Her ne kadar “açılım” gerek beklenmedik bir zamanda, gerekse her zaman askeri çözümden yana olmuş MHP’den gelmesiyle bulutsuz gökte çakan şimşek etkisi yaratmışsa da, bunun tek veya çift taraflı olarak kapalı kapılar arkasında yürütülen bir ön hazırlık ve yoklama sürecini içeren evveliyatı olması kuvvetle muhtemel
İlk “Kürt açılımı”nı Tayyip Erdoğan başlatmıştı, bu defa pek inandırıcı gözükmese de DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşan ve Abdullah Öcalan’a çağrı yapan ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli yaptı. Ardından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bunu destekleyici yönde konuşması, buna CHP lideri Özgür Özel’in olumlu tepki vermesi, bir taraftan da PKK’den Mustafa Karasu’nun kendi yaklaşımlarını özetlemesi, uzun bir aradan sonra “yeni bir çözüm süreci mi başlıyor” tartışmalarını beraberinde getirdi.
“Yetmez ama evet” bayat sloganını paslı kınından çıkaran liberallerin bunun üzerine ilk günden balıklama atlayarak gözü kapalı olurlamaları ve alkışlamaları olsun, “PKK silah bırakmaz. PKK’ya ancak silahla, silah bıraktırılır” diyerek askeri çözümde Bahçeli’yi bile sollayan ulusalcıların bir numarası Doğu Perinçek olsun, şaşırtıcı olmadı. Bekle gör politikası izleyen Araftakiler ise şimdilik suskun görünüyorlar.
Bunun ne yönde gelişeceği, olası bir şey mi, yoksa Kürt özgürlük hareketini bölmeye yönelik veya yeni bir saldırı başlatmaya bahane yaratmayı amaçlayan bir tuzak mı olduğu konusunda karar vermek için vakit henüz erken. Her ne kadar “açılım” gerek beklenmedik bir zamanda, gerekse her zaman askeri çözümden yana olmuş MHP’den gelmesiyle bulutsuz gökte çakan şimşek etkisi yaratmışsa da, bunun tek veya çift taraflı olarak kapalı kapılar arkasında yürütülen bir ön hazırlık ve yoklama sürecini içeren evveliyatı olması kuvvetle muhtemel.
Hiç şüphe yok ki bu konuda karar verme hakkına sahip kayıtsız şartsız tek merci, 40 yıldır benzeri az görülür ağır bedeller ödeyen Kürt siyasi, askeri ve demokratik hareketinin yasa dışı ve yasal temsilcileridir. Gönlü mazlum Kürt halkının özgür iradesinin gerçekleşmesinden yana olan Türk kökenli devrimcilere düşen görev, ezen ulus bakış açısıyla üst bir yargı makamı gibi davranmak değil, eskinin tekrarı olmaması ve süreç nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın Kürt halkının yararına gerçekleşmesi yönünde çaba harcamaktır.
Retrospektif, prospektiften önce gelir. Bir şeyin ne olduğunu anlamak ve ne yönde gelişeceğini kestirmek için, yalnız şimdiye değil, bugüne nasıl gelindiğine, yani olayın geçmişine bakmak gerekir. Bu, böyle durumlarda bize Lenin’in tavsiyesidir:
“Toplum bilimindeki bir sorunda en güvenilir şey ve bu soruna gerçekten de doğru bir biçimde yaklaşma alışkanlığını elde etmek için ve insanın bir yığın ayrıntılar içerisinde ya da birbiriyle çatışan çok değişik düşünce içerisinde kaybolmasını önlemek için en çok gerekli olan şey, eğer bu soruna bilimsel bir biçimde yaklaşmak istiyorsak en önemli şey, her sorunu bu verilen olayın tarihi içinde nasıl ortaya çıktığı ve gelişimindeki bellibaşlı aşamaların neler olduğu açısından incelemek, bugün ulaştığı durumu incelemektir, temelinde yatan tarihsel bağlarını unutmamaktır.”
