İlişkinin sorumluluğunu almak istemeyen günübirlik ilişkiler, takılmalar, flört, fuck buddy, açık ilişkiler hakim pratikler olmaya doğru gidiyor. Tabii ki bunda en büyük etken yabancılaşmanın had safhada olduğu, meta ilişkilerinin ve meta fetişizminin hüküm sürdüğü toplumsal iklim
Sanırım 2001 yılıydı. Bankada çalışıyordum, bireysel emeklilik pazarlaması yapan bir kadın satış temsilcisi geldi şubeye. Sohbet esnasında şöyle bir şey dedi: Biz yeni nişanlandık. Bu çok iyi, verimli bir proje. Şaşırmıştım, ama söylediğinin ne kadar yaygın bir pratik olduğunu yıllar içinde anladım. Projeden ziyade günümüzdeki pek çok aşk ve sevgi ilişkisi tüketim ilişkisine dönmüş durumda. Sevgili de tüketilecek bir ürüne. Derinlikli, bütünsel, düzeyli, saygılı, romantik, ötekinde eriyen aşk ilişkileri artık çok nadir görülüyor. Sorumluluktan kaçış çağı diye niteliyorumu durumu.
İlişkinin sorumluluğunu almak istemeyen günübirlik ilişkiler, takılmalar, flört, fuck buddy, açık ilişkiler hakim pratikler olmaya doğru gidiyor. Tabii ki bunda en büyük etken yabancılaşmanın had safhada olduğu, meta ilişkilerinin ve meta fetişizminin hüküm sürdüğü toplumsal iklim. Şeyler arasındaki ilişki nasıl insanlar arası ilişkinin yerini alıyorsa gönül ilişkilerinde de şeyleşme, yabancılaşma sevginin fetiş karakteri ön plana çıkıyor. Bencilliğin, ben merkezciliğin başat olduğu ve çıkara dayalı ilişkiler sevgiliyi nesne haline getiriyor.
Bruckner “Aşk Paradoksu” adlı kitabında günümüzün sevgi ve aşk ilişkilerinin doğasını, etkilerini ve yansımalarının izini sürüyor. İlişkideki açmazlar ve aşılma yolları hakkında fikir yürütüyor. Bruckner’e göre; erkek ve kadın olarak bizler bugün çelişik bir gerekliliğe uymak zorunda kalıyoruz. Tutkuyla sevmek ve mümkünse aynı şekilde sevilmek, ama aynı zamanda da bağımsızlığımızı sürdürmek. Çiftin şu uyumlu birlikte varoluşa olanak sağlayabilecek kadar esnek olabileceği umuduyla çevrili olmak, ama bu umuda köle olmamak. Aşık olmak, şeylerin değerini artırmaktır, dünyanın yoğunluğunda yeniden var olmaktır ve onu tahmin ettiğimizden daha zengin, daha yoğun bir biçimde keşfetmektir. Aşkın canlandırıcı bir gücü vardır, yalnızca gizli halde var olan bir şeyi meydana çıkartır. Bizi tekrar tekrar ortaya çıkan egodan, şu kişisel özümüzü oluşturan zavallıcıktan kurtarıverir. Güçlenmiş, neşeli, bizi kuvvetlendiren büyük işler yapabilecek hale getiren başka bir öz verir bize, karşılığında. Sevilen kişinin alev alev yanarak kendinden geçerken yüzüne yansıyan o zevkten daha altüst edici bir şey var mıdır?
Francois Sngly, modern evliliği “birlikte serbest” diye tarif etmiştir. Yuvanın güvenliğine evet ama yeter ki birlikteliğin her iki tarafının da kendini gerçekleştirme sürecinde hiçbir şeyi engellenmesin. Robert Musil de karı ve koca sözcükleri yerine “partner” sözcüğünün gelmesinin ne denli önem taşıdığına dikkat çekmişti. Karşılıklı anlaşma yoluyla feshedilebilecek sözleşmeye dayalı bir ilişki anlayışı, ekonomik modelin ön plana çıkışı. Bundan böyle her iki taraf da kendi küçük şirketine dönüşmüştür. Kalp meseleleri de diğer ufak tefek meselelerden farksızdır. Mahrem ilişkilerde emek ilişkileri model alınır. Yatırımın geri dönüşü maksimum düzeyde olmalıdır. Modern öykülerin kuru olmasının nedeni işte bu liberal yönetimdir. Hassas bir isteksizlik ve adak karışımı. Hiçbir zaman sınırları aşmayacak bir insan ilişkisi düşü: Hoşuma gidiyorsun, seni alıyorum; beni yoruyorsun, seni bırakıyorum. Öteki bir ürünmüşcesine denenir.
Pines, her şeyini sunmak ama aynı zamanda da kendini korumaktan bahseder ve ekler: Günümüzün talebi budur işte. Zevk kültürü bağımlılık korkusuna dönüşmüştür. Pinese’e katılmakla birlikte bağlılığın da bu kategoride değerlendirildiğini söylemem gerekir. Bağlılık korkusunun ilişkileri zedeleyici, hatta bitirici işlev üstlenmesine de dikkat çekmek isterim. Bağımlılığın zayıflık olarak görüldüğü, bağlılık gelişirse terk edilemenin travmalarını yaşamamak için duyguların frenlenmesi ve gelişiminin engellenmesi ilişkilerde sık rastlanan durumlardır.
