Eski faşizm açık politik şiddet, sözlü propaganda yerine silahlı propaganda, tartışmak ve uzlaşmak yerine muhalifleri dövmek gibi özellikleriyle ilk bakışta ayırt edilebiliyordu. 21. yüzyıl faşistleri liberal demokrasiyle kurdukları ilişki ve görünüm bakımından mazisindekinden farklı bir yol izliyor
Cumhur İttifakı’nın devleti faşistleştirme projesindeki yavaşlamaya koşut olarak gelişen, bir ayağı çukurdaki AKP iktidarının seçimle gidebileceği kanaati güçlenmeye başladığından beri, Türkiye solunun faşizm karşıtı reflekslerinde bariz bir gerileme, bir kanıksama görülüyor.
Faşizm güncel bir tehdit mi, yoksa sınıf mücadelesinin menzili dışına düşen uzak bir olasılık mı? Türkiye solu buna iki türlü cevap veriyor: Bir taraf Türkiye’nin zaten sürekli faşist rejimle yönetildiğini, diğer tarafsa gerek dünyada gerekse Türkiye’de yükselen bir tehlike olmadığını söylüyor. Faşizme karşı mücadeleye bugün için asıl zarar verenler, başka yazılarımızda enflasyonist kullanım diye eleştirdiğimiz ilk kısımdakiler değil, güncel olmadığından dereyi görmeden paçayı sıvamamak gerektiği düşüncesinde olanlar. İkinciler buradan hareketle ayrıca bir antifaşist mücadele başlığı açmanın kitleleri siyasallaştırma bakımından bir önemi ve faydası olmayacağını savunuyorlar.
İsmiyle müsemma faşizmin “otoriterizm”, “milliyetçilik”, “merkez sağ”, “sağ popülizm”, “diktatörlük”, “neoliberal otoriter devlet” gibi adlandırmalarla anılması, bu bakış açısının teorize edilmiş halidir. Oysa ki faşistlerin kendilerinin orijinal isimlerini sahiplenmelerine ortak olmak istemiyorsak, onlara gerçek adlarıyla hitap etmeli, geçmişlerini sürekli hatırlatmalı, savaş hilelerinin tuzağına düşmemeliyiz. İkinci Dünya Savaşı’ndaki ağır mağlubiyetlerinden sonra işledikleri insanlık suçları nedeniyle dünya halklarının gözünde mahkûm edildiler ve lanetlendiler.
Önceleri gururla sahiplendikleri faşizm sözcüğü itibarını kaybedince, has faşistler bile kendilerine ‘milliyetçi’ demeye başladılar. Parti adlarının başına karşısında oldukları değerleri ifade eden ‘özgürlük’, ‘sosyalist’, ‘ulusal demokrat’, ‘halk’ gibi birtakım sıfatlar ekleyerek faşist kimliklerini gizlediler; mevcut hukuk kurallarına ve parlamenter sisteme bağlılık görüntüsü verdiler.[1]
“Meşru” burjuva siyasetinin meşru aktörleri sayılabilmeleri için buna ihtiyaçları vardı. Faşizmin normalleşme, meşrulaşma taktiği de diyebiliriz buna. O halde yukarıdaki kavramları kullanarak faşizmin normalleşmesine yardımcı olmak bize düşmemeli.
Faşizme ve faşiste adıyla hitap etmemenin bedeli, onun toplumun her katındaki yuvalanmasını gözden kaçırmak ve siyasi teşhirini ihmal etmektir. Dünya ve Türkiye’de başını post-Marksistlerin, ana akım siyasetin, gazeteci ve akademisyen erbabının çektiği bu eğilim, sosyalist saflara kadar sızmış bulunuyor. İster liberal soldan, ister ulusal soldan, ister merkez kanattan olsunlar, meseleyi faşizmden soyutlayarak insan hakları, hukuk devleti, laiklik gibi münferit taleplere indirgeyenlerin zihinlerinin arka planında yatan budur. Oysa bunların hepsi antifaşist söylemin alt başlıklarıdır.
