Yeni “müzakere süreci” karşısında bizi seyircilikten, taraftarlıktan ya da bilmediklerimiz üzerine fikir yürüttüğümüz boş yorumculuktan kurtaracak bir yaklaşıma ihtiyacımız var. O da, bölgedeki yeni savaş düzenini bir dayanak noktası hale getirerek sürdürülen emek düşmanı, baskıcı, gerici-şoven politikalara karşı işçi sınıfının ve toplumsal müttefiklerinin kitlesel hoşnutsuzluğunu örgütleyip seferber edebilmek ve Kürt halkının barış ve çözüm talebine de toplumsal-demokratik bir çözümün gerçek zemini olabilecek bu seferberlik içinden omuz verebilmektir. Aksi takdirde Türkiye sosyalist hareketi içindeki çözülme ve savrulma eğilimleri, tersine çevrilemediği gibi yeni müzakere süreci ekseninde gelişen ulusalcı-liberal saflaşmaların itkisiyle ivme kazanacaktır
Türkiye’de hiç kimsenin kayıtsız kalamayacağı, herkesi ilgilendiren ancak üst düzey bir gizlilikle hazırlanıp toplumsal-demokratik anlamda hiçbir katılım kanalı sunulmadan başlatılan yeni bir “müzakere süreci” ile karşı karşıyayız. Tetikleyici dinamikleri, inisiyatif ve katılım kanalları açısından neredeyse bütünüyle “dışımızda” gelişen bu sürece dair bildiklerimiz henüz çok sınırlı. Bu sürecin esas olarak neyin zorlamasıyla ve hangi amaçla, kimlerin bilgisi ve inisiyatifi dahilinde başlatıldığına dair bilgi eksikliklerimizi ezberlerle, önyargılarla, spekülasyonlarla gidermeye çalıştığımızda sağlıklı bir sonuca varmamız mümkün değil. Ancak mevcut tartışma ortamı tam da bu sakatlıklarla malul.
Yeni müzakere sürecini başlatan ve yürütenlerin özel niyetleri ve yetenekleri bulunabilir. Ancak onları kuşatan tarihsel ilişki ve çelişkileri, ilgili aktörlerin müdahale kapasitesini ve sürecin gidişatının bu müdahalelerle belirleneceği gerçeğini hesaba katmadan yapılacak herhangi bir değerlendirme ile ne süreç anlaşılabilir ne de bu süreç karşısında sağlıklı bir tutum belirlenebilir. Sınırlı veriler üzerinden yazılan bu yazı da politik-pratik tutum belirleyecek yargılara varmak ve öngörülerde bulunmak için henüz erken olduğu bilinerek alınmış notlardan ibarettir.
Elimizdeki birinci veri şudur: Yeni süreç, kamuoyuna açık demokratik bir tartışma olarak değil, 2015’ten bu yana namluyu önce Kürdün sonra bütün halkın kafasına dayayarak ayakta duran faşist iktidar koalisyonunun kamuoyunu şaşkına çeviren bir hamlesi ile başlamıştır. Bir parti lideri olmaktan çok Kürt siyasi hareketine karşı her alanda savaş veren devlet güçlerinin temsilcisi olarak siyaset sahnesinde yer alan Devlet Bahçeli, Abdullah Öcalan’ın Meclis’e gelip DEM Parti grup toplantısında Kürt silahlı hareketine “silah bırakma” çağrısı yapmasını istemiştir. Çağrının nedenini, amacını, arka planını bilmiyoruz. Yalnızca bu hamlenin hangi uluslararası ve ulusal koşullarda gündeme geldiğini biliyoruz.
İktidarı köklü politika değişikliklerine ve sarsıcı hamlelere zorlayan iki güncel durum söz konusudur: Birincisi, Ortadoğu’da 7 Ekim 2023’te bir Filistin-İsrail çatışması olarak başlayıp, giderek yayılan ve ABD-İran savaşına doğru ilerleyen ve yeni bir denge kurulmadan son bulmayacağı anlaşılan yeni savaş halidir. İkincisi de 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde AKP’yi birinci parti olmaktan çıkaran ve mevcut ekonomi politikaları nedeniyle giderek büyüyen sınıf temelli toplumsal hoşnutsuzluktur.
