Bugün sağlıkta devrimci bir müdahaleye ihtiyacımız var. Mevcut örgütlü yapılarımızın mücadele mirasını sahiplenerek yeniye doğru yol alacağız. Bu iddiamızın peşinden yürümeye, koşmaya devam…
Bugün ülkemizde sağlık sisteminin örgütlenmesi ve sağlık emekçilerinin istihdam biçimleri, işin içinden çıkılmaz bir hale gelmiş durumda. Halkın geniş kesimleri sağlığa erişim sorunu yaşarken sağlık emekçileri de iş yükü altında eziliyor, emeğinin karşılığında insanca yaşayabilecek bir ücrete erişemiyor.
Bu duruma nasıl geldiğimizi elbette incelememiz gerekiyor. Ancak bu incelemeyi, mevcut durumu tersine çevirecek bir alternatif üretmek, sağlık hakkını ve güvenceli çalışma hakkını geri kazanacak bir sağlık emekçileri hareketi yaratmak amacıyla yapacağız. Böyle bir hareketi yaratmak için önemli deneyim ve birikimlere sahip olmamıza rağmen, geleneksel emek ve meslek örgütlerimizin yetmediğini; sağlık emekçilerinin istihdam ve üretim ilişkilerinde değişen konumuna uygun yeni örgütlenme ve mücadele araçlarının geliştirilmesi gerektiğini vurgulamak zorundayız.
Neoliberalizmin sağlık programı olan “Sağlıkta Dönüşüm” sürecinden sonra köklü değişimler meydana geldi. Sağlık, artık toplum yararı ve ihtiyaçlarına göre değil, sermayenin çıkarlarına göre yapılandırılmaya başlandı. Bu doğrultuda sağlık, alınıp satılabilir bir hizmet, sağlık emekçileri ise bu hizmeti üreten işçiler haline geldi. Dolayısıyla sağlık hizmeti sunumunda da önemli değişimler ortaya çıktı.
Basit bir şekilde düşünürsek, bir patron kârını artırmak için aynı miktardaki ürünü daha az işçiyle daha kısa sürede yaptırmak ister. Sağlıkta da benzer şekilde aynı işleri daha hızlı, daha az sayıda çalışanla yapacak düzenlemeler yapıldı. Beş dakikada bir hasta bakmak, servislerde hemşire başına düşen hasta sayısının artırılması, bir teknisyenin bir günde yaptığı görüntüleme sayısının artırılması, taşeron işçiliğin yaygınlaştırılması, hasta bakım işlerini yürüten işçilerle hastanenin temizliğinden sorumlu işçilerin görev tanımlarının belirsizleştirilmesi ve herkesin her işi yapmaya zorlanması gibi örnekleri çoğaltabiliriz.
Böylece sosyal refah devleti modelinde ortaya çıkan sağlığın kamusal hak olması ve sağlık emekçilerinin kamu çalışanı statüsünde daha güvenceli çalışma biçimlerine, kadro ve gelir hakkına sahip olması da geride kalmaya başladı.
Yukarıdaki örnekler göz önüne alındığında, çalıştığımız hastanelerin hâlâ kamu kurumu olması; bir patrona değil de Sağlık Bakanlığı’na ya da üniversiteye bağlı olmamız, bizi sermayenin üretim ve sömürü ilişkilerinin dışında tutmuyor. Çünkü bu kamu kurumlarının dahi temel mantığı kâr etmek üzerine kurulu; dolayısıyla emeğimizin karşılığının bir kısmına el konulması anlamına geliyor.
Elbette Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın tek sonucu kamu hastanelerinde yaşanmıyor. Özel hastanelerin yaygınlaştırılması, sağlık hakkının ticarileştirilmesinin en basit göstergesidir. Üstelik özel hastaneler bizzat devlet tarafından sermayenin çıkarlarını koruyacak düzenlemelerle yaygınlaştırılmıştır. Kamu hastanelerinde yaşadığımız randevu sorunu dahi sağlığa erişim için özel hastanelere yönlendirmenin ince bir yöntemi olarak değerlendirilmelidir.
Tüm bu değişen üretim ve istihdam özelliklerini düşünürsek, kamuda çalışan sağlık emekçilerinin de aslında “devlet memuru” ya da “kamu işçisi” görünümü altında sermayenin çıkarlarına çalışan birer “işçi” haline dönüştüğünü görürüz.
Tüm bu süreç pürüzsüz bir biçimde yaşanmadı. Halkın sağlık hakkının gasp edilmesi, sağlık emekçilerinin güvencesizleştirilmesi, mesleki olarak parçalanması süreci; sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket eden devletin bir dokunuşuyla hayata geçirilemedi. Çünkü karşısında direniş vardı.
