Yüzü güneşe dönük olanların, ölümü hiçleştirenlerin destansı tavrını görüyorsunuz Hoşca Kal Abla’da. Bir de madalyonun öteki yüzü var tabi ki, ön yüzüyle arka yüzü yan yana. Ön yüzü alabildiğine berraktır. Kavga adamı olmanın ışıltısı o zor dönemde, o zifiri karanlıkta bile bir fener gibi aydınlatır ortalığı. Arka yüz ise, bencilliktir, bireyciliktir, ruhsal çöküntüdür
En soylu direnişler yaşandı
Diz boyu ihanet içinde
En güzeli yeşerdi aşkların
Yıkıntılar arasında
Muştusu yarının
Şenlendik çocuklar gibi.
Nasıl oldu demeyin
Her şey
Zaman, mekan içinde.
Hasan Hakkı Erdoğan
Yukarıdaki dizelerin sahibi Hasan Hakkı Erdoğan bundan tam 40 yıl önce, gözaltına alındığı İstanbul’da, kendisine sorulan tüm soruları cevapsız bırakıp işkencecilerine büyük bir bozgun yaşattığı için, aramızdan koparılıp alındı hunharca.
Onun kısacık yaşam öyküsünün anlatıldığı “Hoşca Kal Abla” kitabı, uzun bir zaman dilimi içinde, titiz bir çalışma, olağanüstü bir sabır ve enerjiyle harmanlanıp okuruyla buluştu nihayet El Yayınları aracılığıyla.
Bir müddet çevremde gezip dolaştıktan sonra bugünlerde bana da uğradı bu kitap. Elime geçer geçmez de sindire sindire okumaya başladım yakın tarihimizde yaşanan bu vahşeti, o günlerdeki dava arkadaşları, aile fertleri ve dostlarının yalın anlatımıyla gözler önüne seren bu kitabı.
Kitabı sevgili arkadaşım, yoldaşım Algül Umutlu kaleme almış. Algül bu kitapta, yakın zamanda yaşanmış tarihi bir döneme ışık tutmakla kalmamış, karanlıkta kalmış, üstü betonla kapatılmış dönemi de aydınlatmış.
İhanettin kol gezdiği eylül fırtınasının henüz dinmediği yıllardır. Bundan kırk yıl önce İstanbul’un ölgün sıcak bir gününde şen şakrak güle oynaya giderken görürüz Hasan Hakkı Erdoğan’ı. Yeraltı mücadelesinin olmazsa olmazı olan örgütsel randevusu vardır o gün ve yoldaşını görecek olmanın heyecanı içinde ilerlemektedir buluşma yeri olan parka doğru.
Ne kendisine kurulan pusudan haberi vardır ne de o yolun bir daha dönüşü olmayacağından. İşkencenin, baskı ve katliamların aralıksız sürdüğü o günlerde tutsak düşer Hasan Hakkı Erdoğan.
Aslında tutsak düşmek de denmez buna; onca dikkatli ve ilkeli olmasına rağmen pusuya düşürülür mücadeleyi içselleştirmeyen dava arkadaşı tarafından. 12 Eylül yıllarında siyasi polisin çok sık baş vurduğu yöntemlerden biridir çözülen kişileri, randevu yerlerine götürüp yoldaşlarına pusu kurmak.
“Hoşca Kal Abla” bir süreçte onca emeğe, özveriye karşın, küçük hataların telafisi olmayan büyük kayıplara yol açan çalışma tarzını da irdelemiş. Kitabı okumaya başladığınızda, komünistlerin, devrimcilerin, bir ara yolu siyasi şubeden geçen dava adamlarının hikayesi gözünüzde canlanıveriyor hemen. Sizi de içine çekip döngüsüne alıveriyor kitap.
