eğitim geleneğinin erken dönem temsilcisi, fikirleriyle günümüzde de yaşayan ütopyacı bir entelektüel olarak niye okunamasın? Tonguç’u, sadece kendi döneminin pedagoglarıyla değil, kendinden sonra gelişen özgürleşimci pedagojinin temsilcileriyle (Freire, Freinet, Illich, Foucault, Gramsci, Althusser vb.) birlikte ve onlara karşı okuma zahmetine katlanan birileri niye çıkmıyor?
KE hakkındaki efsanelerin ve karalamaların tümünü bir kenara bırakıp, onu daha yalın ve insani bir biçimde aşağıdakilerin bakış açısıyla “yeniden” görmeye çalışmak, “başka türlü” okumak “mümkün” olmanın da ötesinde artık zorunludur. Kuruluşunun 85. yılında KE’yi ve ölümünün 65. yılında Tonguç’u böylesi “çoğul okuma”lara açmanın ve onlar üzerindeki (anti)Kemalist vesayeti kaldırmanın vakti geldi de geçiyor bile. KE gibi devrimci deneyimler, Tonguç gibi öncü düşünürler her zaman çoğul okumalara açıktırlar ve onlar ancak düşünsel ufukları aşılarak muhafaza edilebilirler, KE’nin virane olmuş binalarına sahip çıkılarak ya da Tonguç’a dair içi boş güzellemeler yapılarak değil. Tonguç’un düşünür olarak “büyüklüğü”nün, KE’nin ise özgürleşimci doğasının onların “başka türlü” okumalara da açık olduğunun gösterilmesiyle daha iyi anlaşılacağını umuyorum.
Bu çalışma da “özgürleşimci/eleştirel pedagoji” geleneğinin teorik ve pratik bilgi birikimi ışığında KE üzerine yapılan, ama masum olmayan bir okuma olarak nitelenebilir. Bu çalışma, KE’yi yarım yüzyılı aşkın süredir içine yerleştirildiği pratik bağlamdan (geçmişte yaşanan “mucizevî” bir deneyim) koparıp bütünlüklü teorik bir bağlama yerleştirmeye yönelik çalışmalara mütevazı bir katkı sunmayı hedeflediği için masum değildir. Kuşkusuz KE ve Tonguç üzerine bu yazıda önerdiğim okuma, en doğrusu, en gerçeği, en bilimseli olma iddiasında değildir. Tarihsel gerçeklik olarak KE’ye ilişkin yeni bir yorum getirilmekten çok, KE tarihine ve bu tarihle kurduğumuz ilişkiye ilişkin bir açılım ve yeniden bağlamsallaştırma önerilmektedir sadece.
KE’nin, her ne kadar eğitim tarihimizin çöplüğüne baktığımızda göz kamaştırıcı bir deneyim olarak görünse de kendi hayalleri ve tasarılarının kantarına vurulduğunda hiç de “başarılı” olmadığı ve kendi kuruluşunun hakiki amaçlarını hayata geçiremediği gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalırız. Bu yüzden KE’yi kendinden hareketle değil de bu bitmemiş projenin mimarı ve yürütücüsü olan Tonguç’un dünya görüşü ve pedagojik tahayyülü üzerinden anlamlandırmaya çalışma biçiminde kendini gösteren epistemolojik bir kopuşun, KE’yi an(la)maya dair başka türlü bir tahayyül geliştirebilmenin önkoşulu olduğu ileri sürülebilir. İlgi odağını “deneyim” üzerinden “pedagojik tahayyüle” (ütopyaya) kaydıran böyle bir epistemoloji, KE’yi özgürleşimci eğitim tarihi/geleneği içinde konumlandırabilmeyi de mümkün hale getirecektir. KE ve Tonguç yıldönümünden yıldönümüne anılan nostaljik ve romantik birer nesneye indirgenmeyecekse böyle bir konumlandırmanın zorunlu olduğu kanısındayım. KE ve Tonguç ancak onları aşmak için anlamaya çalışarak, tespit ve tezleri güncel koşullarda yeniden sınanarak yaşatılabilir ve güncellenebilir.