İktidar, Ortadoğu’daki yeni çatışma düzleminde bir NATO üyesi olarak Türkiye’nin karşısına çıkacak risk ve fırsatlara hazırlanırken, emek örgütleri dahil bütün toplumsal-siyasal muhalefet güçlerini “iç cephe” söylemi ile iktidara eklemlenmeye çağırmaktadır. Böylece hoşnutsuz çoğunluğu siyasetsiz, örgütsüz, hareketsiz bırakmak, kendi özel ajandasını da içeren plan ve programını toplumsal dirence takılmadan ilerletmek istemektedir. Büyüyen sınıf temelli toplumsal hoşnutsuzluğa rağmen CHP’den Kürt hareketine, sendika konfederasyonlarından sosyalist harekete örgütlü muhalefet güçlerinin ülke içinde oldukça dağınık, etkisiz ve programsız bir halde bulunması, muarızlarını etkisiz hale getirmeye girişmek açısından iktidarı cesaretlendirmektedir.
Bu koşullarda gündeme gelen yeni “müzakere süreci” karşısında bizi seyircilikten, taraftarlıktan ya da bilmediklerimiz üzerine fikir yürüttüğümüz boş yorumculuktan kurtaracak bir yaklaşıma ihtiyacımız var. O da, bölgedeki yeni savaş düzenini bir dayanak noktası hale getirerek sürdürülen emek düşmanı, baskıcı, gerici-şoven politikalara karşı işçi sınıfının ve toplumsal müttefiklerinin kitlesel hoşnutsuzluğunu örgütleyip seferber edebilmek ve Kürt halkının barış ve çözüm talebine de toplumsal-demokratik bir çözümün gerçek zemini olabilecek bu seferberlik içinden omuz verebilmektir. Bağımsız bir işçi sınıfı hareketinin örgütlenmesi esas alınmaz ise Türkiye sosyalist hareketi içindeki çözülme ve savrulma eğilimleri, tersine çevrilemediği gibi yeni müzakere süreci ekseninde gelişen ulusalcı-liberal saflaşmaların itkisiyle ivme kazanacaktır.
Yeni sürecin kamuoyu önündeki ilk işareti Tayyip Erdoğan’ın 1 Ekim’de Meclis açılış töreninde yaptığı konuşmadaki “iç cepheyi sağlam tutma” vurgusu ve Devlet Bahçeli’nin DEM Partili vekillerle tokalaşması ile verilmişti. Sonra devletin İmralı’da tecritte tuttuğu Abdullah Öcalan’la bir müzakere sürecine dair ön görüşmeler yürüttüğü, İmralı ile PKK’nin Kandil’deki liderliğinin görüştürüldüğü ve bu görüşmede Öcalan’ın silah bırakmayı konuşmanın vaktinin geldiğini söylediği yönünde haberler yayımlandı. 13 Ekim’de Diyarbakır’da düzenlenen “Öcalan’a özgürlük” mitingi iktidarın şiddet dozunu görece sınırlı tuttuğu engellemelerle karşılaştı ve her şeye rağmen gerçekleşti.
Nihayet, Bahçeli’nin 22 Ekim’deki Meclis grup toplantısı konuşmasında “Terörist başının tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM’de DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın” demesiyle müzakerenin gündemi ve tarafları da ilk kez bu biçimde duyurulmuş oldu. Erdoğan da Bahçeli’nin verdiği mesajın arkasında olduğunu duyurdu. “Ne Kandil ne Edirne, adres İmralı’dan DEM’e uzansın” diyen Bahçeli bu konuşmada, savaşı sürdüren PKK liderliğini ve Erdoğan’a “Seni başkan yaptırmayacağız” dediği için 8 yıldır hapiste olan Demirtaş’ı aktör olarak görmek istemediğini ima ediyordu. DEM Parti Eş Başkanı Tülay Hatimoğulları aynı gün grup toplantısında yaptığı konuşmada, Devlet Bahçeli’nin çağrısını mantık olarak destekleyen vurgularla, çözüm konusunda muhatabın Öcalan, adresin de Meclis olduğunu söyledi. İYİ Parti lideri Müsavat Dervişoğlu ise Bahçeli’ye tepki göstererek yağlı urgan attı.