Dünyada sosyalizmin ve uluslararası devrimci hareketin genel yenilgisinin, Türkiye ve Ortadoğu’da da etkisini göstermemesi beklenemezdi. Dolayısıyla PKK’nin “siyasi çözüm” arayışındaki ilk adımlarını “Bağımsız Birleşik Kürdistan” hedefinden federasyona rücu ettiği 1990’lı yıllarda atması tesadüf değildir. Öcalan’ın radikal çözümden adım adım uzaklaşması işaretlerini 1993 ateşkesiyle vermiştir. Ne ki devleti masaya oturtmayı amaçlayan 1993, 1995, 1998 ve 1999 “ateşkes”leri, Türk devlet yetkililerinin muhatap almadığı tek taraflı girişimler olarak kaldı. Özal iktidarı zamanındaki bazı dolaylı temasları saymazsak, ordunun siyasi çözüme karşı çıktığı bu yıllarda resmi bir görüşme olmadı.
Abdullah Öcalan’ın yakalandığı 15 Şubat 1999 tarihinde başlayan İmralı süreci (1999-2004) mukaddime aşaması sayılabilir. İdamla yargılanan Öcalan, devamlı barış ve diyalog kapısını açma yolu arayışındaydı. Ezilen ulus milliyetçiliği zaviyesinden savunduğu Marksizmden uzaklaşarak post-Marksizme yöneldi. Yargılanması esnasında, ayrılma ve kendi bağımsız devletini kurma hakkından sonra federasyon ve özerklikten de vazgeçerek, “Demokratik Cumhuriyet” formülünü ortaya attı ve Misak-ı Milli sınırları dahilinde demokratikleşme, kültürel haklar ve toplumsal katılım doğrultusunda birtakım adımlar atılırsa, PKK’nın dağdan inmesine aracılık edeceği sözü verdi. 2 Ağustos 1999’da PKK’yi 1 Eylül’den itibaren silahlı mücadeleye son vererek barış için güçlerini sınırların dışına çekme çağrısı yaptı (Öcalan’ın Savunması) Buna itaat eden Kandil, güçlerini geri çekerken, Öcalan iki şart öne sürdü: Demokratik hukuk reformu ve Genel Af. Liderini kafese atmakla zafer kazandığı havasına giren burnu Kaf Dağındaki devletin buna cevabı, dağdakilerin asla razı olmayacakları bir pişmanlık yasası çıkartmak oldu.
Öcalan idam cezası aldıktan sonraki beş yıllık dönem çatışmasızlık içinde geçti. İmralı’nın görüşmelerin ötesine geçemediği, Kandil’inse iç sorunlarıyla boğuştuğu ve moral depoladığı bu dönemde, idam cezasının kaldırılması, TRT 3’te haftada iki saatlik Kürtçe yayın ve Kürtçe özel kurs yerleri açılması dışında bir gelişme olmadı.
Uzun bir aradan sonra 2008 yılında MİT ile KCK arasında Oslo görüşmeleri başlatıldı. Kandil ve İmralı’yla irtibatlı Oslo süreci (2008-2011) uluslararası bir kurumun gözetiminde yürütüldü. Başbakan Erdoğan’ın süreç sona erdikten bir yıl sonra açıkladığı bu görüşmelerinin özelliği, ilk defa gizli diplomasi yoluyla ama resmi düzeyde yürütülüyor olmasıydı.
13 Nisan 2009 tarihinde KCK’nın ateşkes kararını açıklamasından bir gün sonra, provokatif bir tutumla Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) 52 üyesi tutuklandı ve ardından çeşitli mesleklerden yaklaşık 8000 aktivistin ardı arkası gelmez tutuklamalara maruz kalacağı “KCK Operasyonları” başlatıldı. Hükümet anayasal çözüm, barış ve hakikatleri araştırma konularında hazırlanan protokolleri imzalamaktan imtina ediyordu. Devlet ile KCK ve Öcalan arasında üç yıl süren Oslo süreci, Silvan olayı ve DTK’nın tek taraflı “demokratik özerklik” ilanı etmesinin ardından bir uzlaşma sağlanamadan sona erdi.
