Aslı çıksın çıkmasın, yeni bir sürece girme olasılığı varsa, her açıdan hazırlıklı olmak gerekir. Mesela devrimci gelenekte adet olduğu üzere etraflı bir geçmiş muhasebesi yapmak gibi
Çözüm sürecinin İmralı ve Oslo süreçlerini izleyen son etabının (2013-2015) ayırıcı özelliği, taraflar arasındaki diyalogun zikzaklı bir seyir izlemesi ve iç politika sorunu olmaktan çıkıp, dış politikayla iç içe geçerek uluslararası bir anlam ve önem kazanmasıdır.
AKP, Kürt sorununu, mezhepçi “Misak-ı Milli” projesiyle uyumlu Yeni Osmanlıcı dış politikasına bağlayarak çözme üzerine kurmuştu: İlk aşamada, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde ABD, Suudi Arabistan ve Katar’ın desteğiyle Suriye’deki Esad rejiminin devrilmesi planlanıyor, Emevi Camii’nde namaz kılınacağı vaadi veriliyordu. Nasıl olacaktı bu? Bir yandan Türkiye ve Suriye’yi de içine alacak Kürt açılımı ve Barzani’nin, bir yandan enstrüman olarak kullanılması hesaplanan Hatay’da üstlenmiş ÖSO çeteleri, IŞİD ve PYD’nin, bir yandan da Mısır’daki Mursi yönetiminin desteğiyle “Alevi Esed” kuşatmaya alınıp devrilerek. Böylelikle Suriye’de Türkiye’nin himayesinde bir Müslüman Kardeşler iktidarı kurulduktan sonra, büyük sermaye Suriye koridorundan Müslüman coğrafyaya yayılma imkânı bulacak, Şam bir tramplen işlevi görecekti.
Evdeki hesap çarşıya uymayacak, olaylar AKP hükümetinin hayalini kurduğu yönde değil, süper emperyal güçlerin istedikleri istikamette gelişecektir. ABD, Yeni Osmanlıcılığın icazetini aşarak Türkiye’nin kendi başına bölge hegemonyasına heveslendiğini gördüğü anda frene basmıştır. Batı emperyalizmiyle arasının açılması, Gezi ayaklanması, Tunus’ta Nahda’nın ve Mısır’da Mursi’nin iktidardan düşürülmeleri, Körfez’deki Arap dostlarıyla ilişkilerinin bozulması ve 26 Kasım 2015’te Rus uçağının düşürülmesi üst üste gelince, Türkiye “değerli yalnızlık”la karşı karşıya kalacaktır. Üstelik, PKK ve PYD’yi Suriye hegemonyasına destek olarak kullanmak isterken, Kobanê sürprizi ve Selahattin Demirtaş’ın Erdoğan’a ‘Seni başkan seçtirmeyeceğiz’ restiyle karşılaşınca, dış ve iç politika projeleri yatacaktır ki, bu çözüm sürecinin kendisi açısından bir önemi kalmadığı anlamına gelecek ve yeniden askeri çözüme dönülecektir. 2013-2015 çözüm sürecinin kuşbakışı görünümü budur.
Yakın plandan bakıldığındaysa gelişmelerin şöyle bir seyir izlediği görülür: Suriye iç savaşı bir yandan AKP hükümetinin emperyal hırslarını tetiklerken, bir yandan da Kürt meselesinin parametrelerini değiştirmiştir. Yeni Osmanlıcı tarzda çözme ihtimali ortadan kalkınca, diyalog süreci rampalı, inişli çıkışlı bir yola girecektir. İlk zamanlar Suriye rejimi Türkiye’yi tehdit olarak görürken, bu sefer tersine dönerek Türkiye, Afrin ve Kobanê kantonlarının Suriye Kürtlerin kontrolüne girmesini tehdit olarak (“beka sorunu”) görmeye başlayacaktır. PYD lideri Salih Müslim’le Ankara’daki görüşmelerden bir sonuç alınamayınca, umut IŞİD çetelerine bağlanmıştır. Kobanê’de Kürt yurtsever güçlerinin IŞİD’i alttan alta destekleyen Türkiye ile karşı karşıya gelmeleri, zaten mehter takımı gibi ilerleyen çözüm görüşmelerini iyice zora sokmuştur.