Yüzü güneşe dönük olanların, ölümü hiçleştirenlerin destansı tavrını görüyorsunuz Hoşca Kal Abla’da. Bir de madalyonun öteki yüzü var tabi ki, ön yüzüyle arka yüzü yan yana. Ön yüzü alabildiğine berraktır. Kavga adamı olmanın ışıltısı o zor dönemde, o zifiri karanlıkta bile bir fener gibi aydınlatır ortalığı.
Arka yüz ise, bencilliktir, bireyciliktir, ruhsal çöküntüdür. Bu kadar kalsalar yine iyi, ruhsal çöküntü ile birlikte canını kurtarma uğruna her şeyini teslim edenlerin karanlık yüzüdür.
Nazım Hikmet’in “Provokatör” şiiri gelir aklınıza kitabı okudukça. Ağır gelse de vurgusu gerçeğin yansımasıdır aslında anlayana. İtirafçı Vedat Nedim Tör için yazmıştır bu şiiri Nazım. Partinin bütün bilgilerini polise teslim edip birçok partilinin yakalanmasına neden olan Vedat Nedim Tör için.
Bu adam
sattı arkadaşını;
sattı altın bir tepside arkadaşının
kanlı, kesik başını…
Bu adamın ayaklarında dolaşıyor
korku,
gölgesi gibi…
Karanlık bir su gibi yaşıyor
bu adam.
Kimilerinene göre çok klasikleşmiş bir söylev biçimi veya sıradan bir slogan gibi genç nesile enjekte edilmeye çalışılır “Son sözü hep direnenler söyler” sözü. Oysa destansı tarihimizde görülür ki, Şeyh Bedrettin’in Serez çarşındaki haykırışı kaç asır sonra Denizlerde, Mahirlerde, Kaypakkaya’da, Fatih Öktülmüş’te yankı bulup billurlaşır.
Hasan Hakkı Erdoğan daha cellatların eline düşmeden, yıllar önce ölümle kavilleşmiş, işkence karşısında tavrını hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde netleştirmiş bir kavga insanıdır. Parti çalışmalarının yanı sıra duygularının, aşkının davaya bağlılığının da zirvesinde. Hem dava hem de sevda insanıdır yani.
Belki de içinizden çoğu kişi ismen olmasa da şiirleriyle tanıyordur onu. Şairdir de o aynı zamanda. Kendi adıyla yayımlanmış olmasa da o zor yıllarda yazdığı o güzel şiirlerinden tanıyor olabilirsinsiniz kendisini. Gulasor, Partizan, Xello’nun biyografisi ve diğerleri. Hepsi de kitabın ekinde bekliyor sizleri.
İlk şiiridir Gulasor onun. Hani o
“Sana diyeceğim şu ki
Sen olmasan da olur
Ama
olmanı istiyorum Gulasor”
diye biten, gözaltına alınan sevdiceğine seslendiği buram buram sevda, buram buram buram kavga, direnç ve mücadele kokan şiiri.
Bir yandan kavgayı örgütlerken diğer yandan da yaşamın hakkını verendir o. Kod adı Nevzat’tır onun. Çevresindeki herkes onu böyle bilir, böyle de kabullenir. Yeni taşındıkları bölgede Tokatlı Emine ablanın kardeşi olarak öyle bir kamufle eder ki kendisini, kimsenin aklına ondan şüphelenmek gelmez. Ta ki birileri onu, randevusunda siyasi polise teslim edene kadar.
Polis baskınlarıyla enkaza döner emek ve çabalarıyla var ettikleri her şey. Serin bir eylül gününde küçük balık sorguda oltaya takılır, önüne sürülen bir bardak çay uğruna.
Her dönem “babacan” polisin yöntemidir zayıf yerden vurmak. ”Biz seni yakalamasaydık, uçuruma düşecektin. “Aklını başına topla aslanım, bak daha gençsin, önünde kocaman hayat var, neyi koruyorsun, zaten her şeyi biliyoruz biz.”
Uzun uzun yapılan sohbetler, örgüt yöneticileri hakkında yalan, yanlış akla hayale gelmeyecek iftiralar vs. Zayıf kişilikler burada düşer sorgucunun tuzağına.
