Türkiye’de işçi ve emekçi kitleler, insanlığı çürütüp doğayı ve ekolojik dengeyi mahveden kapitalist sisteme alternatif arayışı içindeki gençler ve aydınlar devrimci örgütlere, onların yönetimlerine, program ve politikalarına, sözlerine ve vaatlerine güvenlerini yitirdilerse, onların önerdikleri yoğurdu bile defalarca üflemeden yemeyecek kadar kuşku duyar hale geldilerse bu yabancılaşmayı doğuran ilk büyük tarihsel kırılma 12 Eylül’de yaşandı
12 Eylül, Türkiye solunun tarihinde bir kırılma anıdır.
O her şeyden önce ağır bir yenilgidir. Fakat devrimci solun sonraki gelişimine esin kaynağı olan 12 Mart yenilgisinden farklı olarak, doğru dürüst direnilmeden alınmış utanç verici bir yenilgidir. O tarihsel sınav kesitinde sol sadece ağır fiziki darbeler yemekle kalmadı, bundan çok daha ağır bir prestij ve güven kaybına uğradı.
Proletaryanın ölümsüz önderlerinden Marx, dövüşsüz alınan bir yenilginin diğer bütün yenilgilerden çok daha yıkıcı sonuçlar doğuracağına dikkat çeker. Türkiye solunun 12 Eylül’de uğradığı yenilgi bu cinsten bir yenilgidir. Sol örgüt ve çevrelerin ezici çoğunluğu -en başta kadrosal güç, kitlesellik ve etki alanlarının genişliği bakımından dönemin “en büyükleri”- 12 Eylül faşizmi karşısında kayda değer bir direniş sergilemek şurada dursun, 12 Eylül öncesi etkin oldukları alanlarda diğer sol örgütlerin faaliyetlerini engellemek için gösterdikleri cevvaliyet ve militanlığın zerresini cuntaya karşı göster(e)mediler.
Üstelik bunlar örgüt olarak dışarıda direnmedikleri -hatta direnmeyi düşünmedikleri- gibi tutsak düştükten sonra poliste, cezaevlerinde ve faşizmin mahkemelerinde de devrimci bir duruş sergilemediler. Yani belirli bir an ya da cepheyle sınırlı kalmayarak faşizme karşı mücadelenin bütün cephelerinde bütün bir 12 Eylül dönemi boyunca devrime inanan ve kendilerine güvenen kadro ve taraftarlarını korkunç bir hayal kırıklığına uğrattılar. Onların kendilerine yol gösterecek devrimci öncülük ve önderliğe en fazla ihtiyaç duydukları yıllar boyunca bu tarihsel sorumluluğun hakkını az çok vermek şurada dursun, çevrelerine de yılgınlık ve teslimiyet yayan ‘alçak bir profil’ sergilediler.
Faşist darbe karşısında tereddütsüz direniş yolunu seçen ve mücadelenin her cephesinde de bunun hakkını veren komünistler ve kimi devrimcilerin varlığı bu genel tabloyu farklılaştırmaya yetmedi.
Bu durum, faşist generaller çetesinin cesaretini ve küstahlığını kamçılarken kitleler, devrimci kadro ve sempatizanlar içinde müthiş bir moral bozukluğu ve manevi çöküntü yarattı. Darbenin daha başında alınan bütün fiziki darbelere rağmen küçümsenmeyecek sayıda devrimci militan hâlâ dışardaydı. Geleceğini umdukları merkezi politika ve yönlendirmeler doğrultusunda bölgelerindeki yerel direnişe öncülük etme düşüncesiyle içlerinden dağa çıkanlar bile oldu. Ama hepsi örgütsüz, öndersiz, merkezi bir yönlendirmeden yoksun bir başlarına bırakıldılar. Dolayısıyla iz bırakan anlamlı bir pratik sergilemeden bir süre sonra kendiliğinden çözülüp dağıldılar. Öyle ki, sonradan mahkeme savunmalarında da dile getirdikleri gibi, değil devlete kurşun sıkmak, kuşa bile ateş etmediler. Gerçek bu iken, yerel kadroların o kesitteki o devrimci reflekslerini ya da bireysel devrimci tutum ve direnişlerini sanki merkezi bir irade ve politikanın tezahürüymüş gibi gösterip 12 Eylül’de örgüt olarak sergilenen iflas pratiklerini aklamaya hatta bir direniş gibi göstermeye çalışmak tarihe takla attırmaya çalışmaktan başka bir şey değildir.