KE’yi an(la)manın onsuz olmaz derecesinde önemli önkoşullarından biri, bu projenin mimarı olan Tonguç’un eğitim tahayyülü hakkında asgarî düzeyde de olsa fikir sahibi olmaktır. Tonguç’un pedagojik tasavvuru, “elzemi lâzıma tercih etmek” zorunluluğuyla yaşama geçirilen ve tamamlanmamış bir proje olan KE ile sınırlandırılamayacak kadar geniştir ve bugün eğitimde yaşananlara dair cevaplar da içeren bir gelecek perspektifine sahiptir. Bu yüzden Tonguç’un yaşamı ve entelektüel kişiliği üzerine yeterince bilgi sahibi olmadan KE’ye dair yapılan yorumlar eksik olmanın ötesinde yanlış olmaya mahkûmdur. Bu tespitten hareketle, KE üzerinden Tonguç’u değil, Tonguç üzerinden KE’yi an(la)maya çalışmanın daha doğru bir yaklaşım olacağı öne sürülebilir. KE’yi an(la)manın önkoşulu Tonguç’u anlamaktır; Tonguç’u anlamak ise, onun pedagojik tahayyülünün temellerine inmeyi zorunlu kılmanın ötesinde Tonguç’un ütopyasını keşfetmeyi gerektirir. Tonguç ezilenlerin ve sömürülenlerin içine doğduğu koşulları dönüştürme gücünü onlara geri verecek bir eğitim ütopyası kurmuş kişidir de aynı zamanda.[4] Tonguç’un eğitime yüklediği politik işlevi, kısaca, ezilen ve sömürülenlerin “kendinde sınıf” olmaktan çıkıp “kendisi için sınıf”a dönüşmesine katkıda bulunmak olarak özetleyebiliriz. Özgürleşimci tahayyüle uygun biçimde mağduru aktörleştiren ve eğitim siyasetini bunun üzerine inşa eden bir eğitim anlayışına sahip olan Tonguç, KE’yle köy kökenli elit azınlık yetiştirmeyi değil, köylü sınıfının (ezilenlerin) Gramsciyen anlamda “organik entelektüellerini” yetiştirmeyi tasarlamıştır. Tonguç için KE nihai bir amaç ya da bir ideal değil, bir araç olduğu için Tonguç’un KE’yle ne yaptığına ve bunu o dönemin kısıtlı koşullarında nasıl yapabildiğine değil, aslında ne yapmak istediğine ve bunu ne ölçüde gerçekleştirebildiğine bakmak gerek. Tonguç KE deneyimiyle, bize bir pedagojik ufku işaret etmiştir. O halde bu ufka bakmak yerine, KE üzerinde takılıp kalmak, ufka bakmak yerine bu ufku işaret eden parmağa odaklanmak gibi stratejik bir hata olacaktır.
KE’nin, toplumsal değişim (ya da toplum mühendisliği) aracı olarak kullanıldığı görüşünde hem karşıtları hem de savunucuları, gerekçeleri ve hedefleri farklı olmakla birlikte, uzlaşmaktadır. Karşıtları KE’yi “Köycü ideolojinin ete kemiğe bürünmüş hali” olarak eleştirirken; savunucuları Kemalist Devrim’i köylüyle buluşturan, bu devrimin ilke, norm ve değerlerinin halk tarafından içselleştirilmesini sağlayan ideolojik aygıtlar olarak nitelerler. Birbirine karşıt gibi görünen bu yaklaşımlar, gerçekte eğitimle toplumsal değişim arasında dışsal ve tek yönlü ilişki kurdukları için örtüşmektedir. Tonguç’un pedagojik tahayyülünden hareketle KE’ye yaklaştığımızda ise, bu kurumların köy(lü) kalkınması ve eğitimi olmanın ötesinde eğitimle içsel ilişkili bir toplumsal dönüşüm projesi olduğu rahatlıkla ileri sürülebilmektedir. Bu projenin temelinde, “toplum değişmeden eğitim, eğitim değişmeden toplum değişmez” ilkesi yatmaktadır. Bu açıdan KE isminde geçen “enstitü” kavramı (Fr. Instituer/Kurmak) tesadüfen bulunan ve öylesine kullanılan bir kavram değildir. KE’nin toplumun “içten canlandırılması” (bu kavram eleştirel pedagoji kuramının “güçlendirme”/”empowerment” kavramından daha boyutludur), yani toplumun özkuruluşu amacını çok iyi yansıtan bir kavram olduğu için yeğlenmiştir.
