Buz gibi yalnızlığımızdan sıyrılıp, tek başınayken bile asla yalnız olmadığımızı düşünmeliyiz. Ve bu yalnızlığımızda özgür olduğunuzu hissetmeliyiz. Özgürlüğümüz için inşa edilen kozalara saklana saklana birbirimizin gözlerinin içine içtenlikle bakmadığımızı fark etmeliyiz
Açlıktan avurtları çökmüş bu insanların hâlâ neyi beklediğini anlamak olanaksız. İsyankâr ve tutkulu bir yaşam neden hâlâ olanaklı gözükmüyor? Dünyanın dönüş yönünün tersine gitmek gerektiğini, yeniden, en baştan öğrenmek artık bir zorunluluk. Çünkü bu dünya düzeni, aykırı sesleri ve davranışları öğütmeye hep bir ağızdan yemin etmiş. Belletilen düşüncelere sırtını çevirip, kendi doğru bildiği yolda yürümenin gerekliliği çok geç kalınmadan artık kavranılmalı. Dünyanın yapı taşlarını yerinden oynatmaya, yalan ve yanlış diye belletilen doğruları haykırmaya ve kendi gerçeğinin peşinden koşmak için gösterilen direnç, artık bir ütopya olarak görülmemeli.
Bu dünya düzeninde, sözün ve eylemin sakınmaya gereksinimi yok artık. Bütün o kutsal kof söylemleri, sertçe eleştirmek gerektiğinin bilincine yavaş yavaş da olsa varılmalı. İnsan, acımasızca yok edileceğini bilse bile, ütopyasından vazgeçmemeli.
İnsan olmanın en çarpıcı yanının direnmek olduğunu, bir kez daha anımsatmakta fayda var. Varlığımızın nedeni; gerçeğin üstündeki paçavraları soymak ve onun çıplaklığına ulaşmaktır. Değişip dönüşerek var olmayı denemek zorundayız. Düşünce ve kalp değişmedikçe, hiçbir şeyin değişmeyeceğini, hep birlikte ve acı bir şekilde yaşadıklarımızla öğrenmiş olduk.
Kendini dogmaların esiri etmiş insanları görünce, kusacak gibi oluyoruz. Akıl dışı dogmaları, toplumlara peynir etmek gibi satanların karşısına dikilip, yüzlerine tükürmek yapılacak en değerli eylemdir. Bu eylemler, bizi kendi kendimizin baş düşmanı yapsa da bu düşüncemizden vazgeçmemeliyiz. Böyle sefil bir yaşamı sürdürmek, hepimiz için taşınması çok ağır bir yük. Kimseye ihtiyaç duymadan istediğimizi yapabilmek, özgürlük basamaklarını tırmanmak için bu uğurda ölmek gerekiyorsa da seve seve evet diyebilmektir. Çünkü hiç kimseden hiçbir şey beklemeden yolumuzda inatla yürümek, ancak bizi insanlaştırabilir.
Beklentilerden korkmadan, beklentiler karşısında ürküp geri çekilmeden, beklentilerin, insanı tutsaklaştırdığını, bıkmadan usanmadan anlamalı ve anlatmalıyız. Her şey yarına göre hesaplanıyor. Yarın diye bir şey yok. Çünkü o hiçbir zaman gelmeyecek. Yapılacak her ne varsa bugünün içinde saklı. Hayatlar ve bugün, hiç gelmeyecek bir yarının peşinde harcanarak tüketilmemeli.
Yapamadıklarımız için öfke içinde önce kendimizi lanetledik. Aslında kendimizi lanetlerken onları lanetliyorduk. Onlar ki, acı verecek kadar ahlaka düşkün olmakla birlikte, içten içe kokuşmuşlardı. Bu kokuşmuşluk içinde her şeye hükmediyorlardı. Kafes içinde ve kokuşmuşluk burgacında yaşamayı yeğleyenler ise, bir kez olsun kendi düşüncelerinin kapısını aralamayı denememişler, karanlığın içine atılmayı göze alamamışlardı. Hep birlikte çaresizlik içinde kıvrandığımızı düşünüyorum. Her şeyi açık seçik gördüğümüz halde gecikmiş, yaşananı değiştirmekte acınası bir şekilde aciz kalmıştık.