Düşük etkinlikli cinsellik bir hastalık haline gelir, yüksek etkinlikli bir cinsellik de başka bir hastalık. Hem zevk almayı, hem de kuşku duymayı salık veren ve öteki ile ilişkiyi madde bağımlılığı modeline göre tasarlayan bir dönemin şizofren yapısı. 60’lı yıllarda olduğu gibi hep birlikte özgürleşmek yerine, önce herkes birbirini birbirinden azat etmeye çalışır.
Günümüzün mottosu şudur Pines’in sözleriyle: Mutlu olmak için başkalarına ihtiyaç duymayacak kadar sevmeliyim kendimi. Özgür olmak diğer herkesten kurtulmuş hissetmek demektir. Solipsizm (tekbencilik) ya hiç iş görmez ya da binbir eksikle işler. Kimseye ihtiyacımız olmadığını kesin olarak söylemek, üzücü de olsa kimsenin de bize ihtiyacı olmadığını görmeyi gerektirir; kendi kendine yetmeye dayalı kibir, yalnız olmaktan doğan sıkıntıyla birliktedir. İnternet ya da cep telefonları gibi yalnızlığı kırmayı sağlayan araçlar, yalnızlığı hoş görülebilir kıldıkları için öncelikle yalnız olma durumunu onaylayan araçlardır.
Bruckner’in “Bedenim bana ait” cümlesi, egemen düzenin kendi kendilerini serbestçe kullanma haklarını ellerinden aldıkları ve aşk veya annelik tercihlerinde kendi kendilerine karar vermek isteyen kadınlar bakımından oldukça doğru bir cümle. Ama bedenim yalnızca bana ait olursa, kimse istemezse onu, bu tapu neye yarar ki? Efendinin mutlak arzusuna tabi cinsel bir nesne olarak görülme mutsuzluğuna öteki mutsuzluk, yani hiç beklenmemiş ve hiç arzulanmamış olma mutsuzluğu karşılık gelir. Bruckner buradaki “bedenim bana ait” cümlesinin farklı kullanımını göz önünde bulundurmuyor. Aslında yaygın kanaat bu cümlenin kadının istediği kişiyle bedenini paylaşma özgürlüğü yönünde. Yani hangi konumda (evli, sevgili vb) olunursa olunsun bedenin istenilen başka biriyle paylaşılması arzusunu gösteriyor.
Kimileri de baştan çıkarmayı bir yaşam tarzına dönüştürmüştür. Fırsatlar karşısında direnemeyip oluşan durumda ilk hamle hakkını kullanırlar. Bunlar başlangıç koleksiyoncularıdır. Geride bıraktıkları tanımadıkları kişiler için yanıp tutuşurlar. Ta ki bir başkası çıkıncaya kadar. Bunların aşk evreleri kısadır. Aşkın bitişi nerdeyse başlayışıyla çakışır. Uyarılmanın hemen ardından eyleme geçilmesi gereken acele bir alevlenme durumudur bu. Bir erkek yiyicisi nedir? Ya da bir zampara? Asıl meseleye girmeden kaçma meraklılarıdır. Kişileri avlamaya, avlanmaya, anlık bir heyecanı uzun süreli coşkuya yeğ tutarlar. Hikayenin kiminle yaşandığının önemi yoktur. Çirkin bir kız, şişko veya kel bir adam da heyecanlandırır onları. Şişenin içine pek bakmazlar. Çünkü onlar için, yalnızca yeni gelenin etkisi önem taşır. Aşkın kokusunu, kişilerin kendisinden daha çok severler, başkalarını avlamak için ganimetlerini gösteren mutlu korsanlardır bunlar. Hesaplı gevşeklikleri korur onları. Hiçbir ayıp onları durduramaz, ısrarla hedeflerine doğru ilerlerler.
Modern ayrılık, şirketlerin işten çıkarma yöntemlerini dile getirir. Bu bir anlamda çıbanı sağa sola sıçratmadan patlatmak, trajediye yol açmadan yağının fazlasını almak demek olduğundan her iki taraf için de son derece hassas bir andır. Karşı taraf artık gözden düştüğünü kabul etmeli, ağlayıp sızlamamalı. Haberi ona verirken takındığımız o yumuşak havanın, hemen çekip gittiğini görmek için sabırsızlandığımızı pek gizleyemez. Karşı koymaya kalkarsa mutsuzluğunun tek sorumlusunun kendisi olduğunu anlatmasını pek iyi biliriz. Öyle ya, onu uyarmışızdır ne de olsa. Sürgün hissine, bir de hata yapmış olmanın yarattığı küçük düşme hissi eklenir. Düşüncesizliğin son noktası da şudur: Karşı tarafı adi bir satıcıymış gibi SMS ile kovmak. Terk edilmek çoğunlukla terk etmekten daha iyidir, pişmanlık duygusunun ağırlığını ortadan kaldırır. Bununla birlikte kendilerinden daha genç biri için bırakılmaktan korkarak ayrılma inisiyatifini alan erkek ve kadınların sayısı hiç de az değildir.
