Bu resimde kadınlar sadece ve sadece çocuk doğuran ve bakım veren “otomatlar” olarak yer bulabilirler. Zira “güçlü aile” güçsüz kadın anlamına geliyor; kadınların eve kapatılıp, sermayenin, devletin ve erkeklerin, onların etinden sütünden yününden sonuna kadar faydalanmasının koşullarının yaratılması anlamına geliyor. Demem o ki “güçlü aile”, erkeklerin, erkek egemenliğin ve sermayenin güçlenmesine hizmet ediyor
İçinde yaşadığımız ataerkil ve kapitalist sistem, kadınların emeklerinden, bedenlerinden, cinselliklerinden ve doğurganlıklarından besleniyor; bir vampir gibi, emeğimizi ve bedenimizi emerek ayakta kalabiliyor.
Bir kere bu dünya kadınların yüzü suyu hürmetine dönüyor. Zira kadınlar hane içindeki emek etkinlikleriyle bir yandan insanı, yaşamı üretiyor, bir yandan da toplumu ve sermayeyi yeniden üretiyorlar. Toplumsal yeniden üretim yaklaşımı bize sermayenin ve hane içindeki bakım ve yeniden üretim etkinliğinin nasıl içe içe geçtiğini, nasıl birbirini belirleyip koşulladığını, ayrık gibi duran bu iki alanın nasıl bir bütünün parçaları olduğunu, bu bütünün merkezinde de kadınların emeğinin bulunduğunu gösteriyor. Zira kadınlar bu emek etkinlikleriyle insan yavrusunu hayata getirip neslin devamını sağlamalarının yanı sıra, sermaye için de değerin yegane kaynağını, bugünün ve yarının işçilerini de karşılıksız biçimde üretiyorlar: Geleceğin işçilerini yetiştirdikleri gibi hane içindekilerin emek gücünü de her gün yeniden üretiyorlar. Bu işler, kadınların doğasından geliyormuş gibi, sanki kadın olmanın bir gereğiymiş gibi, onlara yapışıveriyor. Üstelik, annelik, aile, aşk gibi romantik bezemelerle ellerine bırakılıveriyor.
Bu iş yükü, diğer ataerkil normlarla birlikte kadınların ücretli iş edinmesinin önünde büyük bir engel oluşturduğu için, kadınların ömürleri hane içinde bu işlerle cebelleşmekle geçiyor. Bu yüzden de istihdama katılma oranları erkeklerinkinin çok gerisinde kalıyor. Türkiye’de 2023 yılında erkeklerin istihdama katılma oranı yüzde 74,1 iken, kadınlarınkinin sadece yüzde 35 olması bu durumu gayet “bilimsel” bir biçimde resmetmiyor mu? Diğer bir deyişle, kadınların sadece üçte biri ya fiili istihdamda ya da iş arıyor. Geriye kalan üçte ikisi ise bir başka erkeğin gelirine bağımlılar; hepimiz yaşamsal ihtiyaçları karşılayacak “meta zenginliğine” ancak ve ancak para –meta mübadelesi- dolayımıyla ulaşabiliriz zira. O halde, bu kadınların, o erkekleri istemeseler de, sevmeseler de, o erkeklerden eziyet, şiddet görseler de bu ilişkilerden kurtulması öyle kolay olmuyor.
Hane içindeki bu “işsiz güçsüz” kadınlar ya sermaye tarafından ihtiyaç duyulduğunda ya da hane geliri düştüğünde -diğer bir deyişle bir ayakta kalma stratejisi olarak- istihdama katılmayı bekleyen geniş bir yedek sanayi ordusu oluşturuyor öte yandan. Esnek çalışmanın kadınlar için en uygun çalışma biçimi olarak nitelenmesinin anlamı da burada yatıyor: Kadınlar hem hane içindeki bakım ve yeniden üretim “görevlerini” aksatmadan yerine getirsinler hem de “aile bütçesine katkı olarak” kısmi zamanlı işlerde çalışsınlar, deniyor. Şunu da unutmayalım; böylesi ücretli iş edinecek bu kadınların çoğunu da dünya genelindeki milyonlarcası gibi, ağır ve güvencesiz çalışma koşulları, çok düşük ücretler, taciz, tecavüz ve mobbing bekliyor.