İçinde nefes almaya çalıştığımız toplum, hayatı yaşayamayacak kadar korkak, utanılacak kadar bencildi. Kendilerini bu kadar aşağılamış, bu kadar değersiz gören, bir topluluğu dünya daha önce hiç tanımış mıydı?.. Bir lağım çukurunda debeleniyor, bunun adına yaşamak diyor ve yaşadıklarına şükrediyorlardı. Bu şükürden ise, kocaman bir kâbus cümbüşü doğuyordu. Bu kâbus cümbüşü, yeniden yeniden üretiliyor; topluma yalanlarla yaşamayı öğretiyordu. Toplum, çürük, bozuk, yozlaşmış, berbat ve insanlık dışı bir düzene itirazsız boyun eğiyordu. Ekonomik, siyasal, ahlaksal, sanatsal, kültürel ve patolojik açıdan ise tamamen tükenmişti.
Despotluk, açlık, aşağılanma, hor görülme, cehalet, işkence, açgözlülük, ahlaksızlık salgın hastalık gibi yayılmıştı. Makamlar yükseldikçe, alçaklığın katsayısı da sürekli artıyordu. Alçaklar, bir eli yağda, bir eli balda, keyiflerine keyif katıyorlardı.
Hiç düşündük mü, biz neden tutsağız? Düşünmedik. Kendi dışımızdaki bütün canlıları tutsak ettik. Onların doğal hayatlarını ve yaşam koşullarını evcilleşme adı altında tarumar ederek kendimize esir edip, soysuzca, hayâsızca sömürdük. Öldürünceye değin çalıştırdık. Kafeslere kapatıp, seyirlik olarak pazarladık ve para kazandık. Yetmedi. Öldürüp leş diye sokaklara bıraktık. Yetmedi. Ölüm hücrelerine hapsettik. Kutsal bayramlar icat edip, onları boğazladık, sonra da leziz leziz yedik.
Tutsaklığımızdan kurtulup, bir kuş gibi özgür olmak istiyorsak, kendimizin dışındaki bütün canlıları kendimizden daha değerli ve önemli varlıklar olarak kabul etmek zorundayız. Ancak böylece kendimizin tutsaklığının farkına varıp, bizim hayvanlara yaptığımız gibi egemenlerin de bize neler yaptığını görebiliriz.
Yazılanlar, okuyanlar için zehir gibi acı da olsa, gerçeğin kendisi olma özelliğini asla kaybetmiyor. Dile getirilenler, yürek dağlasa da kör olanlar için yalan gibi gözükse de artık hayatın bütün alanını kuşatmış durumda. Açık seçik bir şekilde çizilen bu gerçekliğin ıstırap içinde bile olsa, yudum yudum içilmesi, artık bir zorunluluk. Dünyadaki herkes, dünyayı sözle kurtarmaya çalışıyor. Evet! Başlangıçta söz vardı. Artık sözün devri kapandı. Şimdi sözün yerini eylem almalı.
Buz gibi yalnızlığımızdan sıyrılıp, tek başınayken bile asla yalnız olmadığımızı düşünmeliyiz. Ve bu yalnızlığımızda özgür olduğunuzu hissetmeliyiz. Özgürlüğümüz için inşa edilen kozalara saklana saklana birbirimizin gözlerinin içine içtenlikle bakmadığımızı fark etmeliyiz.
Çaresizlik içinde kıvranmak, şikâyet etmek, ağlamak için zamanımız yok. Tek tek ağlamanın hiçbir işe yaramadığını biliyor olmak bile, yarını beklemeden bugünü yaşamak için yetecektir. Ağlamak istiyorsak, bütün dünyayla birlikte ağlamayı, gülmek istiyorsak bütün dünyayla birlikte gülmeyi öğrendiğimizde, yaşamanın bir anlamı, bir nedeni olacaktır. İnsan olmanın yolu, kendi içimizdeki su kuyusuna bakarak, o suyla dünyaya yeniden hayat vermek ve o hayat içinde özgürlüğün, nefes almak kadar önemli olduğunu kavramaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.