Birinden kopmak demek temsil ettiği her şeyden vazgeçmek demektir. Ancak, o biri gittiğinde başlattığı evrenler, tıpkı birer hayalet gibi çevremizde dönmeye devam eder. Sonuçta çekip gitmek başlamaktan daha zordur. Artık sevmediğimizi sandığımız ancak bize rahatlık ve güvenlik güvencesi veren birini bırakmakta tereddüt yaşarız. Bizi terk eden kişiyse bazen bize yardımcı olur, kendi başımızın çaresine bakmak zorunda bırakır bizi. İki varlığın birbirine verdiği en güzel şey; yalnızca karşılıklı bedenleri, zevkleri, yetenekleri değildir. Onları, bir gün ayrılmak zorunda olsalar da sonsuza dek birbirine bağlayan ve benzeri hiçbir yerde olmayan bir öyküdür. Çiftin pek çok sevinci vardır: Ötekinin yumuşak, etkileyici bakışı altında yaşamak, iyi niyetle dinleyen kulağına konuşmak, birlikte büyük şeyler yapmak, tek başına cesaret edemediğimiz şeyleri ikili olarak yapmaya cesaret etmek. İkili yaşamın erdemi: Eksiklerin yüzüne çarpılmadan olduğun gibi, zayıflıklarınla kabul edilmek. Dışarıda, toplumda sürekli kendini ispatlamak zorundayken, onunlayken imajını yerin dibine sokabilmek. Sansürün yıldırımlarına maruz kalmadan iki aptal olma, birlikte laflama, birlikte bunama, ötekine nüfus kaydıyla rekabet edebilecek küçük adlar verme gibi sevimli bir olanağın vardır.
İlişkide saydamlığın gizemi bir bakıma can yakmaktır. Ötekini korkularımdan, yüreğimin en ufak sarsıntılarından bir sismograf gibi haberdar etmek, onu sürekli kurşun yağmuruna tutmaktır. İtiraf politikası öncelikle bir kötü niyetlilik politikasıdır. Her şeyi söylemek, kötü söylemek demektir. Öte yandan geçiştirme, bir incelik ilkesidir. Klasik ahlakın tersine, insanın yalan söylemesi ötekine değer verdiğini gösterir; ilişkinin korunması, onun için itiraf endişesinden daha ağır basıyor demektir. Susmak korumaktır, itiraf etmekse alt üst etmek. Gaddar içtenlik yerine, ötekinin gönlünü hoş tutma ve ketumluk ilkelerini savunmak gerek.
Kıskançlık, duygusal güvensizlik ile sahiplenme beğenisini birleştiren son derece aşağılık bir duygudur. Genellikle yamyamlıkla sona erer. Eşin gidişine seyirci kalmaktansa simgesel olarak onun parçalanıp yenmesini ister. Zorlayıcı kıskanç, suçu ortaya çıkmadan önce yaratır. Ve çoğu kez gerçek suç onu daha beter kızdıracak yerde, acısını dindirir. Öyle ki tiksindiğini ileri sürdüğü bu oyunu nerdeyse arar duruma gelir. Her kıskancın, korktuğu şeyin gerçekleştiğini görmez miyiz eninde sonunda.
Balık üretim çiftliklerinde, balıklar ne kadar birbirine yakın tutulursa o kadar az ürüyorlarmış. Demek ki, üst üste yığılmak yumurtlama arzularını ortadan kaldırıyor. Aynı şekilde iyi ilişkiler de ortak yaşayıştan kaçmayı başaranlardır. Ötekinin yokluğu, gelip geçici tutkuları had safhaya vardırırken, aşırı varlığı da en güçlü tutkuları öldürür. Birbirlerine fazla yakın olmak aşıkları öldürür. Çünkü o zaman birbirleriyle iletişim kurmak için gerekli mesafeyi bulamazlar.
Duyguların patlaması ile tutkuların aşınması arasındaki çatışmada, sevgililer süreklilik yönünde karar verirler. Kimi zaman, üzücü dönemden geçmişlerdir, kara anlar yaşamışlardır, yalanın bulanık sularına kapılmışlardır. Birbirlerini terk etmişledir, Bütün bu yaraları aşmışlardır. İlişkiyi sağlamlaştıran güveni seçmişlerdir. Uzun bir öykünün çatısını yeğ tutmuşlardır. Arzunun kısa süreli parlamasına, ama alışkanlığın, coşkunluğu bütünüyle öldürmediğini de hayranlıkla fark etmişlerdir. Ve birbirlerinden ayrılmadıkları için birbirlerine teşekkür etmektedirler.
Pascal Bruckner’in “Aşk Paradoksu” kitabı çağları aşan ve en yüce duyguların başında gelen aşk’ın o gizem dolu, büyülü labirentlerinde gezdiriyor bizleri.
Pascal Bruckner, Aşk Paradoksu, çeviren: Olcay Kunal, Yapı Kredi Yayınları, Temmuz 2012, 208 sayfa.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.