Bin bir güçlükle geldiği Fransa’da, dil problemini çözdükten sonra, kurucuları arasında hayranı olduğu Yılmaz Güney ve Cegerxwin’un da bulunduğu Paris Kürt Enstitüsü’nde çalışmaya başlamıştı. Yok edilmek istenilen bir ulusun diline, tarihine ve kültürüne sahip çıkıp geliştirme hareketinin bir neferi, bir emektarıdır artık o
“Sustum!
Ki incecik bir hüzündü yüzüm
Yakıştı yaşadığıma, yaşamadığıma”
Şükrü Erbaş
İlk defa, 2019 yılının Mayıs ayının ilk günlerinde, Kürt Enstitüsü’nde görüşmüştük onunla. Kapıyı açmış, biraz merak biraz da şaşkınlıkla bakıyordu bize.
Hâlâ orada mıdır bilmem, o zamanlar enstitünün kültür servisinde çalışan sevgili Melis ile randevumuz vardı ve tam saatinde çalmıştık biz binanın giriş kapısını.
Geliş nedenimizi söylediğimizde “Aa, siz misiniz Oruçoğlu’nun sergisi için gelecek olanlar” dedi gülümseyerek. “Evet haberim var geleceğinizden, Melis’in bir görüşmesi var, biraz bekleyeceksiniz, gelin oturun, ocakta da çayım var, ister misiniz?” demişti, sevgi dolu bakışlarıyla.
Ocakta da çayım var. Geriye dönüp baktığımda topu topu 2 ay süren tanışıklığımız boyunca daha kim bilir kaç defa işitmiştim ben bu cümleyi onun ağzından. Hiçbirinde de “Yok istemem, aslında çayı da fazla sevmem” diyememiş, her seferinde karşılıklı oturup yudumlamıştık çaylarımızı güzel bir sohbet eşliğinde. O kadar güzel bir sohbet tutturuyorduk ki onunla, ikinci bardağı içtiğim bile oluyordu bazı günlerde, şaşarak kendime.
Sevgili Oruçoğlu’nun Metaforlar adını verdiği resim sergisinin boy boy afişlerini basan oydu. Aynı afişi el ilanı boyutunda basıp davetiye haline getiren de o. Hiç yüksünmeden hem de.
Sadece şaşırmıştı afiş ve davetiye basmak istediğimi ilk duyduğunda.
“İyi de” demişti, “İnternetten gönderiyoruz biz artık davetiyeleri. Duyurular da aynı şekilde. O kadar çok oluyor ki afiş basmayalı, hele de sergi için” demişti hayretle. “Ne yapacaksın bunca afiş ve davetiyeyi?” diye sormuştu sonra.
“Herkesin interneti yok” demiştim ben de gülerek, “Hele de kahvede oturanların, konfeksiyonda çalışanların ya da işçi derneklerine gelip gidenlerin önemli bir kısmının. İnternetleri olsa da da haşır neşir değiller zaten sosyal medya ve dijital ortam ile, onlara ulaşacağım, onların gelmesini de sağlamak gerek bu sergiye!”
“Hayret, hala sokak sokak dolaşıp davetiye dağıtan, duvarlara afiş asanlar da var demek ki bu çağda” demişti alçak sesle, yüzüme bakmadan bıyık altından gülerek.
Ondan sonra hep bıyık altından güldü zaten benim kendince alışılmışın dışında bulduğu tavır ve davranışlarımı gördüğünde.
1962 yılında Dersim’in Pertek ilçesinde doğmuştu.
80’li yıllarda Kürt ellerinde hüküm süren baskı ve zulüm ortamı nedeniyle doğup büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kalanlardan biriydi o.
Bin bir güçlükle geldiği Fransa’da, dil problemini çözdükten sonra, kurucuları arasında hayranı olduğu Yılmaz Güney ve Cegerxwin’un da bulunduğu Paris Kürt Enstitüsü’nde çalışmaya başlamıştı.
Yok edilmek istenilen bir ulusun diline, tarihine ve kültürüne sahip çıkıp geliştirme hareketinin bir neferi, bir emektarıdır artık o.
Öyle güzel anlatırdı ki enstitünün faaliyetlerini o kısacık sohbetlerimizde… Anlattığı faaliyet değil, Kürt’ün destanıydı sanki. Öylesine huşu içinde, öylesine hülyalı anlatırdı; hele bir ‘Başkan’ deyişi vardı ki, hemen anlardınız dünyanın bir tarafa Kürt Enstitüsü Başkanı Kendal Nezan’ın diğer tarafa olduğunu onun gözünde. Öylesine sevecen, öylesine saygılı, öylesine hayrandı.
Gönlünü güle verenlerin, kalplerini gül ile değiştirenlerin en yakın yoldaşıydı.
Bazen acı, bazen kederle de olsa bakışlarının hep mağrur ve mahcup olması bundandı. Ne hile okunurdu o gözlerde ne de iki yüzlülük. Sıcacık, dostane bakışları ile karşısındakine güven verenlerdendi. Güler yüzü, alçak gönüllülüğü ve hiç eksik etmediği nezaketi ile kendisini tanıyan hemen herkesin sevdiği, saydığı bir güzelim insandı.
Uzun uğraş ve görüşmelerden sonra muhteşem bir sergi çıkarmıştık sonunda.