PYD’nin 2014 yılı başında Rojava’da demokratik özerklik ilan etmesinden birkaç ay sonra, Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) güçleri Kobanê’yi kuşattı. KCK, Türkiye’yi buna destek vermekle suçladı. IŞİD’in Kobanê ablukasının arkasında Türkiye’nin olduğunu öne süren HDP’nin, halkı sokağa çağırması üzerine, 6-8 Ekim tarihleri arasında 46 kişinin hayatını kaybettiği, ancak Öcalan’ın çağrısıyla durdurulabilen yaygın ve etkili gösteriler hükümeti ürküttü. Cemil Bayık, Meclis’in askere sınır ötesi operasyon yetkisi vermesini savaş ilanı olarak değerlendirdiklerini ve sınır dışına çekilmiş silahlı güçlerini geri gönderdiklerini, Kürt meselesi çözülmeden silah bırakmayacaklarını açıkladı. Bu gelişmeler üzerine görüşmeler karşılıklı teklemeye başladı.
Buna rağmen her şey yolunda gidiyor gibi görünüyordu. Dolmabahçe Başbakanlık Ofisi’nde Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala ile HDP grup başkanvekilleri İdris Baluken, Pervin Buldan ve İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder Sırrı Süreyya Önder bir araya geldi ve televizyon kameralarının önünde Öcalan’ın kaleme aldığı 10 maddelik metin okundu. Bildiride KCK’ye silahsızlanma kararı çıkartması çağrısı yapılırken, Yalçın Akdoğan da Kürt meselesini çözerek süreci sonuca ulaştırmakta kararlı oldukları sözü verdi
Bundan bir ay sonra KCK başkanlığının Öcalan tahliye edilmeden silah bırakmayacaklarını açıklaması ve 17 Mart 2015 tarihindeki grup toplantısında Selahattin Demirtaş’ın tek cümleyle “Seni başkan yaptırmayacağız!” demesi ipleri iyice germiştir.
İç politikaya dönerek seçimlere kilitlenen AKP, çözüm sürecini, 7 Haziran 2015 seçimlerinde başkanlık sistemini referanduma sunacak yeterlilikte (330’un üzerinde vekil) bir meclis çoğunluğu elde etme hedefine endekslemişti. Erdoğan’ın gönlünden geçen Öcalan’la pazarlık yaparak HDP’nin seçimlere katılmamasını sağlamaktı. Eğer anketlerin barajı aşacağını gösterdiği HDP seçime katılmazsa, Kürt oyları AKP’ye akardı. Ya da HDP barajı aşar, mecliste de AKP’yi desteklemezse, başkanlığa giden yol kapanırdı.
Selahattin Demirtaş başında olduğu partinin kumandasını Erdoğan’ın eline vermemekte haksız değildi. Yıllar geçip sudan bahanelerle tutuklandıktan sonra yaptığı savunmasında bunu şöyle izah etti:
“7 Haziran seçiminde parti olarak seçime girmeyelim diye İmralı üzerinden bize baskı yapmaya kalkıştılar. Devlet İmralı Heyeti, ‘çözüm sürecine aykırıdır’ dedi. ’20-25 milletvekili neyinize yetmiyor, bağımsız girersiniz’ dedi. Niye? AKP’ye 400 milletvekili lazım. Tek başına Anayasa değiştirecek. Bir gün sonra HDP, PM kararı olmamasına rağmen parti olarak seçime gireceğini açıkladı.”
Bunun üzerine Erdoğan seçim kampanyasını diyaloga son verip, savaşı tekrar başlatmak ve HDP’yi PKK’den talimat almakla suçladı. Halbuki HDP’yi İmralı’nın talimatlarına uydurmaya çalışan kendisiydi. 2010 referandumunda boykot kararı alan HDP’ye “evet” oyu vermesi için baskı yapmıştı. Demirtaş’ın savunmasında belirttiğine göre, HDP’ye bakan aracılığıyla Öcalan’ın el yazısıyla yazılmış talimat ulaştırılmıştı. Aynı şekilde 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde de Demirtaş’a adaylığını geri çekmesi için İmralı üzerinden baskı yapılmıştı.
