Yeni çağın genç bir yüreği yıldızlar ülkesine kanat çırpmış henüz gün doğmadan. 8 Ocak 2002, günlerden salı. Gür sesiyle zindan duvarlarını çınlatan yürek sessiz sedasız yummuş gözlerini yaşama. Oysaki ne kadar çok seviyordu uğruna savaşıp, bedenini ölümüne yatırdığı yaşamı
tavana asılmış sosyalist saçlarından
ah sabah sabah omuzları kan içinde
işkence sonrası genç bir kadın militan
yığınlar uğulduyor hummalı gençliğinde
adı bile çıkmamış dudaklarından
doğru yaşadığının sımsıkı bilincinde …
Attila İlhan
TİKB’nin ölümsüz efsanevi komünist önderlerinden Osman Yaşar Yoldaşcan’ın ölüm yıldönümünde serin bir sonbahar gecesinde tanışmıştı devletin ilk kurşunuyla. Henüz on beş yaşında gökçe bir fidandı o zamanlar. Lale Çolak olarak geçti adı tutanaklara yaralı yakalandığında.
Yıllar önce Sivas-İmranlı’dan İstanbul’a göç eden bir ailenin ele avuca sığmayan en küçük çocuğudur Lale. Başarılı bir öğrenci olmasına rağmen okulu bırakıp konfeksiyon atölyelerinde çalışmaya başlar.
Eylül fırtınasının kültürel etkilerinin işçi semtlerini ahtapot gibi sarmaladığı yıllardır o yıllar. Genç kuşakları derinden etkiyen arabesk müziğinin işçilerin, yoksul halkın yaşadığı gecekondu semtlerinde zirve yaptığı günler. “Bir bilet bir jilet” sloganının ortalığı kasıp kavurduğu, yarınsızlığa mahkûm edilen yoksul gençlerin umutsuzluk içinde debelendiği günler.
Bütün bu olumsuz koşulları elinin tersiyle itmesini bilen Lale, kendi kuşağı arasında sıyrılıp geleceğini devrim ve sosyalizm idealiyle pekiştirenlerin saflarına katılır. Ailenin bütün baskı ve engelleme çabalarına rağmen hem de.
Ne yaralı yakalanması ne işkence ne de cezaevi yaşamı mücadeleden vazgeçiremez onu. Tahliye olur olmaz tam bir sıra neferi olarak alır kavgada yerini. Sonradan kendisinin de anlatacağı gibi Lale’nin bu dönem sınıf mücadelesi içinde gelişip ideolojik olgunluğa erişmesinde, Osman Akgün yoldaşın etkisi tartışmasızdır. TİKB Osman Yaşar Yoldaşcan müfrezesi militanı olan bu yoldaşımız da. 1996 yılındaki süresiz açlık grevi ve ölüm orucu eylemleri sırasında, 27 Temmuz 1996’da Ümraniye Cezaevi’nde ölümsüzleşenlerimizdendi.
Doksanlı yıllar devrimci hareket açısından bir sıçramanın yaşandığı, her şeyin hızla geliştiği dönemdi. Hemen hemen her gün yeni bir grev ve direniş haberinin alındığı, fabrika önlerinde, okullarda, bildirilerin dağıtıldığı, eylemliliklerin birbirini takip ettiği bir dönem.
Lale de bu eylemlilik içinde hiç tereddüte düşmeden en önde yer alanlardandı. Eylemlilik olur da bu eylemliliğe karşı çıkanlar olmaz mı hiç? Anında bastırmak istemez miydi devlet güçleri karşılarına dikilen bu hak arama eylemlerini? Hem de öyle vahşi saldırıyorlardı ki bu hak arama eylemlerine, eyleme katılmaktan çok bu güçlere karşı doğru bir duruş sergilemekten geçiyordu devrimci militanlık. Lale de bunu öylesine layığıyla yerine getiriyordu ki.
Son tutsaklığı 1996 yılında olur. Yargısız infazların, gözaltında kaybedilen devrimcilerin, vahşice öldürülen Kürt yurtseverlerin, toplu kıyımların ardının arkasının gelmediği bir döneme rast gelir bu tutsaklığı.
Dönemin Anayol Hükümeti’nin Adalet Bakanlığı’na getirilen Mehmet Ağar koltuğuna oturur oturmaz gözlerini cezaevlerine dikip ilk genelgesini yayınlar: Bundan böyle “hücre” sistemine geçilecek cezaevlerinde!
Anında tek yürek tek ses yükselir cezaevlerinden: İçeride dışarıda hücreleri parçala!
Sokaklar ateş yeri gibidir artık. Hiçbir günü eylemsiz geçmez devrimci hareketlerin. İstanbul’un meydanları ateş topuna dönmüştü. Ya genelge geri çekilecek ya da yer yerinde oynayacak.
Lale bu günlerde bir zamanlar “tabutluk” olarak da anılan Eskişehir Cezaevi’ndeydi. Ölümlerle 1996 yılında yapılan açlık grevleri ve ölüm oruçlarındaki talepler kabul edilip tabutluklar kapatılmıştı kapatılmasına ama iktidar her an yeni hamleler için zaman kazanıyordu. 12 Eylül’den beri hep aynı politikalar devam ediyordu.
Lale deyim yerindeyse sorgu ve hapishane direnişlerinde büyüdü. Öne çıkan asıl gelişmesi örgütlü bir devrimcinin hızla kendini yenilediği ideolojik ve politik sıçramasıydı.