23 Ekim’de, sürecin muhatapları arasında sayılmayan PKK, başkentte silah sanayisinin lokomotif kurumlarından TUSAŞ’ı hedef alan sarsıcı bir eylem düzenleyerek, Türkiye sınırları içinde eylem kapasitesinin hâlâ var olduğunu gösterdi. DEM Parti eylemi kınadı. Selahattin Demirtaş da sosyal medya (X) hesabından bir paylaşım yaparak TUSAŞ eylemini kınadı ve Öcalan inisiyatif aldığında arkasında duracağını açıkladı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Diyarbakır’daki programını iptal edip Ankara’ya döndü, TUSAŞ saldırısını lanetledi. Sosyalist partiler de peş peşe kınama açıklamaları yayımladı. Gece saatlerinde TSK Suriye ve Irak’ta Kürt hareketinin kontrolündeki bölgeleri vurdu. Bağımsız kaynaklar sivil hedeflerin vurulduğunu söyledi ama bu saldırıları kınayan olmadı. Sonra öğrenecektik ki aynı gün Abdullah Öcalan’ın yeğeni ve DEM Parti milletvekili Ömer Öcalan, İmralı’ya gitmiş ve Abdullah Öcalan’ın “Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” mesajını getirmişti. Öcalan’ı Meclis’e davet eden Bahçeli ise istifini bozmadan odasına getirttiği Dervişoğlu’nun urganına İyi Parti’nin çantasını asıp poz verdi. Sonra faşist mafya babaları Alaattin Çakıcı ve Kürşat Yılmaz’ı huzuruna kabul edip önerisine destek açıklattı. Yılmaz desteğini açıklarken “Gerekirse can alıp can vereceğiz” dedi… Bu görüşmeler sürerken Irak ve Suriye’de hava saldırıları ve çatışmalar sürüyordu.
Suriye ve Irak’ta TSK ile Kürt silahlı hareketi arasında çatışmalar sürerken Medya Haber kanalında konuşan KCK yürütme konseyi üyesi Zübeyir Aydar ise “Savaş Gazze’de başladı ama Lübnan’ı geçti, Suriye’yi geçti, İran’a geçti… Şimdi bir Üçüncü Dünya Savaşı’ndan söz ediliyor. Bu savaşın daha da büyümesinden söz ediliyor. Bunu biliyorlar. Başkaları bizim kapımızı çalar. Biz bir gücüz, varız. Yabancı bir gücün gelip bizim kapımızı çalmasından ziyade, biz beraber yaşadığımız bizim kapı komşumuzun gelip kapımızı çalmasını istiyoruz” diyerek sürecin Ortadoğu boyutuna, “Derler ya Cumhuriyet kurulurken Kürt ve İslami kesim dışarıda bırakıldı. Şimdi İslami kesim içeri alındı, Kürtleri de alın içeriye. Kimse dışarıda kalmasın” diyerek de anayasa boyutuna ilişkin görüşlerini açıkladı. Avrupa’dan Aydar, Kandil’den PKK liderleri ve parlamentodan DEM Parti yöneticileri dahil Kürt siyasi hareketinin bütün kanatları Öcalan’ın bu sürecin baş müzakerecisi olduğunu belirterek, ayrılık iddialarına karşı hareket olarak bu konuda birlik içinde oldukları mesajını verdiler.
