Mevcutta bir emperyalist, siyonist işgal ve saldırganlıkla ona karşı orada mücadele veren bir direniş ekseni var. Ve bu direniş yerelde -kaldığı kadar- solla da ittifak hâlinde. Böyle bir tabloda solun tutumu “ne o ne o” tarzında bir tarafsızlık, hakemlik olamaz. Baştan sona meşru olan bu savaşta ateş gücü, savaşkan enerjisi olmayan soldan direniş beğenmeme gibi bir yönelim beklenmemelidir
Hamas ve müttefiklerinin 7 Ekim’deki kapsamlı El Aksa Tufanı hurucunu takiben bir süredir soğuyan Filistin meselesi tüm dünyanın gündeminde birinci sıraya yeniden yerleşti. Hâliyle siyasal konumlanmaları da yeniden tazeleme, işaretleme ya da belirleme gereği doğdu.
El Aksa Tufanı bir askerî operasyon olarak yalnızca beklenmedik ve büyük değil, kabul etmek gerekir ki son derece sertti de. Bu sertlik, vak’anın sindirilmesini, yorumlanmasını, değerlendirilmesini daha da zorlaştırdı, hakikat. Kendi adıma söylemeliyim ki, eylemi hem İslamî bir kurtuluş hareketinin -üstelik İhvan’dan doğma ve yakın zamanda bir pozisyon bulanıklığı da yaşamış bir hareket bu- organize etmesi hem de eylemin andığımız sertliği sebebiyle Türkiye solunda tutum alış noktasında birtakım sallantı ve fireler bekledim. Fakat bereket ki Türkiye solu operasyonu değerlendirme hususunda bir bütün olarak alnı ak bir pozisyonu berkitti, bu kimi örgütlerin yeni yetme destekçilerini şoke etse bile. Aynı başarıyı Filistin halkıyla fiilî dayanışma konusunda ise ne yazık ki tespit edemiyoruz. Bu durum, solun hâlihazırdaki zayıflığına pekâlâ bağlanabilirse de, Filistin davasında Türkiye’deki doğal uyanıklık ve geniş destekçi taban göz önünde tutulduğunda daha anlamlı ve büyük eylemlerin organize edilmesinin imkânsız olmayacağını tasavvur edebiliyoruz. Hele ki devrimci birikimi çok daha zayıf olan Hristiyan Batı kamuoyunun ısrarcı, kitlesel ve sürekli eylemlerini hatırımıza getirince Türkiye’de sol rengin damgasını vurduğu daha güçlü dayanışmalar hayal olmasa gerekti. Yine de tabiî burada Batı halklarının devletle ve eylemle kurduğu geleneksel psikolojik ilişkiyle bizimkinin son derece farklı olduğunu da hatırlamak gerekiyor. Sessizlik ve biat kültürünün daha etkin olduğu coğrafyamızda, eylemci tepkiselliğin de iyice unutulduğu bu tarihsel durakta elbette kitleleri harekete geçirmek bir doz daha zorlaşmıştır.
Yukarıda az önce andığımız Filistin davasına desteğin ülkemizdeki doğal tabanı vurgusunu anımsayarak bu yazıyı yazma motivasyonumuza dönelim.
Elbette Türkiye’nin hem Müslüman bir ülke olması hem de burada Filistin’le etkin dayanışma hafızası olan bir solun mevcudiyeti sebebiyle Filistin bizde neredeyse kendi vatanımız gibi savunulan bir olgudur. “Gibi”si fazla, Türkiye devrimcilerinin ve Kürt hareketinin Filistin’de 1969’dan 1995’e 39 şehidi vardır.
Lâkin görülüyor ki, sözüm ona aşırı politikleşme gibi sunulan, her şeyin ve herkesin merkez uçlara çekildiği depolitizasyon iklimi Türkiye’de Filistin dayanışmacılığını da önemli ölçüde murdar etmiş. Yalçın Küçük hocanın “İsrail, Türkiye’de İsrail’de olduğundan daha güçlüdür” vecizesini hatırlamadan edemeyeceğimiz günlerden geçiyoruz.