Faşizmin varlığı sadece iktidarda olmasıyla ölçülmez. Bugün faşistler her yerde, bürokrasi, askeriye, emniyet, yargı, parlamento, medya, siyasi partiler, kitle örgütleri içinde mevzilenmiş durumdalar. Hem etkin yerleri ellerinde tutuyorlar hem de ellerinin altında istedikleri zaman paramiliterize edebilecek güçleri var. Üreme zemini oluştuğunda çok hızlı gelişmeleri ve dışlarındaki aşırı sağcı parti ve grupları kendi yanlarına çekme kabiliyeti tehlikeyi daha da arttırmaktadır.
1945 mağlubiyetinden ders alarak bazı yöntemlerini ve söylemini değiştiren, muhafazakâr ve sosyal demokrat partilere eklemlenerek ana akım siyasete dahil olmayı başaran şimdiki faşizm; SSCB, güçlü komünist partiler ve krizin tetiklediği şiddetli sınıf mücadeleleri varken vücut bulan tarihsel faşizmden daha sinsi, daha esnek, daha kaypaktır. Eski faşizm açık politik şiddet, sözlü propaganda yerine silahlı propaganda, tartışmak ve uzlaşmak yerine muhalifleri dövmek gibi özellikleriyle ilk bakışta ayırt edilebiliyordu. 21. yüzyıl faşistleri liberal demokrasiyle kurdukları ilişki ve görünüm bakımından mazisindekinden farklı bir yol izliyor. Artık eski özlerini terk etmeden cumhuriyet, parlamenter demokrasi, seçimle gelip seçimle gitmek gibi çeşitli kamuflaj giysileri kullanıyorlar.
Günümüzde çoğu kişi faşizmden, Alman ve İtalyan modellerindeki gibi toplumun tepesine bir kâbus gibi çöken doludizgin bir terör hareketini ve tepeden tırnağa kanla dünyaya gelmiş bir rejimi anlıyor. Bu şablona uymayanları dışta tutanlar, yalnız tarihsel faşizmin içinde şiddetlisinden ılımlısına dek bir dizi çeşidini dikkate almadıkları için değil, aynı zamanda hem kapitalist devletlerin faşizmin bazı yöntemlerini içselleştirdiklerini, hem de geçmişten ders alan yeni faşistlerin günümüz koşullarına ayak uyduran yeni özelliklerini hesaba katmadıklarından yanılıyorlar.
Faşist diktatörlük 12 Eylül darbesindeki gibi “bir gece ansızın” gelmez (ki onun bile bir hazırlık dönemi vardı), uzun süreli bir hazırlık ve yuvalanma sürecinden geçer. 2000’li yılların karakteristiği, faşizmin iç savaşlar ve devrimlerle boğuşarak yükseldiği zamandakinin aksine, devrimci hareketlerin ve işçi sınıfı mücadelesinin zayıf olduğu bir ortama göre şekillenmesidir. Parlamenter maskesine uygun olarak eylemde yumuşak söylemde sert bir taktik izlemesi olsun, yavaş bir tempoda yükselmesi olsun bundan bağımsız değildir. Örneğin ülkemizde devlete bütünüyle hâkim olma yolunda hatırı sayılır bir mesafe katetmesine karşın, önündeki dış ve iç engellerden, İslami biçiminden ileri gelen handikaplardan dolayı uzatmalı bir süreç izlemektedir. Ağır ateşte haşlanan kurbağalar gibi başımıza gelmekte olanı anlamakta güçlük çekiyorsak bundandır. Yarı-faşist yapılanma yerinde saymıyor, adım adım ilerliyor. 1980 öncesinde faşist teriminin enflasyonist ve genellemeci kullanımından kaçınalım ama tam tersine de dönmeyelim. Artık güncel tehlike değilmiş, iyice gerileme sürecindeymiş, solun gündeminden düşmesi gerekirmiş gibi davranmak, kimi İslami, kimi ırkçı, kimi de “milliyetçi-muhafazakâr” maskeler kullanarak sinsice yol alan faşist odakların işine yarar.