Bir başkası tarafından dile getirilmesi “terörizme destek” suçlamasına konu olacak bir önerinin Bahçeli’nin dilinden duyurulmasını, milliyetçi-faşist partinin Kürt sorununun çözümünün önündeki bariyerlerini kaldırması şeklinde değerlendirmek, temennileri gerçeğin yerine koymak olabilir. Faşist iktidar koalisyonunun, emperyalizmin ya da egemen sınıfların ittirmesiyle demokrasi ve barışa zorlanabileceği rüyasını görmekten bıkmayan liberaller ve milliyetçi rüzgarı fırsat bu fırsat kendi yelkenlerine yönlendirebileceklerini sanan sağ ve sol ulusalcılar bu temenni ile hareket etmektedir. Oysa Bahçeli bir parti lideri ya da hükümet üyesi olarak değil, devlet içindeki savaşçı unsurların ya da kontrgerillanın sözcüsü olarak konuşmaktadır. Erdoğan’ın onayladığı, diğer belirleyici sistem partilerinin de kökten karşı çıkmadığı bu öneri belli ki Türkiye egemen sınıflarının/oligarşinin birliğini sağlayan bir zeminde gündeme getirilmiştir. O zeminden Erdoğan kendi iktidar planları için, Bahçeli de kadrolaşma planları için faydalanabilir ancak bunlar belirleyici asıl neden değil iktidarda olanın istifade edebileceği ikincil faydalar olabilir. Genel seçimlerden galip çıkmış, önünde seçimsiz 3,5 yıl bulunan, yeniden seçime girebilmek için de Kürt sorununu çözmek ya da anayasayı değiştirmek zorunda olmayan Erdoğan’ın ya da Bahçeli’nin bu hamleyi esasen bir seçim hesabıyla yaptığını iddia etmek zorlama bir yorum olacaktır.
Bahçeli’nin devlet adına konuştuğunu, oligarşinin bu konuda parçalı olmadığını, bu birlik görüntüsünün Erdoğan’ın kişisel siyasal hesaplarını aşan bir devlet siyasetine işaret ettiğini, bunun arkasında da NATO-ABD’nin yeni Ortadoğu politikasının sunduğu risk ve fırsatların olduğunu söyleyebiliriz. Ortadoğu’da savaş İsrail ile İran arasında doğrudan çatışmaya varmış, İran bunun devamı halinde esas hedeflerinin bölgedeki ABD çıkarları olacağını defalarca açıklamıştır. İran liderliğindeki Direniş Ekseni’nin İran’dan Filistin’e uzanan lojistik hatları Irak ve Suriye’den geçmekte ve bu iki ülke halihazırda sıcak çatışmanın odağında yer almaktadır. Suriye, İsrail saldırıları eşliğinde cihatçıların hareketlendiği ve Rusya’nın da TSK korumasındaki İdlip’te cihatçıları vurmaya başladığı yeni bir çatışma atmosferine girmiştir. Erdoğan defalarca çağrı yapmasına karşın henüz Esad’la görüşemezken, Pentagon destekli Suriye Kürtleri Şam ile yeniden temasa geçmektedir.
Devleti yönetenler açısından “risk” bölgeye yönelik yeni bir emperyalist müdahalede Kürtlerin hareket alanının genişlemesi ve Kürt silahlı hareketinin Türkiye muarızı bir bölge gücü olarak bundan istifade edebilmesidir. “Olanak” ise İran’ın bölgesel etkisini kırma hedefi ile halihazırda yürütülmekte olan NATO-Direniş Ekseni mücadelesinde rol alarak bölgesel askeri-ekonomik bir güç haline gelmektir. Kredi kartından dahi silah vergisi almayı düşünen, silah sanayiini geliştirmek için NATO ve İsrail’le işbirliği içinde ciddi yatırımlar yapan iktidarın hazırlıklarının esasen barışa değil, savaşa yönelik olduğu ortadadır. Kürt silahlı hareketinin bu süreçte namlusunu Türk devlet güçlerine çevirmekten vazgeçmiş bir askeri güç olarak rol alabileceği düşüncesi, bugün olmasa bile yarın bir gün kendisine dönebilecek her bağımsız silahlı gücü ezme ilkesi üzerine kurulu Türk devlet geleneği ile uyuşmamaktadır. AKP iktidarı ile Kürt hareketi arasındaki geçmiş müzakere süreçleri de bunu göstermiştir. Geçici soluklanmaları daha şiddetli imha operasyonları izlemiştir. NATO-ABD, Irak ve Suriye’deki Türk ve Kürt askeri varlıklarının çatışan unsurlar olmaktan çıkmasını, Türkiye oligarşisi de Kürt askeri varlığının etkisiz hale getirilmesini isteyecektir; iki çıkar arasındaki kesişim noktası budur.