Kemalist-laik kesim Arap ve İslâm düşmanlığını, Osmanlıcıların umursamadığı “Arap ihaneti” lafzına eklemleyerek Filistin’in mazlum halkına düşmanlık ajandasını canlı tutuyor. İsrail, güya laisist görünümü ve modernliğiyle, geri -ve işgalci İsrail’in de insan dışı saydığı- Arap ve Müslümanlara karşı savaşında Cumhuriyetçilerimizin hayranlık duygularını besliyor. Çeşitli tonlarıyla milliyetçiler, işgalci terör devletinin acı kuvvetine, aksiyonerliğine, teknolojik, istihbarî, operasyonel kabiliyetlerine kıskançlıkla bakıyorlar. “Biz de içimizdeki terörle işte böyle mücadele etmeliyiz” deyip, İsrail’i tebrik sırasına giriyorlar. -Şiî kültüre rağmen- neredeyse bir bütün olarak İsrail’i destekte Hindutvacılarla tatlı bir rekabete giren “kardeş” Azerbaycan milletini de yanlarına almışlar, “vur vur” tezahüratlarıyla sosyal medyada dolaşıyorlar. Onların son bir yıldır en acı günleriyse İsrail’in darbelendiği günler olmakta. Durum buyken Türkiye Cumhuriyeti’nin Azerbaycan’la da eşgüdüm sağlayarak İsrail’le ticareti sürdürmesine karşı sesler olması gerektiği kadar gür çıkmıyor.
Diyeceksiniz ki “İslâmcılar var”. Doğru, yer yer hükümeti de protesto eden güçlü eylemler yaptılar, Yeniden Refah’a akan oylarda da İsrail’le ticaretin etkisinin olduğu sır değil. Hatta politik olarak daha “melez” karakterdeki Filistin İçin Bin Genç’in eylemleri, teşhirleri büyük ses getirdi. Fakat orada da zurna Şii direnişi mevzuunda zırt dedi. Son andığımız grup da bundan vareste değil üstelik.
Savaşın seyrinde Lübnan ve Hizbullah direnişinin ve direniş önderliği Nasrallah’ın vefatının daha öne çıktığı bugünlerde Şia düşmanlığı hortladı. En azından sessiz kalmak da bir usûlken, direnişin değerlerine saldırı tercih edildi. Utanç verici bu yönelime de tek çare olarak Suriye savaşında Selefi cihatçılara karşı verilen mücadeleye “katliam” kulpu takmayı buldular. Savaşın olduğu yerde hiçbir savaş suçu işlenmediğini elbette iddia etmeyeceğiz fakat bunu, üstelik İsrail’le bir cephe savaşı en sert biçimde yaşanırken ve direniş en değerli evladını yitirmişken öne çıkaranların savaş suçları, katliamlar konusunda en vahşi siyasal kesime destek olanlar olması trajikomik. İran’a yönelik alay, düşmanlık kisvesi altında ipe sapa gelmez “tahlil”lerle bitimsiz bir kıskançlık AKP medyasında zaten ilk günden bugüne sürüyor. Hizbullah direnişi ve İran’ın bu defa açıkça başarılı olan füze saldırısı İsrail, Almanya ve ABD’den çok Türkiye’deki bir grup İslâmcının canını yaktı. İlgili cenahtaki kafa karışıklığıyla bulamaç düşmanlığın en ucube örneği herhâlde Twitter’da Haniye profil fotoğrafıyla onun müttefikine yani Haniye’nin vatanı için can veren Nasrallah’a söven hesap olsa gerek.