KE’yi aşmak üzere an(la)manın bir başka önkoşulu bu kurumların asıl derdinin sadece “köy sorunu”, “köy(lü) eğitimi” ya da “köye öğretmen yetiştirmek”ten ibaret olmadığını kavramaktır. Tonguç için KE, bırakın köye öğretmen yetiştiren kurum olmayı, bir eğitim kurumu olmanın ötesinde anlamlar taşıyordu. KE’nin köy öğretmen okullarının devamı olduğu görüşüne herkesten önce Tonguç’un[5] kendisi karşı çıkmaktadır. Tonguç’un, köy(lüy)ü “kendi unsurlarıyla içinden canlandırma ve şuurlandırma” tezinin, köyü ve köylülüğü araçsallaştıran ve dışardan müdahalelerle onu dönüştürmeyi Kemalist devrimin temel amacı olarak gören, bunun için de öncülere, yol göstericilere gereksinim duyan tepeden inmeci geleneğe ve toplum mühendisliği anlayışına yönelik kapsamlı bir eleştiriyi içinde barındırdığı rahatlıkla söylenebilir. Tonguç’a göre toplumsal dönüşümün ne kaynağı ne de hedefi devlet ya da devlet seçkinleri olabilir. Tonguç, eğitimin dönüşümü sorunsalını, toplumun özgürlük ve özerklik hedefleri ışığında yeniden tanımlamaya çalışan özgün düşünürlerden biridir. KE’yle köy(lü)lerin modernleştirilerek Anadolu’nun makus talihinin değiştirileceği ve feodalitenin yıkılacağı yönündeki düşünce ile KE’nin kapatıldığı 1954 yılından sonra memlekette olup biten her olumsuz şeyi bu kurumların kapatılmasına bağlayan düşünce Kemalist mitolojinin birbirini tamamlayan parçalarıdır ve ikisi de yanlıştır. Tonguç, toplum ve eğitimin ancak birlikte değişebileceği düşüncesini içselleştirmiş bir eğitimciydi. Tonguç’un pedagojisi, tıpkı “Okulsuz Toplum”un yazarı İllich’in okula yönelik radikal eleştirisi ve “Ezilenlerin Pedagojisi”nin yazarı Freire’nin “sorun tanımlayıcı” pedagojisi gibi, ezilenleri kendi yaşamsal gerçekliklerini dönüştürmenin özneleri kılma ilkesine dayanmaktadır.