2015’te başlayan savaşın ardından Türkiye içinde gerilla ve sokak hareketliliği oldukça sınırlanmış, DEM Parti parlamenter varlığını sürdürüyor olsa da Meclis’in kendisi anlamsızlaşmış, hem Irak devleti hem de Barzani güçlerinin yardımı ile Pençe-Kilit operasyonları sürecinde TSK Irak’ın kuzeyindeki üslenmesini genişletmiş, MİT yeni askeri teknolojilerle Kürt hareketinin sivil ve askeri sahadaki kadrolarına yönelik engelsiz ve kesintisiz bir suikastlar süreci başlatmıştır. Ne var ki gerillanın Türkiye içindeki eylem kapasitesi bitirilemediği gibi, Irak’tan Suriye’ye uzanan üslenme ve lojistik hatları da bütünüyle kesilememiş, hareket toplumsal desteğini de büyük ölçüde korumuştur.
Devlet yeni müzakere adımını atarken Kürtleri olabilecek en zayıf anında yakaladığını düşünüyor olmalıdır. Öte yandan bu aynı zamanda Ortadoğu’daki güç dengelerinin değişmesi ile Kürtlerin yeniden güç toplayabileceği kontrol dışı bir hareket alanı oluşmasını önlemeyi de ihmal etmemek anlamına gelir. Burada Türk devletini Kürt hareketiyle müzakereye zorlayan esas güç NATO ekseninin yeni savaş planları olabilir.
Her bölgesel denge değişimi sürecinde kendilerine bir el uzandığını ve ardından imha operasyonları ile karşı karşıya kaldıklarını bilen Kürtler de müzakere masasına bunu bilerek oturuyor olmalıdır. En azından PKK liderliğinden gelen mesajlar bunu yansıtmaktadır. Öcalan’ın şahsına hareketin birliğinin ve müzakere iradesinin sembolü olarak sahip çıkılmakta ama hareket savaşa hazır halde beklemektedir. Ortadoğu gibi çatışmaların sürekli farklı biçimler alarak sürdüğü bir bölgede, dört ayrı ülkede, farklı uluslararası ve bölgesel çıkarlar arasında reel politik denklemler kurarak, kendi içindeki farklı eğilimleri yönetmeyi başaran, kendisini yaklaşık yarım yüzyıldır askeri ve siyasi güç halinde tutan bir toplumsallığa yaslanan, önceki müzakere süreçlerinin sonunda şaşırtıcı başarılar ve yenilgiler yaşayan hareket, bu tecrübelerle yol alacaktır.
Bu süreçte, hareket içinde liberal milliyetçi sağ eğilimlerin, pragmatizmin ve reel politikerliğin cesaret kazanması ve öne çıkması kaçınılmazdır. Sol içinde suçlama ve endişe ile karışık biçimde tartışılan bu eğilimler, ulusal hareketin çelişkili doğasına dair bir gerçekliği olduğu gibi, tek ve esas belirleyeni değildir, bugüne kadar da olmamıştır. Bir ezilen halk gerçekliği üzerinde yükselen, güçlü bir proleter tabanı, seküler perspektifi ve kadın dinamiği bulunan bu hareketin üzerinde yükseldiği toplumsal çelişki zeminleri, sağ eğilimlerin ve düzenle entegrasyonun önündeki bariyerler olarak, solun dikkate alması gereken yere işaret etmektedir.