Filistin konusu Kürt mahallesinde de dalgalanmalara sebep oldu. Barzanicilerin ve benzerlerinin İsrail aşkında şaşılacak bir şey zaten yok. Ancak Kürt Özgürlük Hareketi’nde, özellikle onun tabanındaki görünüm oldukça düşündürücü. Hareketin merkezi yer yer ve yayınlardaki bazı örneklerde sallansa, sık sık iki gücü eşitlese de terazinin kefelerini en azından Filistin’den yana tutmaya çalıştı. PKK yönetiminin Filistin’den, Lübnan’dan yana tavırda Dem Parti’den çok daha net olduğuysa zaten açık. Ancak hareketin tabanındaki Filistin düşmanlığı, hatta hareketin siyasal bir tabanının kalmadığı, bu kitlelerin endoktrine edilemediği, DEM Parti’ye sadece önderliğe bağlılık ve Kürtlerin en büyük partisi olduğu için oy verdiği bir kompozisyon ortaya çıktı. DEM Parti’nin neredeyse yarım ağız Filistin’e, Lübnan’a destek sunduğu açıklamaların tamamının altı üstü partiye küfürden ibaret. Başka hiçbir şey yok. O hâlde geriye Kürt Özgürlük Hareketi’ni destekleyen kitlenin TC’yle çelişki dışında diğer Kürdistanî yapılardan ne farkı kaldığı sorusu gündeme geliyor -kaldı ki KDP dahi Nasrallah’a şehit dedi-. Sol, sosyalist özden bu denli uzaklaşma, dünyayı sadece Kürtler ve diğerleri şeklinde okuma, kökünü aldığı Filistin topraklarına, Lübnan’a, oradaki cehenneme bigane kalmayı yaratmış. Filistin meselesinde uyanık olmak HÜDA-Par’a bırakıldı, mazlumun mazluma düşmanlığı stratejik derinlik diye sunuluyor. Ve elbette bir ulusal kurtuluş hareketinin, başka bir ulusal kurtuluş hareketinin daha çok ilgi görmesine, mukayese edilemeyecek düzeyde daha fazla desteklenmesine olan tepkiselliği de bunda etkili oluyor. Lakin sempati ve dayanışma düzeyinin daha düşük olması salt şovenizmle açıklanabilir olmasa gerektir. Ki bu dayanışmama eleştirisi malum, sosyalist solun tümüne de yöneliyor. Tabiî burada sormak lâzım öyleyse Rojava’da, bunun yaratacağı çelişkilere rağmen sınırlı gücüyle kim Kürtlerin yanında savaşıyor ya da savaşın en yakıcı olduğu ‘90’larda İstanbul’un ortasında “Kürdistan Kürt halkınındır” mitingini kimler yaptı?
İki boyutlu bakış tutulması, Filistin’le, Hizbullah’la dayanışan sola yaklaşım meselesini de etkiledi. Bilindik hikâyedir; “İran solcuları kesti ama bu solcular hâlâ akıllanmadı”. Yani solcular İran’ı da İslâmcıları da sanki sağcılar, liberaller ya da Kemalistler kadar tanımıyor. Her İslâmî grubun aynı olduğu noktasındaki geçersiz ezber bir yana, her mesele kendi gerçekliği, konjonktürü içinde değerlendirilir. Zaten şu an bir devrime de gitmiyoruz, mesele -ne yazık ki- bu değil, kimin kimi keseceğine o zaman bakılır. Mevcutta bir emperyalist, siyonist işgal ve saldırganlıkla ona karşı orada mücadele veren bir direniş ekseni var. Ve bu direniş yerelde -kaldığı kadar- solla da ittifak hâlinde. Böyle bir tabloda solun tutumu “ne o ne o” tarzında bir tarafsızlık, hakemlik olamaz. Baştan sona meşru olan bu savaşta ateş gücü, savaşkan enerjisi olmayan soldan direniş beğenmeme gibi bir yönelim beklenmemelidir. Zaten tamamen “pirüpak”, tam ideal, istendiği gibi bir savaş, isyan, mukavemet ne zaman nerede olmuş? Tarihin ve insanın böyle bir gerçekliği nâmevcut. Elbette kendi rengini kaybetmeden, bulandırmadan, başka siyasal âlemlerden olan sahadaki direnişçi güçlere yaklaşımda ifrata varmadan bu onurlu savaşa kafayla, kolla, dille destek gerek. Ezber yargılar hiçbir şeyi açıklamaya yetmiyor, anca kişinin kendi “steril” -aslında alabildiğine kirli- pozisyonunu tatmin ediyor. Oysa mesela apaçık ortada ki dinci Hizbullah, seküler Emel’den her açıdan daha ileri bir konumdadır. Yani tercihleri ada ve sıfata bakarak yapmanın her zaman bizi doğru yola çıkaracağını söyleyemeyiz. Öyle olsa yarı sol yarı İslâmî Cezayir ihtilalini değil de “Cumhuriyet’in birliği”nden dem vuran adıyla sanıyla Fransız Komünist Partisi’ni desteklerdik öyle değil mi?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.