Sadece iş yerleri değil, biliyoruz, hiçbir yer güvenli değil. Her gün yeni bir kabusa uyana uyana iyice belledik; erkek sevgililere, kocalara, babalara, “ağbi”lere güvenemeyiz. Katledilen gencecik bedenler acı gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor: Yüceltilen, kutsallaştırılan, karşılığında “cennet” vaat edilen ne varsa her biri cehenneme giden taşları döşüyor usul usul. Bu akıl almaz şiddet karşısında devletin sizi koruyacağına, size yeni bir yaşam ve gelecek sunacağına, erkek failleri cezalandıracağına güveniyor musunuz peki?
****
Aksine, her gün yeni bir “icatla” bedenimiz ve emeğimiz bir başka saldırının hedefi oluyor. Sermayenin ve devletin kadın emeğini iktisadi daralma zamanlarında elverişli bir araca dönüştürdüğünü deneyimliyoruz epeydir, evet. Lâkin, sadece iktisadi kriz dönemlerinde değil, her türlü toplumsal, demografik değişimde de devletle sermaye kol kola kadın emeğine yaslanıyor. Bunun sonucunda da giderek ağırlaşan –liberal- muhafazakâr politikalarla bakım yükü neredeyse bütünüyle kadınlara yüklenmiş durumda. Kamusal, güvenilir, erişilebilir kreş neredeyse hiç yok; yaşlı bakım kurumları son derece yetersiz -yaşlılara evlerde kızları veya gelinleri bakıyor-; engelli kurumları derseniz yok denecek kadar az.
Bu politikalar kadınların sadece emek süreçleri üzerinde değil, bedenleri, cinsellikleri ve doğurganlıkları üzerinde de denetim kurmayı amaçlıyor: Kadınlara ne zaman evleneceğini, ne zaman doğuracağını, kaç çocuk doğuracağını, nasıl doğuracağını buyuruyor. Daha geçenlerde servis edilen “normal doğum” reklamı yapan video da bu zihniyetin bir ürünü elbette.
Bu ve benzeri girişimler “aileyi güçlendirme” politikası adı altında epeydir gündemde. AKP’nin aileyi güçlendirme politikası bir yandan gençleri evlenmeye teşvik edip, böylece, hem çok sayıda çocuk sahibi olmalarını hem de kendi ebeveynleriyle birlikte geniş aile kurarak yaşlı bakımını üstlenmelerini sağlamayı amaçlıyor. Bu amaçla evlilik kredisinden tutun da çeyiz desteğine, çocuk yardımından büyükanne maaşına uzanan bir dizi projenin hayata geçirildiğini görüyoruz. Kurulacak bu geniş geleneksel ailelerde kadınların çocuklara da yaşlılara da bakması, ücretli bir işte çalışıyorlarsa da çocuk bakımında büyükannelerden destek alması bekleniyor. Bu teşviklerin yanı sıra, kadınların doğrudan doğurganlığını hedef alan politikalar da hayata geçirildi biliyorsunuz; bir yandan çok sayıda çocuk sahibi olmayı özendirmek için maddi teşvikler sunulurken, öbür yandan kürtaja türlü engeller getirildi, doğum kontrol araçlarına ulaşmak giderek zorlaştırıldı.