KE savunucuları ile karşıtlarının üzerinde uzlaştıkları bir başka nokta, toplumsal değişimi, salt eğitim, kültür, bilim, din, hukuk ve ideoloji gibi üstyapı kurumlarında gerçekleşen ama toplumsal üretim biçimiyle ve ilişkileriyle sanki bağlantısız bir süreçmiş gibi ele almalarıdır. Bu yaklaşım, KE’lerle “imamın karşısına öğretmen” ve “mahallenin karşısına okul”un çıkarılmaya çalışıldığı ve bu mücadelenin günümüzde kaybedildiği teziyle ortaya konmaktadır. KE savunucuları ise, bu kurumları karanlığa ve gericiliğe karşı aydınlanmacı ve ilerici kurumlar olarak yüceltir ve kapatılmasalardı neler olacağının fantezisini kurarlar. Oysa toplumsal değişme, Tonguç’un da pek çok kez vurguladığı gibi, salt zihinsel bir mesele değildir. Sadece düşüncelerde değişiklik yaratarak toplumsal değişme gerçekleştirilemez. Bu düşünceleri var eden yaşam koşullarında değişime gidilmediği sürece her toplumsal değişme süreci başarısızlığa mahkumdur. Görüldüğü gibi Tonguç’un pedagojik tahayyülünün ve dolayısıyla KE deneyiminin temelinde, “varoluşumuzu belirleyen bilincimiz değil, bilincimizi belirleyen varoluşumuzdur” biçimindeki Marksist önerme yatmaktadır.
Sınıf gerçekliğinden, sömürü ve tahakküm ilişkilerinden arındırılmış, daha doğrusu azade kılınmış, soyut ya da saf bir toplumsal dönüşüm ve demokrasi söylemi değildir Tonguç’taki. Toplumsal ilişkilerden, daha doğrusu maddi ezme-ezilme ilişkilerinden bağımsız bir demokrasi anlayışının ve “sınıfsız zümresiz kaynaşmış kütleyiz” söyleminin egemen olduğu bir dönemde Tonguç köylü sınıfının sömürüldüğü düşüncesine sahipti. Tonguç’a göre, Cumhuriyet “kimsesizlerin kimsesi olma” vaadini yerine getirememiş, demokratik bir vasıf kazanamamıştı. Tonguç’un bu temel tespitinden hareketle KE’ye yaklaştığımızda, bu kurumların üstyapıda gerçekleşen Cumhuriyet devriminin tabana yayılmasının aracı olarak kurulduğu tezi bir hayli tartışmalı bir hal alır. Demokrasinin tepeden değil, aşağıdan geldiğini düşünen Tonguç’un KE’yi demokrasiyi tepeden tabana indiren kurumlar olarak inşa etmesi düşünülemez. Toplumun demokratikleşmesi, yukarıdan reformlarla gerçekleştirilen kurumsal ve zihinsel değişimden ziyade, geniş kitleleri mobilize eden toplumsal ve siyasal çatışmaların bir ürünü olabilir ancak. Tonguç’un ilkesi de “halka rağmen halk için” değil, “halkla birlikte halk için”dir. Tonguç, ezilenlerin kendi yaşamları üzerindeki denetimlerine dönük enerjilerini, kendi kaderlerini kendilerinin yazmalarına dönük inisiyatiflerini, yaratıcılıklarını ve özgüvenlerini törpüleyen “skolastik eğitim”in yerine özgürleşimci bir eğitimi savunuyordu. Tonguç’un pedagojik tahayyülünün KE’de cisimleşen özgürleşimci izleri, çoğunlukla “köy kalkınması”, “köylüyü aydınlatma” gibi tepeden inmeci reformlarla ilgilenen anaakım KE tarihyazımında (histografi) ve artık rutine binmiş anma etkinliklerinde pek görülmez.
