Fındık üreticisi, çaresiz bırakıldığı oranda Ordu’da, Giresun’da olduğu gibi arazilerini kiraya vermek zorunda kalıyor. Yani bu iş zaten başlamış durumda. Tabii yasa ile beraber çok daha yaygın hale getirilecektir. Burada amaç çay, muz, kahve vb. “kitlesel tüketim mallarının” üretimlerinde olduğu gibi plantasyon türü tarıma geçiştir
Cargil’in, Nestle’nin, Ferraro’nun, Philip Morris’in cirit attığı, emperyalist tarım tekellerinin ihtiyacına bağlı olarak sömürge tarımının dayatıldığı, ürün çeşitliliğinin de aile tarımının da adım adım yok edildiği ülkemizde, HES’e de siyanürle zehirlenmeye de ağaç katline de ormansızlaştırmaya da muhatap olmuş bölgelerden birinde, Karadeniz’in Hopa’sında Reşit Kibar, doğa katliamına karşı durduğu için 3 Eylül 2024’te katledildi. Görüntüde bir şirketin adı geçse de gerçekte bu cinayet, iktidarın tarım ve yağma politikalarının doğrudan sonucuydu.
Daha önce de doğa savunucularının karşısına orantısız müdahalelerle devletin bizzat kendisi, defalarca ve farklı biçimlerde çıkarıldı. Bunun biçimi, kimi zaman yasa veya kararname, kimi zaman fiziki güç, kimi zaman ülke Anayasa’sının üzerinde yer alan Tahkim vb. oldu. Ama çok daha önemlisi, yaklaşık 50 yıldır, ürün çeşitliliğinin yok edilmesi ve var olan ürünlerin üretiminin emperyalist tekellerin ihtiyacına göre biçimlendirilmesi ve sömürge tarımına geçiş için ne gerekiyorsa yapılıyor. Öyle ki 1980 öncesinde örneğin Marlboro gibi sigaraların ülkeye girişi yasakken bugün bu türden sigaraların satışı ve Virginia tipi tütünün üretimi yasayla güvenceye alınmıştır.
İnsanlar, son günlerde hangi ünlü markanın ürünlerinde domuz etine, tek tırnaklı hayvan etine vb. rastlandığını tartışırken, iktidarın Sudan’dan tonlarca domuz, at, eşek ve katır etini vergisiz ithal etmeye hazırlandığı haberi basına düştü. Bu da gösteriyor ki mesele bakanlığın yayımladığı “Tağşiş veya taklit” listesindeki sağlıksız ürünlerden ibaretmiş gibi yansıtılsa da gerçekte tarım/gıda alanında yaşananlar tepeden tırnağa bir sistem sorunudur.
Kapitalizmin, genel dinamikleri çerçevesinde daha önce ticarileştirilmeyen, metalaştırılamayan alanlara doğru genişlemesi söz konusu. Dolayısıyla da doğanın çeşitli unsurları sermayeleştirilerek, sermaye birikiminin unsurları haline dönüştürüldü. Önce madenlerle, ondan sonra gen teknolojisinin gelişmesiyle beraber çeşitli genler, patent hakları vs. üzerinden sermaye birikim süreci yaşandı. Bunu, kapitalizmin kılcallara dek taşınması anlamına gelen, kıtaların derinlemesine sömürüsüne benzetebiliriz. Gidilmemiş yerlere gitmek, ulaşılmamış yerlere ulaşmak, yeni alanlar oluşturmak; yağmanın, bir halk hareketi tarafından engellenmediği sürece kendiliğinden durmayacağının göstergesidir.
Kapitalizmin mülksüzleştirerek, sömürerek ve yağmalayarak sermaye biriktirmek olduğu, bunun da giderek daha çok sayıda insanın proleterleşmesi anlamına geldiği, metalaşmanın da özelleştirmelerin de sınır tanımadığı doğrudur. Ancak bunu, bir rezervin tükenmesi gibi görmek büyük hata olur. Bunu, özelleştirmeyi KİT’lerin özelleştirilmesinden ibaret görme yanılgısına benzetebiliriz. Sermaye, bir alanda yol alıp belirli amaca ulaşsa da hedef büyütme, yayılma ve kar oranını çoğaltma eğilimi devam eder. Özelleştirmenin klasik biçimlerinin devamında KÖİ (Kamu Özel İşbirliği) projelerinin geliştirilmesi, yağma ufkunu ve çeşitliliğini gösteren bir örnektir.
Benzer bir tanım proleterleşme için de yapılabilir. Bugün artık kamu çalışanlarının da esnaf dahil küçük üreticilerin de tarım emekçilerinin de proleterleşme kapsamında görülmesi, mücadelenin yöntemi ve ufku açısından doğru ve gereklidir.
Bu sürecin niteliklerinden biri de pazar unsuru haline getirilmemiş, metalaştırılmamış ne varsa, sistemin içine katılması, sermayenin hareketlerinin, yağma ve sömürü imkanlarının önündeki tüm engellerin kaldırılmasıdır. Bu konuda, doğa talanının geldiği boyutu da göstermek açısından en çarpıcı örneklerden biri de maden ruhsatlarındaki artıştır. 1923 ile 2002 arasında 79 yılda verilen maden ruhsat sayısı 1186 iken, AKP iktidarı döneminde 2008 ile 2023 arasında 15 yılda 386 bin maden ruhsatı verilmiştir. Gerçekte bu, sömürge madenciliğidir; sömürge tarımıyla ve sömürge emeğiyle beraber emperyalist üretim ilişkilerinin dönemsel niteliğine dair önemli ipuçları vermektedir.