Tahmin edeceğiniz gibi geleneksel -heteronormatif, elbette!- aileyi koruma amacı taşıyan bu politikalar “kutsal aile” nosyonuyla hayata geçirildi. Gelgelelim, üzerine serpilen kutsiyet tozunu hafifçe üflediğinizde, bu “uhrevi” hedefler dağılıp yerini gürül gürül dünyevi hesaplara bırakıveriyor. Bu politikanın altında yatan başlıca nedenlerden biri Türkiye nüfusunun hızla yaşlanması. Bugün toplam nüfus içinde 65+ bireylerin oranı yüzde 10’u geçti, bu da dokuz milyona yakın yaşlı insan anlamına geliyor. Özel bakım, ilgi ve sağlık hizmeti bekleyen bu geniş kesim kritik bir sorun gerçekten de. Bunun için özelleşmiş yatılı ve gündüzlü bakım kurumlarına, sağlık ve rehabilitasyon merkezlerine, dinlenme ve serbest zaman geçirme alanlarına, yetişmiş uzman sağlık, destek ve bakım ekibine ihtiyaç var. Lâkin Türkiye’de kurumsal yaşlı bakımı son derece yetersiz; bu hususta yeni bir adım atılacakmış gibi de görünmüyor. Bir diğer önemli mesele de iş gücü havuzundaki dönüşüm. Nüfus yaşlanırken doğum hızı düşüyor; 2023 yılında 1,51’e kadar geriledi. Bu durum, doğurganlığın nüfusun yenilenme düzeyi olan 2,10’un altında kaldığını gösteriyor. Bunun yanı sıra evlenme ve çocuk doğurma yaşı yükseliyor, boşanma hızı artıyor. Hükümet çevrelerinde “aile krizi” olarak nitelenen bu demografik eğilim, “modern” kent yaşamının tanıdık bir örüntüsü kuşkusuz. Bir yandan tek çocuk giderek yaygınlaşıyor; öte yandan genç kadınlar eğitim hayatını sürdürmek, ücretli bir iş edinmek, bağımsız olmak istedikçe evliliğin tek seçenek olmadığını fark ediyor, en azından evliliği bir süre erteleyebiliyorlar. Bu “özgürleşme” eğilimlerine karşı hükümet “geleneksel Türk ailesi dağılıyor” paniğiyle “aileyi koruma” telaşına düşmüş görünüyor. Zira nüfus yaşlanırken doğum hızı da yavaşlayınca yaşlı bakımı sorununa bir yenisi ekleniyor: Genç, dinamik, üretken nüfus giderek daralıyor. Zira geniş bir emek havuzu demek, ucuz iş gücü demek, her türlü zorlu koşullarda çalışmaya hazır emekçi kitlesi demek. Özellikle de çoğu düşük ve orta–düşük teknolojili ihracat sanayilerinin sürdürülebilirliğini düşündüğümüzde, ucuz iş gücünün sermaye ve hükümet için anlamı daha açık hale geliyor. Yüksek işsizlikle birlikte ele aldığımızda, bu kesim, hükümet için ideolojik ve politik olarak yönlendirebileceği bir potansiyel demek.
Bu politikaların hayata geçirilmesi, kadınların emekleri, bedenleri, cinsellikleri ve doğurganlıkları üzerinde çok katmanlı denetim ve tahakküm kurulması demek. Bu resimde kadınlar sadece ve sadece çocuk doğuran ve bakım veren “otomatlar” olarak yer bulabilirler. Zira “güçlü aile” güçsüz kadın anlamına geliyor; kadınların eve kapatılıp, sermayenin, devletin ve erkeklerin, onların etinden sütünden yününden sonuna kadar faydalanmasının koşullarının yaratılması anlamına geliyor. Demem o ki “güçlü aile”, erkeklerin, erkek egemenliğin ve sermayenin güçlenmesine hizmet ediyor.
Tüm bu politikalara bütünüyle karşı çıkacak gücümüz var; taleplerimizi her seferinde tekrar tekrar haykırıyoruz: Erişilebilir, yaygın, kamusal bakım kurumları istiyoruz; çocuklara yaşlılara engellilere ve hastalara erkekler de baksın istiyoruz; insana yaraşır iş istiyoruz; kimimiz evlenmemek, çocuk doğurmamak istiyoruz; hane içinde sokakta iş yerinde her yerde güvende olmak istiyoruz; geceleri de sokakları da istiyoruz. Bedenimiz emeğimiz bizim; emeğimiz ve bedenimiz üzerinde tek söz sahibi kendimiz olalım istiyoruz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.