KE deneyimine bir reformlar çöplüğüne dönmüş eğitim tarihimizdeki eşsiz yerini veren karakteristiği, eğitim meselesinin ilk (ve son) kez en alttakilerin perspektifinden ele alan ve ezilenlerin ezilmişlik halini eğitim bağlamında sorunsallaştıran, onların öncelik ve çıkarlarını dikkate alan bir “toplumsal hareket”[6] olmasıdır. Freire’nin[7] de belirttiği gibi, ezenlerin çıkarı, ezilenlerin bilincinin değiştirilmesidir, içinde ezildikleri durumun değiştirilmesi değil. KE’yi özgül ve özgün kılan temel özelliklerinden biri, egemenlerin beklenti ve çıkarlarına uygun olarak ezilenlerin onları ezen yaşam koşullarını ıskalayarak sadece bilincini dönüştürmeyi değil, ezilenlerin içinde bulundukları yaşam koşullarını da dönüştürmeyi hedeflemesidir. Bu hedef, “iş eğitimi”, “yaparak yaşayarak öğrenme” ya da “eğitimle üretimi birleştirme” gibi teknopedagojik/politeknik hedeflerin ötesine taşan özgürleşimci bir boyut içermektedir. “Praksis” kavramı ve “praksis olarak eğitim” anlayışı, KE’yi anlama ve yorumlamanın onsuz mümkün olamayacağı önemdedir. KE’nin güncelliği de eskiden köy(lü) için yapılanların bugün kent(li) için yapılmasını mümkün ve gerekli kıldığı için değil, “praksis olarak eğitim” fikrini hayata geçirmiş olmasından kaynaklanmaktadır. “Praksis olarak eğitim” anlayışı, eylem, bilgi ve bilinci bir arada geliştiren, bilgiyi doğrudan toplumsal sorunlara bağlayan ve bu sorunların çözümüne yönelten öğretim ilke ve yöntemlerine dayanmaktadır. “Praksis olarak eğitim”, içinde “öteki”lerin özerk varlıklar olarak hedeflendikleri ve kendi özerkliklerinin gelişiminin temel aktörleri olarak görüldükleri bir süreçtir. Tonguç’un bütün arayışı da insanın kendi yaşamı üstündeki denetimini artıran ve imgelemini özgürleştiren bir eğitimdir.
KE ve Tonguç’u içinde var oldukları tarihsel ve entelektüel bağlamından soyutlayarak şimdinin arzuları ışığında an(la)maya çalışmak anakronik bir yaklaşım hatası olacaktır. Kısaca tarihsel perspektiften ya da “tarih duygusu”ndan yoksunluk olarak tanımlanabilecek anakronizm, KE ve Tonguç gibi tarihsel olguları ve figürleri anlamamızı oldukça güçleştiren bir tarih yanılgısıdır. Tarihsel kişiliklerin içi boş övgülerle putlaştırılmasının ya da temelsiz eleştirilerle şeytanlaştırılmasının, tarihsel perspektif yoksunluğundan kaynaklandığı söylenebilir. 1930’lu ve 1940’lı yılların koşullarının ve değerlerinin ürünü olan Tonguç’un bugünkü kavram ve değerlerle eleştirilmesi kadar övülmesi de anlamsızdır. Herkes kendi çağının ürünüdür ve yine herkes çağını aşacak kavram ve kuramları, başka bir anlatımla ütopyalarını bile ancak o çağın ve coğrafyanın gerçeklikleri ve kazanımları içinde oluşturur. Bugün Tonguç’u anlamanın ve onun pedagojik düşüncesiyle canlı ve güncel bir ilişki biçimi tutturmanın ana koşulu, onun kuramının ve eylemlerinin kendi tarihsel sınır(lılık)larını tanımaktır. Böylece KE’yi ve Tonguç’u şeytanlaştırmak ya da tabulaştırmak gibi patolojik düşüncelerden kendimizi kurtarabiliriz.
KE’yi an(la)mamızın önündeki en önemli epistemolojik engellerden birini resmî tarih yazımı oluşturmaktadır. Resmî KE tarihçiliğinin efsanevî bir “Köy Enstitüleri tarihi” yaratma çabaları, bu projenin radikallik potansiyelini görünmez kılmaya, özgünlük ve özgüllüğünü içi boş bir övünme konusu haline getirmeye yönelik olmuştur. KE’ye dair resmî tarih yazımında bu projenin tasarımcısı Tonguç’un bu denli görünmez kılınması ya da onun bir “Kemalist ikon” ya da “Tek Parti bürokratı” olarak sunulması; KE gerçeğinin ise “Kemalizmin köydeki Truva Atı” derekesine indirgenmesi hiç de masum olmayan bir girişimdir ve aynı amaca hizmet etmektedir. KE, Kemalist ideolojinin eğitim alanında kendi hegemonyasını kurabilmek için gereksinim duyduğu bir tarihselleştirme kurgusunun son derece kullanışlı bir elemanı olagelmiştir her daim.