Bu süreçte yol alınabilirse elbette anayasa değişikliği de gündeme gelecek, Aydar’ın özetlediği tartışma siyasetin ana başlıklarından biri haline gelecektir. İç dinamiğin devreye girdiği, Erdoğan’ı böylesi riskli bir hamle yapmaya ikna eden getiri de bir olasılık burada aranmaktadır. Burada da 2013-2015 sürecinde olduğu gibi Erdoğan’ın istediğini elde edemediğinde ABD ile ihtilafa düşme pahasına masayı devirdiği akılda tutulmalıdır.
Tüm ezen ezilen ilişkilerinin son bulduğu bir toplumsal eşitlik düzeni hedefiyle hareket eden, sınıfsal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasını isterken ulusal ve cinsel eşitsizliklerin de ortadan kalktığı, savaşsız, sömürüsüz bir dünya isteyen sosyalistler açısından, barışa ya da Kürt sorununun çözümü için ezilen ulusun temsilcilerinin devlet tarafından muhatap alınmasına karşı çıkmak gibi bir şey elbette söz konusu olamaz. Ama barıştan söz eden devletin savaşa hazırlandığını görüyoruz. İktidarın namlusunun ve sopasının yalnızca Kürtlerin değil, insanca yaşayacak bir ücret talep eden işçilerin ve emeklilerin, özgürlük talep eden kadınların ve gençlerin, doğasına sahip çıkan köylülerin üstüne doğrultulduğunu, bütün baskı ve şiddetine rağmen bu toplumun ezilen kesimlerinin direncini kıramayan iktidarın “şiddet dışı” etkisizleştirme hamlelerine ihtiyaç duyduğunu da biliyoruz. Toplumsal demokratik bir katılım kanalı sunulmadan, kapalı kapılar ardında ve gizli niyetlerle başlatılan söz konusu müzakere sürecinin, bütün muhalefete ve halka yönelik bir etkisiz hale getirme süreci olmanın ötesinde biçim kazanması ancak halk güçlerinin iktidarın kurduğu oyunun dışında duran bağımsız, örgütlü müdahaleleri ile mümkün olabilir.
Politik-pratik tutum belirleyecek yargılara varmak ve öngörülerde bulunmak için henüz erken olduğunun altını çizerek şimdilik bazı genel doğrulara işaret etmekle yetinebiliriz. Bu ülkede demokratik ve barışçı bir gelişme olacaksa bu ancak iç dinamiğin, büyük bir toplumsallığın örgütlü-politik müdahalesiyle olabilir. Gezi ve Kobanê isyanlarından, 7 Haziran 2015 ve 31 Mart 2024 seçim sonuçlarına sınıf temelli böylesi bir toplumsal zeminin var olduğu ancak bu toplumsallığın örgütlü-politik ifadesinin ise zayıf olduğu görülmüştür. Yeni müzakere süreci ile yeni bir zemin kazanan ulusalcı-liberal saflaşmanın bu toplumsallığı sakatladığı, toplumsal eşitsizliklerin giderilmesi değil derinleştirilmesi üzerine kurulu emperyalist-kapitalist sistem karşısında politik bir işçi sınıfı hareketi yaratılmadıkça da bu ülkede Kürt sorunu dahil bütün demokrasi ve özgürlük sorunlarının düzen siyasetinin çıkmaz sokaklarında çözümsüz kalmaya mahkum olduğu tecrübeyle sabittir.
Bu süreci ancak ve ancak, iktidarını savaş politikaları üzerine kuran ve emperyalizmin yeni Ortadoğu planlarında rol arayışında olan faşist iktidar koalisyonuna karşı, gardını düşürmeden, barış ve ekmek talebini yükselterek, ve etkisiz hale getirilmeye çalışılan sınıf temelli toplumsal hoşnutsuzluğu örgütlü ve seferber bir güç haline getirerek göğüsleyebiliriz. Aksi, Fırat’ın iki yakasındakiler dahil bütün halklara karşı açılmış savaşta silahsız, savunmasız, gafil avlanmak olacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.