Her şey planlandığı gibi, yerli yerinde, zamanında. Hiçbir aksama yok program akışında.
Bir tek kuş sütü eksikti enstitünün büyük salonunun ortasında donattığı o muhteşem masada.
Kendi elleriyle hazırladığı kokteyl ortada.
Çeşit çeşit çerezler, kanepeler sıra sıra…
Onlarca içecek dizilmiş, servise amade.
“Kürd’ün geleneğidir bu demişti…
Davet ediyorsak eğer birilerini…
Elbette yapacağız gereğini…
Stoklarımız vardır merak etme.
Yesin içsin gönül dostlarımız, dilediklerince.”
Yenilmiş içilmişti de tabloların önünde ayaküstü yapılan dost sohbetleriyle.
Ne birisinin bardağı boş kalmış ne de çerezler eksilmişti saatler süren sergi açılışı boyunca.
Her eksiği anında görüp hemen gideriyordu.
Bir tek sevgili Nilüfer Akbal’ın adı anons edildiğinde bir kenara çekildiğini gördüm onun. Nilüfer’in o muhteşem sesinde dile gelen Kürtçe klamlar enstitünün duvarlarını aşıp göğe yükselmeye başladığında sessiz çığlıklarını ekledi onlara, gözleri kapalı.
Sevdiği sanatçılardan biri idi Nilüfer ve nasıl da sevinmişti onun sergiye geleceğini duyduğunda. “Gerçekten gelecek mi?” demişti inanmayan bir eda ile, “Sadece sergi için öyle mi, konseri falan yok yani?”
Hiç kimsede olmayan çocuksu bir naifliği vardı onun o kocaman bedeninde sakladığı. Ve ben hiç bilemedim o naifliğin aslında, kimselerin okumayı beceremediği korkunç bir yalnızlık senfonisinin gizli notaları olduğunu ve yüzünden eksik olmayan o mağrur ve mahcup gülüşün de, derinlerde bir yerde dipsiz bir azap ve keder kuyusunu gizlediğini bıraktığı son mektubu okumadan önce.
Paris’in çok uzağında, İspanya’da ADHK (Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu) Yaz Kampında iken aldım haberi.
5 Ağustos 2019’da.
Kürt Enstitüsü’nün emektarlarından Şerafettin Gürbüz’ü kaybettik diyordu bir arkadaşım resmini de koyduğu sosyal medya paylaşımında.
Şeref olarak tanınıştım ben de onu, bütün arkadaşları gibi. Ölümüyle öğrenmiş olduk gerçek adını.
İnanılacak gibi değildi olayla ilgili okuduklarım. Bir anda demir atıvermişti sonsuzluk alemine daha bir ay bile olmadan güle oynaya ayrıldığım o güzel insan. Çaresizlikle cesaretin kesiştiği noktada, hiç beklenmeyen bir anda, tekme atarak “Eyvallah” demişti bu yalan, bu lanet, bu nankör bu doymaz dünyaya.
Geride kalanlara birkaç satırlık bir elvedayla.
Kim ne diyebilirdi ki bu durum karşısında “keşke”li cümleler kurmak dışında.
Acıları dinmiştir tesellisine sarılıp 10 Ağustos günü uğurladık onu Kürt Enstitüsü’nde yapılan büyük bir törenle doğduğu köyün toprağıyla buluşmaya.
O gün bu gündür ne zaman Kürt Enstitüsü’nün sokağına girsem hemen Şeref gelir aklıma.
Sessizce anarım adını.
Ruhun rahata erdi mi derim sonra.
Geçti mi huzursuzluğun şimdi sevgili arkadaşım?
Bitti mi kulaklarının çınlaması? Rahatsız etmiyor mu artık seni?
Duymuyor musun artık o sesleri?
Oh Şeref! Oh!
Serap misali bir bulup, bir kaybettiğim…
Bir güzel insan…
Ne vardı bu kadar acele edecek…
Söyle, bu kadar mı vazgeçmiştin kendinden?
Biliyor musun hala kulaklarımdadır, o son görüşmemizdeki sesin.
Hani sergiyi toplayıp ayrıldığımız günkü.
Tek tek indirmiştin resimleri duvardan.
Her birini itina ile yerleştirmiştin yerlerine.
İşler bitip de ayrılık vakti geldiğinde
“Sen hep gel” demiştin yavaştan.
“Sen hep gel olur mu?
Bak arkadaşlarını da al gel istersen.
Kahvelerde oturup da ne yapacaksın?
Çay desen bizde de var, bedava hem de, istediğin kadar.
Sen gel tamam mı? Bak kahve de yaparım sana.”
El sallıyorum merdivenlerden inerken arkama dönmeden.
“Tamam o zaman” diyorum, telaşlı..
“Hele şu tatile bir gidip geleyim de sağ salim, bak gör sen o zaman daha ne çok görüşüp ne çaylar, ne kahveler içececeğiz, en önemlisi daha ne muhteşem sergiler yapacağız biz seninle!”
Kapıdan çıkmadan dönüyorum arkama.
Gülerek havaya kaldırıyorsun elini sana baktığımı görünce.
Bütün azametinle durmuşsun enstitünün kapısında boylu boyunca..
Haberin alınca bildim..
Meğerse…
Elveda niyetineymiş
Merdiven başında takındığın o son, o mağrur gülüşün..
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.