Kısacası, aktardığımız veriler, sermayenin yağma, el koyma, mülksüzleştirme saldırılarının sonunun kendiliğinden gelmeyeceğini, en güncel örneklerinin tarım alanında yaşandığını gösteriyor.
“Türk tipi” başkanlıkla beraber artık, doğa için büyük yıkım sayılabilecek kararlar bir gece ansızın alınabiliyor. Örneğin “Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanı kararı ile Amasya, Balıkesir, Kastamonu, Manisa, Muğla, Samsun, Sinop ve Sivas’ta toplam 1 milyon 885 bin 606 metrekare alan orman sınırı dışına çıkartıldı. Orman Kanunu’nun ek 16. maddesine dayanılarak alınan bu kararlar ormanlara en az yangınlar kadar zarar veriyor” haberinin üzerinden uzunca bir zaman geçmeden bu kez de “İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Tarımsal Amaçlı Kiraya Verilmesine İlişkin Yönetmelik” gündeme geldi.
Tüm bu gelişmeler bir kez daha gösteriyor ki sorunun müsebbipleri sorunun çözücüsü olamaz; bugüne dek tarımı taammüden çökertenlerin derdi tarımı/üretimi geliştirmek değildir. AKP’nin bugüne kadar ki yağma ve peşkeş çekme pratiği, bu kez de benzer bir hazırlık içinde olunduğunu düşündürüyor.
Bilindiği gibi önce tarımda her türlü destek kesildi ve giderek üreticilerin maliyetleri bile karşılamayan fiyatlarla satış yapmak yerine ürünlerini toplamadan tarlada bırakmayı daha az zararlı gördüğü bir tablo oluştu. İşte bu tablonun/sonucun ortaya çıkışında, tarımın çökertilmesinde ve emperyalist tarım tekellerinin önünün açılmasında doğrudan rolü/iradesi olan AKP’nin, bugün üreticiden veya ülke tarımının geliştirilmesinden yana bir tercihi/hesabı olabilir mi?
Bu konunun, AKP’nin bugüne kadarki uygulamaları yok sayılarak tartışılması, sorunun temel nedenlerini görmeyi güçleştirir. AKP’nin politikalarına bakıldığında girdide dışarıya tam bağımlılıktan sonra, Türkiye’nin tarımsal ürünlerde dahi net ithalatçı olduğu dolayısıyla da IMF/DB programının kritik hedefine ulaşıldığı görülür.
Tarımın çökertilmesi, dışa bağımlı hale getirilmesi ve tekellerin önünün sistemli bir şekilde açılması sonrasında bugün gelinen aşamada, Osmanlı toplumunda bağımlı köylü tipi reayaya dayatılmış olan “toprağını üç yıl üst üste boş bırakması halinde çiftinin elinden alınıp bir başkasına verilmesi” uygulamasını anımsatan bir adım atılıyor olması, masum veya iyi niyetli olamaz.
Anımsanacak olursa özelleştirme sürecinde kamu kuruluşları önce zarara uğratılır sonra da özelleştirilmesi sağlanırdı. Bugün de tarım emekçisi adeta bıktırılıp üretemez hale getirildi. Ve devamında arazilerinin yandaşlara veya uluslararası kuruluşlara peşkeş çekilmesini sağlayacak olan yasa devreye sokuldu.
Fındık üreticisi, çaresiz bırakıldığı oranda Ordu’da, Giresun’da olduğu gibi arazilerini kiraya vermek zorunda kalıyor. Yani bu iş zaten başlamış durumda. Tabii yasa ile beraber çok daha yaygın hale getirilecektir. Burada amaç çay, muz, kahve vb. “kitlesel tüketim mallarının” üretimlerinde olduğu gibi plantasyon türü tarıma geçiştir.
Tarımdaki bu yağma sürecinin (sömürge tarımının) doğru anlaşılması ve anlatılabilmesi için bütünlüklü bir bakışa ihtiyaç vardır. Dünya hızla bir yok oluşa doğru sürükleniyor. Bunda her bir insanın bilinçsizce veya hesapsızca yaptıklarının etkisi olsa da asıl olarak iktidarların/devletlerin yani daha temel bir nedenle söylersek sermayenin rolü en belirleyici olandır.
Bir süredir iktisadi olarak zorlanan, satacağı/özelleştireceği şeyler büyük ölçüde tükenen sermaye iktidarları, daha önce çeşitli biçimlerde doğayı korumak üzere koydukları sınırları ya kaldırarak ya da çiğneyerek doğa varlıklarını sömürüye açmanın ve ticarileştirmenin yöntemlerini geliştiriyor. Gerçekte bu, sermayenin tam ve kesin tahakkümünün, emperyalist işgalin ifadesi, son tahlilde de faşizmin giderek derinleşmesinin ve açık biçimler almasının sebeplerindendir.
İşte tüm bu nedenlerle, doğaya dönük saldırıda emperyalizmin ve işbirlikçi tekellerin doğrudan rolü vardır; saldırı siyasal bir saldırıdır. Bu saldırıya karşı verilecek mücadelenin de buna denk bir siyasallığı üretmesi, sorunu da çözümünü de görünür kılması gerekiyor.
Reşit Kibar, bu bilinçle; aydınlıkla karanlığın, güzelle çirkinin, emekle sermayenin kavgasında, emperyalist tekellerin ve yerel izdüşümlerinin karşısında halkın yanında saf tuttu.
Bugün en önemli ve en acil ihtiyacımız, Reşit‘in mücadelesi ile Gazze‘deki direnişin kesişme noktalarını görebilmek; iş cinayetlerinden kadın cinayetlerine, Kürt halkının özgürleşme mücadelesinden emeğin haklarına kadar uzanan yelpazede birleşik mücadelenin öneminin bilincinde olmak ve gereğini yerine getirmektir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.