Sonuçta, küçük burjuva sağ ve “sol” oportünizmin 12 Eylül öncesi körüklediği “yakın devrim” hayallerinin yerini o kesitte asıl olarak bu yüzden hızlı bir değer erozyonu, karamsarlık ve teslimiyet eğilimleri aldı. Devrime ve devrimci örgütlere güven ve umut kalmadı insanlarda.
Tarihsel bakımdan ömrünü çoktan doldurmuş bir sistem olarak emperyalist kapitalizmin 2008 sonrası yaşadığı tıkanma ve krize karşın devrimcisiyle reformistiyle Türkiye solu tarihinin en etkisiz ve itibarsız konumundan hâlâ çıkamamışsa bunun kökleri her şeyden önce 12 Eylül’de yaşanan iflasta aranmalıdır. Türkiye’de işçi ve emekçi kitleler, insanlığı çürütüp doğayı ve ekolojik dengeyi mahveden kapitalist sisteme alternatif arayışı içindeki gençler ve aydınlar, devrimci örgütlere, onların yönetimlerine, program ve politikalarına, sözlerine ve vaatlerine güvenlerini yitirdilerse, onların önerdikleri yoğurdu bile defalarca üflemeden yemeyecek kadar kuşku duyar hale geldilerse bu yabancılaşmayı doğuran ilk büyük tarihsel kırılma 12 Eylül’de yaşandı. 12 Eylül sonrası dalga dalga yaşanan tasfiyeci savruluşlar bu zeminde yeşerip boy attı. Bu tasfiyeci savruluşları besleyip büyüten diğer bütün kırılmalar -“sosyalizm” olarak görülen çürümüş revizyonist sistemin çöküşü ve neoliberalizmin atakları- bunun üzerine bindi, asıl olarak bu birinci hayal kırıklığı zemininde etkili oldu.
Türkiye solu ve tarih, bugüne kadar bunlardan hiç olmazsa dürüst ve samimi bir devrimci özeleştiri duymadı. Minareyi saklamaya yetmeyecek mırın kırınlarla geçiştirdiler işi. “Hatıra” anlatmaya geldiği zaman “ben…ben… ben…” diyerek “her şeyin yaratıcısı” imajı çizenler, iş 12 Eylül faşizmi gibi tarihsel bir sınav döneminde sergilenen pejmürdeliğin hesabını vermeye gelince “kolektivizmi” hatırlayıp “hepimiz suçluyuz” bahanesinin arkasına siperlendi. Kimileri seçilmiş kimi an ve bireysel tutumlara dayalı “direndik” masalları anlatma pişkinliğine vurdu işi, 12 Eylül dönemini sonrasından koparılmış bir parantez haline getirmeye çalışan kimileri ise o kesitte ve sonrasında işledikleri günahları başkalarının günah suyunda yıkamaya soyundu.
Özeleştiriden kaçmanın yaygın bir yolu da “Darbenin gelişini biz önceden gördük” böbürlenmesi. Bunu söyleyenler ya ne dediklerinin farkında değiller ya da o kesitte sergiledikleri pratiğin devrimci açıdan ne anlama geldiğini hâlâ kavramış değiller. Böylelerine önce şu soruyu sormak gerekir: Sürecin seyrini madem önceden çözümlediniz, yaklaşan tehlikeyi zamanında öngördünüz o zaman hangi tedbirleri alıp nasıl bir hazırlık yaptınız? “Çözümledin”, “öngördün” hatta istihbaratını önceden aldın da ne oldu? Ne olduğunu hep beraber yaşayarak gördük.