Suriye olayları başladığında Türkiye tarafı Esat’a karşı maşa olarak kullanmak istediği Suriye Kürtlerinin hamisi rolü oynamaya soyundu: “Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 6 Nisan 2011’de Devlet Başkanı Beşşar el-Esad’ın önüne koyduğu taleplerden birisi de Kürtlere kimlik verilmesiydi. Türkiye, Şam’da Kürtlerin sözcüsü kesilmişti.” Kürtler bulundukları yerlerde denetimi ele geçirmeye başlayınca tavır değişecek, 2012 yılından itibaren PYD’nin üzerine güdümlü eli kanlı cihatçı örgütler salınacaktır. Türkiye’nin vekalet savaşından doğrudan müdahaleye geçmesi, 2016 yılındaki Fırat Kalkanı Harekâtı’nı başlatmasıyla oldu.
Öcalan’ın “eko-anarşist”, “özgürlükçü sosyalist” Murray Boockhin’den esinlenerek “Demokratik özyönetim/özerklik” tezini ortaya atması ve resmi sınırlardan ve TC’den kopuş içermeyen sistem içi çözümü teorileştirmesi bu yıllarda olmuştur. “Türkiyelileşme” sloganıyla 2012’de kurulan HDP bu stratejik dönüşümün örgütsel karşılığıydı. Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) milletvekilleri törenle Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) katılırlarken HDP Eş Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, “Bu sadece bir yer değiştirme değildir. Yeni bir strateji ile yola çıkıyoruz” derken anlatmak istediği buydu. Özerklik/Özyönetim modeli PKK’nın, ulusal sorundaki Marksist-Leninist strateji ve taktiklerden koparak, post-Marksist modele geçişinin cisimleşmiş haliydi.
Ölüm orucu eylemlerinin ardından 2013 Ocağında HDP milletvekillerinin Öcalan’la görüşmesiyle çözüm süreci yeniden başladı. Öcalan’ın artık silahlı mücadeleye son verilmesinin zamanının geldiğini açıklayan mektubu (haber kanallarının yayınladıkları “2013 Newroz deklarasyonu”), Diyarbakır’da Newroz günü bir milyona yakın insanın önünde okundu. 1999 sonrasındakinin aksine bu defa ateşkese iki taraf da uydu. Süreç, Akil İnsanlar Heyeti ve bazı kanunlarla da desteklendi. Fakat hükümetin beklenen adımları atmaması yüzünden taraflar arasında temel noktalarda anlaşma sağlanamadı.
AKP iktidarı tarafından resmi düzeyde başlatılan Oslo süreci, aynı zamanda devletin Kürt politikasında bir değişimin, bir yeniliğin işaretiydi. Aslında bu, Kürt meselesini burjuva tarzda da olsa çözmeyi hedefleyen bir değişimden çok, sinsi niyetlerle planlanmış taktiksel bir geri çekilişti. Mevcut iktidarın buna iç ve dış politika hesapları, Ortadoğu’da Sünni blok inşası ve başkanlık sistemi açısından baktığı zamanla ortaya çıkacaktır. PKK nasıl Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki tasfiyelerin “barış süreci”nin önünü açacağını hesaplıyor idiyse, AKP de Kürt meselesinde inisiyatifi askerin elinden alıp, kendi hegemonyasını Kürt halkına doğru genişletme hesabı yapıyordu.