Bütün bu tartışmaların gelip düğümlendiği nokta şudur: Antifaşist propaganda, ajitasyon ve örgütlenme, toparlayıcı ve kitleleri siyasallaştırıcı bir işlev görebilir mi? Uzun vadeli değil, günlük ve dar düşünenler için hayır! Bu fikirdekiler kitlelerde daha geniş kabul göreceği zannıyla, laiklik, cumhuriyetin kazanımlarını koruma, hukuk devleti, parlamenter sisteme geri dönme gibi şemsiye kavramları tercih ediyorlar. Oysa bu terimlerde ısrar edilerek Kemalizmle, sosyal demokratlarla, ırkçılarla, muhafazakarlarla araya sınır çekilemez. Belki kısa vadede ve seçim çalışmalarında etkili olabilir ama uzun vadede içlerinde faşizmin bileşenlerinin de olduğu muhalefetteki üst sınıf partilerine yarar.
Faşist ya da faşizm, yerli yersiz değil, uygun yer ve zamanda kullanıldığında belki daha zahmetli ve dolambaçlı bir yoldur ama diğerlerine nazaran hem daha avantajlı hem de sonuçları itibariyle daha kalıcıdır. Dünya halkları nezdinde katliamları, soykırımları, insanlık dışı yüzüyle mahkum edilmiş, faşistlerin kendilerinin bile adlarını açıkça kullanma cesareti gösteremedikleri bir ideolojik ve siyasi akımdır ve tarihsel olarak alnında “katil”, “katliamcı”, “soykırımcı” damgası yazmaktadır. Tayyip Erdoğan bile çıkarları çeliştiğinde stratejik dostlarına “faşist”/“Nazi” demekten geri durmazken, biz neden bu vurucu silahı kullanmaktan geri duralım?
Yapılması gereken yeni faşistlerin yapmak istedikleri gibi bunu normalleştirmek değil, tarihsel gayrimeşruluklarının altını çizmek, bunu unutturmamak ve siyasi güç toplamak için bundan yararlanmaktır. Bu, yalnız gayrimeşruluğunu ilan ederek faşistleri tecrit etmeyi değil, onu meşru kabul edip normalleştiren mevcut sistemi teşhir etmeyi de sağlar.
Faşizmin iktidardan siyasi partilere, internetten sokaktaki adama kadar kök budak saldığı bir zamanda, antifaşist söylem ve karşı koyuş kitlelere şimdi taşınmayacaksa ne zaman taşınacak? Bunu yumurta kapıya geldikten, sel durdurulamaz bir hal aldıktan sonra gündeme getirmek gaflettir. Antifaşist söylemin toparlayıcı olmayacağını iddia etmek, 12 Eylül öncesinde sosyalist soldaki tarihindeki büyük kitleselleşmeyi sağlayan etkenlerden birinin bu olduğunu görmemek demektir.
“Faşizmin her biçimine karşı” şu anda takınılması gereken tavır, yarın faşist diktatörlük kesin zafer kazanacakmış gibi davranmak değil, güçlenmekte olduğunu, her alanda siper kazdığını görmek ve bunu kitlelere göstermektir. Faşizm kapıyı çaldığında değil, daha çalmadan onu teşhis edebileceğimiz bir teoriye, taktiklere ve ona karşı seferber edebileceğimiz, öncülerini anlamaya yatkın bir kitleye ihtiyacımız var.
Sizi yere yıkacak yumruk şimdi yemekte olduğunuz değil gardını almadığınız yumruktur.
[1] Yaşar ayaşlı, Eski ve Yeni Faşizm, Yordam Kitap, s. 237-238.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.