AKP, Demirtaş’ı ikna edemeyince, seçimde HDP’yi barajın altına düşürme taktiği üzerine kurdu. Erdoğan misilleme yapmakta gecikmedi; 28 Şubat 2015’te yardımcılarının ve bakanlarının HDP heyetiyle birlikte deklere ettiği Dolmabahçe Mutabakatını tanımadığını ilan etti: “Ne mutabakatı? Böyle bir mutabakat yok!”, “’toplantıyı da o resmi de doğru bulmuyorum.” Süreç “Kürt sorunu diye bir şey yoktur” denilerek adeta noktalanıyordu.
Kürtleri aldatamayınca başkanlığı kaybedeceğini anlayan Tayyip Erdoğan bundan bir hafta sonra istediği gerçekleşinceye kadar anayasayı rafa kaldırdığını ilan etti:
“Herkesin farklı zamanlarda başlattığı parlamenter sistem 10 Ağustos’ta bir daha geri dönüş olmamak üzere milletimiz tarafından bekleme odasına alındı. Bu bekleme ne kadar sürecek? Ya yeni anayasaya zemini kazandırana kadar ya da yeni bir sistem ikame edilene kadar. Bunun kararı da 7 Haziran seçimlerde verilecek. Artık hiç kimse 2014 seçimlerinden önce ya da 2002 öncesinde olduğu gibi bir düzen beklemesin.”
Sonuçta, 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP istediği sonucu alamadı: %40,8 oy oranıyla hala birinci partiydi, ama sandalye sayısı 258’e düştüğü, meclis çoğunluğunu kaybettiği için tek başına hükümet kuramıyordu. Baraj altında kalması için çalışılan HDP ise tarihindeki en yüksek oyu alıyor ve yüzde 13,02 oyla parlamentoda 80 sandalye kazanıyordu. Sandıkta ilk defa yenilen AKP ciddi bir kırılmaya uğruyordu.
Koalisyon turlarını kasten uzatan Başbakan Davutoğlu görevi iade ettikten sonra, Cumhurbaşkanı Erdoğan yetkiyi ana muhalefet partisi CHP’ye vermesi gerekirken, seçimleri yenileme yoluna gitti. Olası koalisyon çözümlerine dirsek çevirerek AKP’siz hükümet formülünün önünü tıkayan Bahçeli de buna çanak tuttu. MHP’nin aklı “bölücü terör”e karşı “askeri çözüm”de, koalisyon istemeyen AKP’nin ise kaybettiği seçimi tekrar kazanmaktaydı. İkisi de Suriye’de “Kürt koridoru”yla kuşatılma paranoyasıyla hareket etmekteydiler.
Egemen sınıflar olağan yolları tüketip yönetme zorluğu çekmeye başladıkları sıkışık anlarda savaşı kalkan olarak kullanırlar. AKP iktidarı da Gezi Ayaklanmasından sonra doğan meşruiyet boşluğunu kapatmak için çareyi ülkeyi savaş psikozuna sokmakta buldu. İlkin Kürt muhataplarıyla diyalogu kopardı. Barıştan savaşa geçiş, içeride zor aygıtlarını öne çıkarma, dışarıda ise askeri Suriye’ye sürme anlamına geliyordu. İç ve dış tehdit gerekçesiyle toplumsal muhalefeti etkisizleştirmek ve orduyu daha kolay denetlemek için, ülkenin doğusundan batısına savaş rüzgarları estirildi. 2 Ekim 2014’te çıkarılan TSK’ya sınır dışına asker gönderme yetkisi veren Irak-Suriye tezkeresinden itibaren dış politika iç politikanın gereklerine göre düzenlenmeye başladı. Savaş pozisyonu AKP’nin ülkeyi başka türlü yönetemediğini, seçenekleri azalınca açığını ancak bu yolla kapatabileceğini gösteriyordu.