Gelinen noktada, yani Kürt meselesinin ülke sınırlarını ve gündemini aşarak uluslararası platformlara taşındığı bir zamanda, Türk siyaseti süreci artık “kart-kurt” gibi kimsenin kanmayacağı bozkurt masallarıyla götüremezdi. Erdoğan, “Bu ülkede Kürtlüğün inkârını bitirdik” derken, siyasi aktörün ve söylemin değiştiğini, en başta da devletin eski (Kemalist) “ulus” tanımından İslamcı “millet” tanımına geçildiğini anlatmak istiyordu. İktidarla birlikte Kürt ulusal kimliğini Türk vatandaşlığı kavramı içinde eriten Kemalist ulus tanımı da değişmiş oldu. Kürt sorununun hallini “askeri çözüm”de, yani Kürt direnişini ezip devlet otoritesini hâkim kılmakta arayan eski strateji, Kürt ulusal hareketinin kitlesi nezdinde kabul ve destek gördüğü yeni koşullarda, geçici olarak askıya alınıyordu. Onun yerini alan İslamcı yaklaşımda etnik aidiyet reddedilmiyor, “Türk milleti” “İslam milleti”nin, “Kürt milleti” de “Türk milleti”nin bir alt kimliği sayılıyordu. Üst belirleyeni İslam milleti varsayılan Kürtler kültürel bir bileşen olarak kabul edilebilir, bu meyanda bazı haklar tanınabilirdi. İç savaşsız yıllar olarak adlandırılabilecek çözüm sürecinin altındaki sır budur.
Askeri çözümde ısrar eden TSK, Ergenekon davalarından başını kaldırıp hükümete itiraz ederek tekerine takoz koyabilecek durumda değildi. “Önce PKK’yi ez, sonra Kürtleri kazan” politikasını tersine çeviren AKP önceliklerini değiştirmişti. Yalnız, askeri çözümün buzdolabına kaldırılması bundan vazgeçildiği anlamına gelmiyordu. Ateşkese ihtiyacı olan Erdoğan’ın gizli planı, önce Kürdistan’da üst sınıfları ve mütedeyyin kesimleri yanına çekip PKK’nin toplumsal nüfuzunu kırmak, sonra askeri çözüme, yani imha ve bastırma stratejisine geri dönmekti.
Oslo süreciyle resmiyet kazanan müzakere süreci, başta Öcalan ve Kürt önderliği tarafından, TC’nin geri adım atmak zorunda kaldığı ve Kürt özgürlük mücadelesinin adım adım zafere doğru ilerlediği şeklinde yorumlandı. Sonraki gelişmeler bunun yanlış bir okuma olduğunu gösterecektir.
AKP hegemonyasını Kürt halkının geniş kesimlerine doğru genişletmek istiyordu. İşe Kürt kökenli toprak ağaları ve aşiret reislerini, korucubaşıları, “beyaz Kürtler”i (doktor, mühendis, avukat gibi görece durumu iyi meslek sahiplerini) kayırarak, milletvekili ve belediye başkan adayı yaparak başladı. “Türkleşmiş” Kürt bakanlara ve vekillere koltuk ayırdı. Diyaneti, camileri, cemaatleri, hayır kurumlarını, öğretmenleri, medyayı, sanatçıları, Barzani taraftarlarını, yerel İslamcı örgütleri devreye soktu. Orta sınıflara ekonomik avantajlar sağlayarak, yoksulları cemaatler etrafında toplayarak ve yiyecek-giyecek yardımları yaparak, Yeşil Kart (2010 yılında 10 milyon kişiye ulaşmış bulunan) dağıtarak kendine çekmeyi denedi. Aynı şekilde, Gülen Cemaati de kendi eğitim kurumlarını, dini propagandayı, ekonomik araçları harekete geçirdi.