Ama Hasan Hakkı dışında bir kişi daha vardır o enkazda o tuzağa düşmeyen. Hani akıllarınca “proleterler devrimci” geçinenlerin fırsat buldukça küçümsedikleri saksı çiçeği vardır ya, o enkazdan sıyrılıp tereddütsüzce omuz verir aktif direniş sergileyen yoldaşına.
Hoşca Kal Abla’da görürüz bu iki yoldaş, bu iki dava insanının nasıl çiçeğe durduklarını.
Ve bir yiğidin nasıl katledildiğini, arkadaşlarının satmadığı için.
Gerisi Nazım Usta’nın dediği gibi gece gelen bir telgraftır artık hem aile hem de yoldaşları için.
Gece gelen telgraf
Gece gelen telgraf
dört heceden ibaretti:
“VEFAT ETTİ.”
İmza yok.
Bu dört hece bile çok.
…
Avuçlarımda
ellerinin gölgesi dolaşan adam
demir parmaklıklardan gördü son gündüzünü.
Mahpushane doktoru
örterek paltosuyla upuzun yatanın yüzünü:
– Tamam!
dedi.
Bakıyorum
gece gelen
telgrafa.
O mükemmel bir kafa
mükemmel bir yürek,
yumruklarıyla erkek
gözleriyle çocuktu.
Hudutsuz ve Allahsız bir baştı o.
Yoldaştı o..
Haber alınır da durulur mu? Oğlunun gözaltında olduğunu öğrenen baba düşer yollara çaresiz. Bir an önce kavuşmak ister yiğidine. Nafile. Uğraşları bir sonuç vermez. Son bir defa daha gittiğinde siyasi şubeye anlar bir şeylerin ters gittiği. Kendisine söylenen dört kelimedir orada: “Oğlun öldü, morga git!”
Bir baba yıkılmaz da ne yapar bu durumda? Yine de gözyaşlarını içine akıtıp başı dik durmaya çalışır onların yanında yüreği yaralı baba, oğlunun anısına saygıyla.
Son darbeyi vurmak için adeta bu anı beklemektedir siyasi şube elemanları da.
Tam titreyen elleri ile kapıyı bulmaya çalışırken baba, hain bir ses duyulur yanı başında:
“Al bunları da öyle git!”
Beyaz bir torba içinde uzatılır kendisine, şubenin o soğuk hücrelerinde oğlundan geriye kalan ne varsa.
Geçtiğimiz yıllarda hep birlikte okumuştuk bir Kürt gerillasının kemiklerinin bir torba içerisinde nasıl babasına teslim edildiğini. Nasıl da her birimizi isyan küpüne çevirmişti bu olay.
“Hoşca Kal Abla” kitabını okurken görüyoruz ki Erdoğan ailesi, baba Erdoğan şahsında, bundan tam kırk yıl önce yaşamış böylesine korkunç bir vahşeti.
Kimi kitaplarda rastladığımiz kuru bir anı derlemesi değil bu “Hoşca Kal Abla” kitabı. Karanlık yıllarda yaşanmış destansı bir direnişin, bütün yönleriyle gün yüzüne çıkartılması, gelecek kuşaklara taşınmasıdır.
Unutmayın diyor kitap genç nesillere, diz boyu ihanet içinde nice soylu direnişler yaşandı, ne sevdalar yeşerdi o yıkıntılar arasında.
Vahşete ortak olanlar, yoldaşlarının ölümüne giden yolda payı olanlar ne yazık ki beylik laflar ederek yaşamaya devam ediyorlar hâlâ. Buna yaşamak denilirse tabii ki.
Hasan Hakkı’nın kitapta onlara seslendiği gibi seslenerek bitirelim biz de yazımızı:
Ulan elalemin pezevengi
Madem beceremeyecektin
Niye girdin sen bu işe!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.