5 Haziran tarihinde HDP’nin Diyarbakır mitinginde 2 kişinin öldüğü, 90 kişinin yaralandığı patlamalar oldu. 20 Temmuz 2015 tarihinde ise Kobanê’ye yardım götürmek için Suruç’a gelen SDGH’li gençlerin basın açıklaması sırasında yapılan intihar bombası saldırısında 33 kişi hayatını kaybetti. Suriye sınırını açarak ülkeyi IŞİD’in arka bahçesi haline getiren AKP rejiminin yarattığı bir sonuçtu bu. IŞİD militanlarının Suriye’ye geçişlerde, yaralı tedavilerinde, silah depolama ve malzeme tedarikinde, barınmada Türkiye’yi lojistik destek merkezi olarak gördüğünü dünya âlem biliyordu.
22 Temmuz 2015’te Urfa Ceylanpınar’da iki polis memuru evlerinde öldürüldü. PKK’nin silahlı kanadı HPG’nin infazı üstlenmesiyle birlikte eleştiri silahının yerini silahların eleştirisi aldı. Bunu açık savaş ilanı için bahane olarak kullanan Erdoğan, 11 Ağustos’ta çözüm sürecini buzdolabına kaldırdığını ilan etti ve “ya bizden yanasın ya da terörden” söylemi üzerinden bir düşman tanımı geliştirdi. Haber bültenlerinin ilk yarısı yeniden şovenizm ve militarizm ritüellerine dönüştürülmüş asker cenazelerine ayrılmaya başlandı. AKP, İç Anadolu’da MHP’ye, Kürt bölgelerde HDP’ye kaptırdığı oyları zoraki geri almak için şoven milliyetçilik bayrağını yükseltti.
İç savaş havasına sokulan ülkede artık hiçbir şey eskisi gibi gidemezdi. Terörle mücadele adı altında sürdürülen yeni konseptte siyaset ne zaman sona ereceği belli olmayan bir silahlı çatışma zeminine oturtuldu.
10 Ekim 2015 tarihinde gerçekleşen 109 devrimci-ilerici insanın hayatını kaybettiği, 500 kişinin yaralandığı Ankara Garı önündeki intihar saldırısı, o güne kadar Türkiye’de Kahramanmaraş Katliamı’ndan (283 kayıp) sonra sola yönelik ikinci büyük katliamdı. Emniyet güçlerinin tek “önlemi” yaralı arkadaşlarına yardım etmek isteyen göstericileri tazyikli su ve biber gazı sıkarak dağıtmak oldu. Sonradan intihar bombacılarının Ankara’da ellerini kollarını sallayarak dolaştıkları, Suruç ve Diyarbakır katliamları nedeniyle aranan Adıyaman grubuyla bağlantılı kişiler olduğu ortaya çıktı. Katliamın Türkiye solunun HDP’yi destekleyen kesimlerini hedef alması sipariş edilmiş olabileceği yorumlarını akla getirdi. Seçime üç hafta kala yapılması da ayrı bir soru işaretiydi.
Bu şartlarda ne CHP ne de HDP ve sosyalistler özgürce seçim kampanyası yürütebildiler. 2 Hürriyet’i basan grubun başındaki AKP’li vekil ve Gençlik Kolları Başkanı Abdurrahim Boynukalın ne yapmak istediklerini bağıra çağıra ilan etti: “1 Kasım’daki seçimden sonra ne çıkarsa çıksın seni başkan yaptıracağız!”3 Tablo, Ahmet Hakan’ın dövülmesi (faydasını sonradan görecekleri), aydın ve sanatçılara yönelik saldırılar, Sedat Peker’in Rize mitinginde, “oluk oluk kan akacak” tehdidi ile tamamlanıyordu. Muhalif kesim her an, her şey olabilir tedirginliği içindeydi. Adeta tek taraflı bir kampanyaya dayanan seçimlere, muhalefet, daha çok da HDP toplu bir saldırı beklentisi ve sindirilmişlik ruh hali içinde girdi.