Bu çabalar boşa gidiyor değildi fakat PKK’nin altını oymaya yetmedi. Erdoğan’ın sıklıkla tekrarladığı “Bunlar ateist, Zerdüşt!” suçlaması işlemedi, çünkü İslamı çok önceden adalet dini ilan eden Öcalan materyalist yaklaşımı daha 1990’larda terk etmişti. Dağlarda, hapishanelerde, kırlarda namazında niyazında yüzlerce Kürt yurtsever vardı. Dindar kitlelerle barışık PKK, iktidarın bu çabalarını boşa çıkaracak hamlelerle dini eğilimlerin geniş bir kesimini yurtseverlik üzerinden motive ederek kendine eklemlemeyi başardı. Öte yandan, belediyeleri etkin şekilde kullanarak (ücretsiz çamaşırhaneler kurmak, kimsesizleri sahiplenmek, Gıda Bankası gibi) karşı politikalar geliştirdi.
Eskiden olduğu gibi Kürt üst tabakalarıyla ilişkilerde ölçü devlete karşı takınılan tutumdu. AKP, Kürt tarafının hızını kesemedi ama bölgede ihaleleri ve devlet imkanlarını kullanarak, kendinden yana bir Kürt burjuva tabakası yaratmayı başardı. Ağa-aşiret bağlantılı bu gayri milli, alt-işbirlikçi burjuva kesim, geleneksel Kürt zenginleri gibi PKK’ye karşı devletten yanaydı. Irak Kürdistanına yatırımlar yaparak palazlanan Kürt kökenli burjuvaların yolu Ankara’dan geçiyordu. Yaşam tarzları ve kültürleri ile asimilasyona uğrayarak Türkleşmiş bu kesimler, Kürt ulusunun hakları konusunda son derece duyarsızdılar.
Kürt nüfusun çoğunluğunu PKK hegemonyasından koparmaya çalışan AKP, ateşkes sürecinde “Kürt açılımı” adına bazı adımlar atıyormuş gibi göründü: Kürtçe yayın yapan TRT ŞEŞ, köylerin eski isimlerini kullanabilmeleri, Çözüm Süreci Komisyonu (AKP ve BDP destekli), Öcalan’ın daha geniş bir odaya nakledilmesi ve İmralı’ya birkaç hükümlü sevk edilmesi, Akil İnsanlar Heyeti, Meclis-İmralı-Kandil arasında fır dönen heyetler vs. Bir taraftan çok şey yapılıyormuş havası veriliyor, bir taraftan da yeni açılım vaatleri umudu yaratıyordu. Gerçekteyse fazla bir şey yapılmıyor, temel taleplerin adı bile anılmıyordu. 8 Mayıs 2013’te Kandil’in Türkiye’deki elemanlarını kademeli olarak çekeceğini, anayasada gerekli değişiklikler yapıldıktan ve Öcalan özgür olduktan sonra silah bırakma kararı alacağını açıklaması bir şeyler yapılacağına dair iyimser bir hava yaratmıştı. Gelgelelim bunların hepsinin bir oyalamaca olduğu, hükümetin fiili durumu kabullenmek dışında kayda değer bir adım atmaya niyetli olmadığı görülüyordu.
Oslo sürecinin sona ermesinden 2013 yılına kadarki sürede çatışmalarda bin dolayında insan hayatını yitirdi. Ocak ayında BDP’den bir heyetin Öcalan’ı ziyaretiyle sonuncu çözüm süreci (2013-2015) başladı. Öcalan’ın artık silahlı mücadeleye son verilmesinin zamanının geldiğini açıklayan mektubu (“2013 Nevroz deklarasyonu”) Diyarbakır’da Newroz günü bir milyona yakın insan önünde (haber kanallarının canlı yayın yaptığı) okundu. İmralı sürecindekinin aksine bu defa ateşkes iki taraflıydı ve Akil İnsanlar Heyeti Türkiye sathında nabız yokluyordu. Buna rağmen hükümet beklenen adımları atmadığı için taraflar arasında temel noktalarda anlaşma sağlanamadı. Çünkü son çözüm süreci meseleyi çözmek için değil, Esat’ın devrilmesinde Kürt hareketini kullanmak maksadıyla gündeme getirilmişti.
Sürecek
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.