Özellikle sağlık emekçileri hareketi ve örgütleri olan TTB, SES ve Dev Sağlık-İş, hem kendi özgünlüklerinde hem de ortak olarak sağlıkta neoliberal dönüşümü durdurmaya yönelik bir mücadele hattı ortaya çıkardı. Büyük sağlıkçı mitingleri, Türkiye Büyük Sağlık Hakkı Meclisi deneyimleri, hastanelerde taşeron işçi hareketi bu mücadele hattı içerisinde gelişti. Aynı zamanda sağlıkta neoliberal dönüşümün yıkıcı sonuçlarını yaşayan halkın tepkileri de bir sağlık hakkı hareketinin imkânlarını ortaya çıkardı.
Ancak devlet, bu direncin karşısında ilk olarak sağlıkta dönüşümü, sağlığa erişimi kolaylaştıran bir görünüm yaratarak geniş kitlelerin rızasını kazanma hedefiyle hareket etti. Bunun yanında, asıl olarak direnci kıracak hamlesi, sağlıkta dönüşüme karşı mücadele hattının taşıyıcısı örgütlere saldırmak oldu. TTB’nin hedefe konulması, SES’in KHK ve sürgünlerle gücünün kırılması, Dev Sağlık-İş etrafında hareketlenen taşeron işçi hareketinin gücünün kırılması için işçilerin kadroya alınması[1] gibi hamleler, sağlıkta dönüşüme karşı mücadeleyi yürüten örgütlenmelerimizin etkisini kırdı. Evet, piyasalaştırma ve işçileştirme saldırısı ancak faşizmin yöntemleriyle gerçekleştirildi. Tam da bu yönüyle sağlıkta dönüşüme karşı direnişimiz faşizme karşı direnişti. Ancak kabul edelim ki mücadelenin bir dönemi artık kapandı.
Bu kapanan dönemin yenilgisi, bizler için yalnızca örgütlülüklerimizin etkisizleştirilmesi sonucunu yaratmadı. Mücadele içinde kurulan ortaklıkların dağılması, sağlık emekçilerinin ve sağlık hakkı için mücadele eden kesimlerin kader ortaklığı duygusunu da parçaladı. Bu parçalanma, yalnızca mücadelenin yürütülmesi noktasında bir parçalanma olarak kalmadı. Neoliberalizmin atomize etme ve parçalama yöntemi sağlık alanında da kendini gösterdi. Sağlık, doğası gereği bir ekip işidir; farklı emek ve meslek gruplarının beceri ve hüneri ile kolektif olarak üretilir. Her biri, ortaya çıkan işin farklı derecelerde de olsa önemli bir parçasıdır. Ancak bugün bu farklılaşma, bir ekip olarak değil, sınıf içi parçalanma ve rekabet olarak kendini gösteriyor. Sadece farklı meslek grupları arasında değil, aynı meslek grupları içinde farklı statü ve pozisyonlar yaratarak da bölünme körükleniyor.
Tüm bu süreçleri birlikte değerlendirdiğimizde, proleterleşme eğilimleri artan sağlık emek gücünün örgütlenmesi artık eskinin ihtiyaçlarına göre kurulmuş emek ve meslek örgütlerimizle mümkün görünmemektedir. SES ve TTB, özellikle genç sağlıkçılara, hekimlerin sorunlarına çözüm üretmekten ve onlara hitap etmekten uzak. Hâlâ eski ezberlerle hareket ediyorlar. Örgütlenme neredeyse yalnızca üyelik olarak değerlendiriliyor ve üye olanların büyük çoğunluğu politik kimlik ya da duyarlılıklarıyla üye oluyor. Bir kitle hareketiyle oluşan bir üyelik ya da örgütlenmeden bahsedemiyoruz. Kitlenin mevcut eğilimleri ise neoliberal kültüre uygun olarak sınıfın ortak çıkarları etrafında değil, kendi çıkarları etrafında örgütlenme arayışları içinde kendini gösteriyor.
Sağlığı, toplumsal bileşenleriyle bütüncül olarak ele almaya; sağlık emek gücünün üretim ilişkilerindeki pozisyonlarına ve faşizm koşullarına göre yeniden yapılanmaya ve örgütlenmeye ihtiyacımız var. Sınıf mücadelesinde devrimci bir müdahale olmadığı sürece bu arayışların gerici, şoven, sağcı eğilimlerle ya da eski ezberlerle doldurulduğunu görmekteyiz. Kısacası, bugün sağlıkta devrimci bir müdahaleye ihtiyacımız var. Mevcut örgütlü yapılarımızın mücadele mirasını sahiplenerek yeniye doğru yol alacağız. Bu iddiamızın peşinden yürümeye, koşmaya devam…
Sağlık alanında devrimci dinamiklere, sağlığın toplumsal bileşenlerine, sağlıkta ortaya çıkan çelişkilere ve devrimci müdahale olanaklarına dair yazılarımızla devam edeceğiz.
[1] Ortaya çıkan kadro biçimi çoğu durumda taşeronu aratır hale gelmiştir.
[Bu yazı ilk olarak İşçilerin Sesi gazetesi 1. sayısında yayımlanmıştır. Dijital olarak ilk defa Sendika.Org’da yayımlanmaktadır]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.