Zaten 12 Eylül yenilgisinden çıkarılması gereken derslerin başında Türkiye devrimci solunun bu yapısal zaafını, yani konuşmaya-yazmaya-böbürlenmeye geldi mi mangalda kül bırakmazken pratiğinin tam tersi yönde yerlerde sürüklenmesinden hiçbir rahatsızlık duymama ‘rahatlığına’ bir an önce son verme zorunluluğunu kavraması geliyor kanımca. Çünkü aynı hastalık bugün hâlâ sürüyor.
Bu noktada akıllara, “Aradan neredeyse 50 yıl geçmiş, hâlâ 12 Eylül dönemini tartışmanın bir anlamı ve gereği var mı?” sorusu gelebilir. Bu tümüyle haksız bir soru sayılmaz. Yanıtı ise bu tartışmayı hangi amaçla, nasıl yaptığınıza bağlı olarak değişir. Eğer 12 Eylül’de yaşananları bireysel bir kahramanlık menkıbesi haline getiriyorsanız, o günlerde yaptıklarınızı ve yaşadıklarınızı anlatmakla yetinen bir nostaljiden hâlâ kurtulamamışsanız, bohçanızda bugüne dair anlamlı tek bir söz ve açılım yok ya da kalmamışsa, dahası başkalarının 12 Eylül pratiği konusunda gösterdiğiniz ‘hassasiyet’ kendi gerçekliğinizi sonrasında da devrimcilikten kaçışınızı gözlerden uzak tutmak için kullandığınız bir sis bombası haline gelmişse ya da “12 Eylül’de şöyle acı çektik, şöyle işkenceler gördük, şöyle asıldık, bize daha neler yapıldı….” şeklinde salya-sümük ağlama tiratları atmaktan öte bir cümle kurmuyorsanız çek kuyruğunu gitsin!.. Bunun adı 12 Eylül’le devrimci bir hesaplaşma arzusu falan değil 12 Eylül yenilgisini istismardır.
Fakat derdiniz rantiyelik değil de, “o kadar gücümüz ve etkimiz olduğu halde burjuvazinin 12 Eylül saldırısı karşısında TDH olarak nasıl o kadar etkisiz kaldık, çoğumuzun geleceğini öngördüğü, bazılarımızın istihbaratını bile önceden aldığı faşist darbeye neden o kadar hazırlıksız yakalandık, cunta şefi Evren’e ‘büyük çatışmalar yaşanır diye önceden kan stokladık, ambulansları hazır beklettik, ama korktuğumuz gibi bir direnişle karşılaşmadık, bu kadar kolay sonuca gideceğimizi biz bile ummuyorduk’ dedirtecek ölçüde pejmürde bir performans sergilememize hangi hatalar, süreçleri kavrayışımızdan politika yapma tarzımıza kadar hangi zaaf ve yanlışlarımız neden oldu…” ekseninde bugünümüze ışık tutacak dersler çıkarmaksa bu devrimci sorgulamanın zamanı hiçbir zaman geçmez! Çünkü her yeni gün, her yeni tarihsel evre karşımıza elbette yeni sorunlar ve görevler getirir ama bunlar gökten zembille inercesine aniden önümüze çıkmazlar. Herbirinin geçmişle az ya da çok bir bağlantısı vardır; çoğu, geçmişte çözülmemiş sorunların üzerine eklenen yeni çizgi ve özellikler kazanmış ‘yeni’lerdir bunlar.
Dolayısıyla aradan 50 yıl da geçse 12 Eylül döneminin devrimci özeleştirel bir irdelemesini yapmanın zararı değil, yararı vardır. Hele bir de TDH’nin sonraki gelişimi üzerinde tayin edici sonuçlar doğuran o tarihsel sürecin nesnel ve dürüst bir devrimci muhasebesinin bugüne kadar yapılmamış olduğu göz önüne getirilecek olursa bu ihtiyaç hâlâ sürüyor demektir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.