O halde KE’yi an(la)maya dair başka türlü bir tahayyülün temel önkoşullarından biri, KE’ye dair başka türlü bir tarih tahayyülü ve tarih yazımıdır. Modernist bir tarih anlayışına dayanan egemen KE tarihi, geçmiş, bugün ve gelecek çizgisinde oluşturulmuş bir anlatı niteliği taşımaktadır. Bu tarih anlayışında geçmişin anlaşılması, bugünün açıklanmasını ve geleceğin kurulmasını mümkün kılacak temel bir öğe olarak yer alır. Geçmiş, bugün ve gelecek hattında şekillenen çizgisel bir zaman ve tarihsel özne anlayışı, söz konusu tarihsel öznenin, geçmişi kurmuş, bugünü kurmakta olan ve geleceğin de kurucusu olarak tasavvur edilmesini mümkün kılmaktadır. Böylesi bir tarih anlayışı nedeniyle, KE modelinin günümüzde de aynen ya da “Kent Enstitüleri” adıyla yaşama geçirilmesi fikri savunulabilmekte, “KE kapatılmasaydı…” diye başlayan anakronik tarihsel söylemler mümkün olabilmektedir. Oysa yapılması gereken şey, bir ideoloji olarak KE’ye dair modernist tarih anlayışının aşılması ve bir alternatif oluşturulması için doğrusal zaman algılayışının reddi ve bugünün, yani içinde bulunulan anın toplumsal, siyasal ve eğitimsel gerçekliğinin ön plana çıkartılmasıdır. KE tarih yazımında egemen olan doğrusal zaman kavramının ve bu kavramın tekabül ettiği düz çizgisel tarih anlayışının aşılarak tarihin “keşfedilecek bir geçmiş” değil “inşa edilecek bir geçmiş” olarak kavranması ve bu inşanın bugüne politik müdahale işlevi açısından değerlendirilmesi, bir tarihsel deneyim ve olgu olarak KE’nin anlaşılması ve güncelleştirilmesi bakımından elzemdir. KE’ye dair başka türlü bir tarih oluşturmak üzere geçmişe ilişkin anımsamalarımız bugünün koşullarından geriye doğru sıçrama, geçmişle aramıza eleştirel mesafe koyma, bugünün sorunlarının çözümüne ilişkin ilham arayışı ve nihayetinde ezilenlerin perspektifinden yeni bir geçmiş inşasına yönelik bir çaba olarak nitelenebilir. İçinde yaşanan zamana aktif müdahale kaygısı taşımayan ve yalnızca geçmişin sözde temsillerini oluşturmakla yetinen bir tarih anlayışının vakanüvislik olmasa bile akademizm ile malul olduğunun altı çizilmelidir. KE’ye ve Tonguç’a dair egemen tarih anlatısını sorunsallaştırmayan ve bu konuya dair aşağıdan/gayri resmî bir tarih anlatısı inşa etme amacına hizmet etmeyen her türlü an(la)ma etkinliği abesle iştigaldir. Açıkçası KE’ye dair resmi tarih anlatısını sorgusuzca benimseyip, tarihi politik mücadele alanı olarak görmeyince Tonguç’a ve KE’ye dair siyasal ufuk ve belleğimiz de övgüyle yergi arasında, Kemalist ya da anti Kemalist tarihsel söylem arasında neredeyse ezeli addedilen bir cendereye sıkıştırılmış oluyor. KE’ne ilişkin resmî tarihçiliğin, günümüz merkezli, geçmişe ona bakan özneden bağımsız bir “amaç” atfeden, ona kutsanan bir “Altın Çağ” ve kahramanlarının gözünden bakan yaklaşımı KE’nin tarihsel gerçekliğini an(la)mamızın önünde epistemolojik engel oluşturmaktadır. KE tarihine, bu kurumları efsaneleştirmek ya da kutsamak için değil, bugünkü ve gelecekteki eğitim sorunlarının tanımına ve çözümüne ezilenlerin (mü)dahil olabilmelerini sağlayacak bir “kolektif bellek” oluşturmak amacıyla başvurulmalıdır. Bugüne ilişkin bir toplumsal bellek oluşturmak üzere KE tarihinin yeniden okunması, günümüzde gittikçe derinleşen eğitimsel adaletsizlik ve eşitsizlikleri (yeniden)üreten politik iktidar ilişkilerinin açığa çıkarılması ve bu eşitsizlikleri aşacak tarihsel öznelliklerin ve alternatif toplumsal ve eğitimsel tahayyüllerin kurgulanması anlamına gelecektir.