Seçime 20 gün kala ülkeyi kaos ve terör psikozuna sokan Gar katliamı, istikrarın daha da bozulacağından korkan kerhen verilmiş oyların geri dönmesiyle sonuçlandı. Silah ve bombaların gölgesinde oyların %49,49’nu alan AKP, 317 milletvekili çıkararak seçimi kazandı.
Böylece üç aşamalı çözüm süreci çözümsüzlükle sonuçlandı. Bugün bunlar hiç yaşanmamış, beyaz bir sayfa açılıyormuş gibi davranılamaz. Oslo’dan son etabına kadar çözüm süreci kimin nerede, nasıl yanlış yaptığını gösteren turnusol kâğıdı işlevi görecek bir laboratuvardır.
İkincil önemde de olsa Kürt yurtsever güçlerinin süreci iyi yönettikleri söylenemez. Gezi ayaklanmasının dışına düşmek, AKP tarafının art düşüncelerini iyi okuyamamak, çözümü meclise taşıyarak daha geniş kurumsal ve meşru zemine oturtmaya çalışmak yerine kapalı diplomasiye fazla prim vermek gibi yanlışlar yapılmıştır. Bir örneği İmralı Notları adlı kitapta görülebileceği gibi, MİT’in gözetimindeki (kaydedilip analizi yapılarak değerlendirileceği besbelli) görüşmelerde, HDP’den Kandil’e kişilere varıncaya dek bütün sırların ortaya dökülerek, hareketin örgütsel/ideolojik/siyasi/askeri haritasının faş edilmesi ve o denli içli dışlı olunması karşıt güçler arasında yürütülen diplomasi sanatının gereklerine aykırı idi.
Aslı çıksın çıkmasın, yeni bir sürece girme olasılığı varsa, her açıdan hazırlıklı olmak gerekir. Mesela devrimci gelenekte adet olduğu üzere etraflı bir geçmiş muhasebesi yapmak gibi. Kürt özgürlük hareketinin dünya deneylerini de göz önüne alarak bunu en iyi şekilde yaptığından şüphe etmesek de, bunun güncellenmesinde yarar vardır.
Cumhur İttifakı’nın asli ortaklarına gelince hiçbir şey söylemeden söylüyormuş gibi yapmayı bırakmalıdırlar. Eğer iç politik hesaplar veya Ortadoğu’da altüst olmaya gebe dengeleri Türkiye lehine yönetmek için, ufak tefek sadakalarla Türkiye Kürtlerini kervana katmanın adına “çözüm” diyorlarsa, bu sadece iktidar için iyi bir çözüm olur. Kürtler için değil. Kürt hareketi iktidarın iç ve dış projelerinin arkasına dizilsin tarzı söyleme, bırakınız Kürt hareketinin öncülerini, kendi tebaasından kat kat uyanık ve bilinçli DEM Parti tabanı bile kanmaz.
AKP iktidarı ve onu temsilen TSK sözcüleri kaçıncı kez terörü bitirecekleri ve silahları susturacakları vaadinde bulundular ve bunun için Suriye’de konumlanmak ve Irak içlerini bombalamak dahil her yola başvurdular. Savaşı Cudi’den sınır dışına taşımak gibi bir mesafe de katettiler belki ama bitiremediler.
Askeri ve inkârcı çözüm yöntemi (eskisi bir tarafa) 30 yıllık geçmişi olan, denene denene eprimiş bir yöntemdir. Bunun tam “zafer”i bile çözüm olmaz, olsa olsa erteleme, öteleme olur. Kürtler ulus olarak var olduğu ve tatmin edici bir özgürlük sağlanmadığı, sorun eşit ilişkiler temelinde kaynağından çözülmediği sürece değişen bir şey olmayacaktır. Bu sadece Türkiye’de, Suriye’de, Irak’ta ve İran’da değil, ezen/ezilen ulus üzerine yapılanmış bütün ülkelerde böyledir. Ezilen ulusların bizle kıyaslanamayacak haklara sahip oldukları dünyanın birçok ülkesinde bile çözülememiştir.
Dipnotlar:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.