Benim onunla tanışmam tutsaklık koşullarında oldu. Cezaevleri sorunun ayyuka ya çıktığı dönem. Ulucanlar katliamıyla birlikte artık tutsaklık bıçak sırtında yürümek gibiydi. Bu kadar olaylar keşmekeşine aldırmadan hayaller kurduğumuz da oluyordu. Örneğin bir gün dışarda özgür ortamda buluşursak eğer ben ona Aşiyan’da çay ısmarlayacaktım o da bana Kürt böreği. Ölüm orucu eylemi sonrası hastane odasında buluşup umutla bakışmakmış meğer payımıza düşen.
Ölümün anlamını yaşamda bilen ölüm orucunun 200’lü günlerinde tahliye edildiğinde komadaydı. Çapa Tıp Fakültesi yaşama bağlı ünitelerinde 18 gün inadına yaşama tutundu. O 18 gün boyunca da biz dışarıdaki yoldaşları, nefeslerimizi tutarak, var gücümüzle, tedaviyi hızlandırabilmek için ellerimizden ne geliyorsa yapabilmek için seferber olmuştuk.
İstanbul yeni yıla kar fırtınasıyla girmişti. Yollar kapanmış, hiçbir vasıta doğru düzgün işlemez olmuştu. 2002 yılının yılbaşında son kez okumuştu kavgamızın şehri İstanbul şiirini.
Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul
Binbir direkli Halicinde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniyende güneş
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri
Vedat Türkali
Tutsaklık yaşamı boyunca o çınlatan sesiyle her direnişte şahlanarak okurdu. Kara gözleri irileşir, alev olup ışık saçardı yüreklere. Açlığın getirdiği yoğunluk onu zorluyordu. Hayra alamet olmayan zorlamaydı.
Bir iki günlük nöbet değişimi sonrası öğlen vakti gelmiştim hastaneye, elimde onun çok sevdiği lacivert renkli çoraplarla öyle kalakaldım. Odası bomboştu. Hemşirenin sesiyle irkildim: Lale neyiniz oluyor sizin?
Koridor üstüme çöktü de ben altında kaldım sandım bir an; görüyor ama hiçbir şey hissetmiyordum. Nasıl bir “Yoldaşımdı o benim” çıktıysa ağzımdan bir bardak su uzattı hemşire hüzün dolu bir bakışla.
Yeni çağın genç bir yüreği yıldızlar ülkesine kanat çırpmış henüz gün doğmadan. 8 Ocak 2002, günlerden salı. Gür sesiyle zindan duvarlarını çınlatan yürek sessiz sedasız yummuş gözlerini yaşama. Oysaki ne kadar çok seviyordu uğruna savaşıp, bedenini ölümüne yatırdığı yaşamı.
Biz, bu yeni çağın çocukları
Biz, bu yeni çağın çocukları,
kopuyoruz babalarımızın boyunduruğundan,
savaşmak ve kazanmak için kaldırdık yumruklarımızı,
başlatmak için özgürce yaşamı.
Biz, bu yeni çağın çocukları,
bu öfkeli topraklarda yetişenler,
kırbaç ve boyunduruk altında çalışanlar,
bize artık zincirlerle boğulmak yok.
Biz, bu yeni çağın çocukları,
acılar içinde doğmuş kardeşler,
yöneldik haklı, doğru bir amaca,
babalarımızın yasalarından daha soylu.
Bu kanlı dünya savaşında
Zafer ezilenlerden yana,
güçlü, sımsıcak zafer,
özgür yürek, özgür kafa.
Gençlik kızgın, güçlü, atılgan,
köle gibi yaşayamaz bundan böyle,
hıçkırığa, gözyaşına, didinmeye paydos,
paydos bu toprağın çocuklarına.
Biz, bu yeni çağın çocukları,
atılacağız yeni kavgalara,
sevgiyle yeşeren yaşamımızla
ödeyeceğiz bedelini özgürlüğün.
Migjeni
Ağır adımlarla yürüyen kortejin sessizliğini Rodrigo’nun gitar konçertosu bozdu. Lapa lapa savrulan karda göz gözü görmese de hüzünlü yürekler Koca Sinan Mezarlığı’na ölümsüz proletarya kahraman kadınını yıldızlar ülkesine uğurluyordu.
Koca Sinan Mezarlığı etrafını çevreleyen zulmün kolluk kuvvetleri aç kurtların varoşlara saldırı düzeninde. Müziğin ritmi uğultulara karışarak yürek parçalarca sınaydı. Lale’nin vasiyetiydi. Deniz Gezmiş gibi Rodrigo’nun gitar konçertosuyla uğurlanmak. Deniz Gezmiş ki Ulucanlar Cezaevi koridorlarında, darağacına devleşerek yürümüştü ölümün üzerine..
Lale Çolak 27 yaşındaydı ölümsüzlüğe yürürken. Rodrigo’nun konçertosuyla insan ruhunun derinliklerinde aşkı, hüznü iç içe yaşarsın. Kıyıları döven dalgalar gibidir. Kimi zaman hüzünlenir, bazen de yüreğin parçalanırcasına vücudundan dışarı fırlar bir kavganın ortasında bulursun kendini.
Bir yoldaşın haykırışıyla yankılandı mezarlığın sessizliği:
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın
Lale Çolak, TİKB’nin ölüm orucunda ölümsüzleşen ilk kadın militanı.
Ölen ama yenilmeyenlerin yoldaşı.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.