Tarih, geçmişte öylece durup bizim keşfetmemizi bekleyen nesnel olgular toplamından ibaret değildir. KE tarihi bütünüyle egemen ideolojinin (ve onun eleştirisinin) güdümünde üretildiğinden ve yazıldığından, ezilenlerin varoluşlarını cisimleştirebilmek için KE’ye ilişkin yeni bir tarih okumasına ve tarih yazımına ihtiyaç duyulmaktadır. KE’ye “yaşanmış deneyim olarak tarih” anlayışı yerine “geçmişin bugün ve gelecekle ilişkisi içinde eleştirel yeniden-inşası” olarak tarih anlayışıyla yaklaşılması gerektiğini düşünüyorum. Gayri resmî (ya da aşağıdan) tarih literatürüyle herhangi bir diyaloga girişmeden bugüne ilişkin politik pozisyonuna destek oluşturmak üzere resmi tarihten KE ile ilgili anekdotlar devşirmeye, anılar aktarmaya, öznel deneyimler paylaşmaya son verilmelidir. Zira bütün bunlar geçmişin resmî temsilini yeniden üretmekten başka bir işe yaramıyor. Geçmişe ilişkin an(ımsa)malarımız, bugüne ilişkin toplumsal değişim modeliyle ilişki kurabildiği ölçüde anlam kazanacaktır. Ezilenlerin eğitimsel deneyimlerinin tarihin tozlu arşivlerine karşı bir okumayla görünür kılınması özgürleşimci/eleştirel eğitim tarihçilerinin temel görevidir.
Tarihten sadece geçmişi anlamayan bir kişi, neden KE gibi bir tarihsel deneyimle ve neden Tonguç gibi bir tarihsel figürle bu denli ilgilenildiğini ve onların neden unutulmadıklarını daha iyi kavrayacaktır. Tarih, mütemadiyen “şimdi”de yeniden üretilir zira.[8] Tarihin konusunu oluşturan geçmiş sadece “şimdiden önceki zaman”dan ibaret değildir, tam da şimdinin ve geleceğin bir parçasıdır. Dolayısıyla tarihi bir ders çıkarma pratiği ya da olanı olduğu gibi yansıtma aracı olma kutsiyetinden kurtararak, onun daima yeniden üretilmesi gereken bir “şimdi”ye müdahale aracı olarak görmek gerekir. Geçmişe dair tahayyülümüz bugünün siyasal-toplumsal hadiselerinden bağımsız olmayıp, tam aksine bizzat bu gelişmelere dair algılarımızca biçimlenir. Öyleyse, başka türlü bir şimdi ve gelecek tahayyülü, başka bir geçmişin inşasını ve bilincini gerekli kılar. Bu da ancak tarihi, bir siyasal müdahale alanı ve aracı olarak görmek ve bunun gereğini yapmakla mümkündür. Başka bir gelecek, başka bir şimdi arayanlar, egemenlerin tarih üzerindeki tahakkümünü kırarak orada ezilenlerin susturulmuş, unutturulmuş acıları ve mücadelelerini açığa çıkarmalıdırlar. Bu açıdan KE deneyiminin egemenlerce unutturulmaya, bu başarılamayınca da bir fetiş ya da nostaljik bir nesneye indirgenmeye çalışılması boşuna değildir. KE ile geçmişi kutsamak için değil, özgürleştirmek için ilgilenilmelidir. “Geçmişi özgürleştirmek” ise, Negri’nin[9] vurguladığı gibi, “eğer ki günümüzün yararına ve geleceğin üretimine taşınamayacaksa, hiçbir şeye yaramaz.”
Bizi daha çok hüzne ve muhafazakâr bir siyasete tabi kılan bir geçmiş özleminden ziyade, geçmişin gerçekleşmemiş düşlerine odaklanan, geçmişi yeniden düşünerek oradaki özgürleşimci vaatleri bugüne taşımak üzerine kafa yoran “adanmış” (angaje) ve “konumlanmış” tarih yazımına ve en çok da şimdinin eğitimsel sorunlarına aşağıdakilerin perspektifinden odaklanan bir eğitim siyaseti fikrine ihtiyacımız var. Zira egemenlerin geleceğin olduğu kadar geçmişin de potansiyellerini yok eden “şimdicilik siyaseti”nin karşısına, geçmişi yeniden düşünen ve olası gelecekleri bugünden kurmaya yeltenen “şimdinin siyaseti”ni koyan radikal bir eleştiri ve eylem eğitimde de hâlâ mümkün ve çok da gerekli. Ezilenler için KE deneyimi, daha iyi bir dünya için başka türlü bir eğitim mücadelesine bağlılık düşüncesini ve bir çeşit kolektif toplumsal ütopya ihtiyacını temsil etti ve etmeye devam ediyor.
* Seçkin Özsoy, Doç. Dr., Eğitim Bilimleri
[1] Bu yazıda KE’yi an(la)maya dair var olan tahayyüllere “alternatif” yani “seçenek” sunulması amaçlanmadığı için “alternatif” yerine “başka türlü” kavramı yeğlenmiştir. Bu yeğlemenin temel nedeni ilkinin karşıymış gibi göründüğü anlayışla temelde aynı mantığa sahip olmasıdır. “Alternatif” sözcüğündeki sorun, ifade etmek istediğini “anaakıma” nazaran ikincil kılmasıdır. “Alternatif” sözcüğü, egemen kategorileri sabitlerken ezilenlerin kategorilerini marjinalleştirir; sapmayı tarif ederken hâkim olanı olumlar, farkı adlandırayım derken sınırlar. Tıpkı istisnaların kuralı doğrulaması gibi alternatifler de anaakım, yerleşik ya da kurumsallaşmış olanı doğrulamak için vardır.
[2] Karaömerlioğlu, M. A. (1998). Köy Enstitüleri üzerine düşünceler. Toplum ve Bilim, 76, 56-85.
[3] Duhamel, G. (1998). Yeni Türkiye: Bir batı devleti. (Çev.: C. Yücel). Cumhuriyet.
[4] Özsoy, S. (2009). A utopian educator from Turkey: İsmail Hakkı Tonguç (1893-1960). Journal for Critical Education Policy Studies, 7 (2), 249-278.
[5] Tonguç, I. H. (1947). Canlandırılacak köy (2. Baskı). İstanbul: Remzi Kitabevi.
[6] Kırby, F. (2000). Türkiye’de Köy Enstitüleri (2. Baskı). (Ed. E. Tonguç). Ankara: İmece Yayınları.
[7] Freire, P. (1998). Ezilenlerin pedagojisi (3. baskı). (Çev. D. Hattatoğlu ve E. Özbek). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[8] Brown, W. (2010). Tarihten çıkan siyaset. (Çev. E. Ayhan). İstanbul: Metis Yayınları.
[9]Negri, A. (2005). Yaban kuraldışılık: Spinoza metafiziğinin ve siyasetinin gücü. (Çev. E. Canaslan). İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.