Yaslandığımız geleneği ve tahayyül ettiğimiz geleceği uzun zamandır, saf AKP karşıtlığı gibi dar ve sığ bir politik yordama oturtan ideolojik çarpıklıktan yakasını kurtaran örgütümüz, halkın ve ezilen tüm sınıfların gerçek çelişki ve çatışmasının genel anlamda AKP iktidarı ile değil; özel anlamda sermaye egemenliği tarafından tahkim edilmiş, politik sözcülüğünü AKP-MHP mafya ve kontrgerilla hiziplerinin üstlendiği bir birleşik sermaye fraksiyonları ittifakı ile olduğu sonucunu çıkartmıştır
Başlarken ifade etmek isteriz ki; genelde dünyada sol sosyalist hareketler, özelde ise Türkiye sosyalist hareketi uzun erimli bir çözülme sürecinin içerisindedir. Ne yazık ki bu çözülme sürecine hem dünyada hem de Türkiye’de işçi sınıfının örgütsüz, öndersiz fakat yüksek ivmeli direnişi ile beraber aşırı sağın önlenebilir yükselişi eşlik etmektedir.
Daha önceleri birlik ve önderlik sorununu çözmüş olan hegemonik emperyalizm ve ona bağlı neoliberal paradigma parçalanırken, bölgesel paylaşım savaşlarına neden olmakta, sermaye ise durumdan istifade aşırı sağın önünü açarak, mülteci düşmanlığı, kimlik sorunları ve dinsel paradigmalarla işçi sınıfını tahakküm altına almaktadır.
Özellikle tarihin sonunun geldiğini propaganda eden neoliberal kapitalizm, radikal demokrasinin de icadıyla beraber sınıf mücadelesini istediği kimliksel alanlara ve kesitlere sıkıştırabilmiş, düzen içi tercihleri siyasal bir zorunlulukmuş gibi siyasal öznelere dayatarak devrimci siyasetin bir kesimini tasfiye etmiş bir kesimini ise sistemin çeperlerine yedeklemiştir.
Ancak az önce de ifade ettiğimiz gibi neoliberal paradigmanın çözülüşü, sermaye birikim modelinin tıkanması ve tek kutuplu hegemonik emperyalizm programının akamete uğraması sonucunda, kitleler ve özellikle işçi sınıfı nezdinde rıza üretemeyen sermaye egemenliği tüm ülkelerde zor aygıtlarına sarılmış, bugün otoriter rejimler olarak da adlandırılan, esasen faşist diktatörlükleri tam yetkiyle donatarak dünya ölçeğinde tıkanan birikim modelini sürdürmeye çalışmıştır.
Uzun süredir işçi sınıfının çırpınışlarına kulaklarını tıkayan sosyalistler ise tüm dünyada sistemin çizdiği sınırlar içerisinde “demokrasicilik versus devrimcilik” kıskacına sıkışmaktadır. Sistemin tahammül edebildiği ve izin verdiği sınırlarda muhalefet etme/edebilme hali tam bir afyon etkisine neden olmaktadır.
Ancak gün gelmiş afyon tükenmiş, sermaye tarafından tam yetkilendirilen faşist diktatörlükler sistemin kendine içkin tek bir itiraz haline dahi tahammül edemez hale gelmiştir. Bu tahammülsüzlükle kendi icat ettiği tüm ”demokratik açılımlara” saldıran sermaye egemenliği tüm ezilenlere iki seçenek dayatmıştır.
Ülkemiz de dahil tüm ülkelerdeki gayrımeşru iktidarlar ya da ”meşru”, ölçülü, sorunsuz muhalefet. İşte tam bu esnada sol, gördüğü rüyadan uyanmak zorunda kalmış, Syrizaların, Podemosların, demokratik açılım süreçlerinin, Latin Amerika tipi sandık ürünü sosyalizmlerin aslında gerçek bir çıkış yolu olmadığını fark etmiştir.
Sermaye egemenliği işçi sınıfı ile bağları kopartılan, bu suretle de kıymeti kendinden menkul hale gelen sosyalist hareketleri kırk satır ile kırk katır tercihleri arasında bırakmıştır.
Türkiye’de de uzun süredir, özellikle Haziran ayaklanmasından bu yana rıza üretme kapasitesini yitirdiğini fark eden sermaye ve neoliberal model, gerekirse rıza üretmeye ihtiyaç duymayacağı yeni bir faşist kompozisyon tahkim ederken, sosyalistler dahil olmak üzere tüm toplumsal muhalefet güçlerini bir ittifaklar siyasetine mahkum kılarak, esas devrimci potansiyeli ilkesizlik, siyasetsizlik, seçim aritmetikçiliği üzerinden siyasal alandan rahatlıkla tasfiye etmiştir.
Haziran ayaklanması ardından gerçekleşen yerel ve genel seçim süreçleri, 15 Temmuz akabinde yapılan sistem referandumu, AKP-MHP ve bir kısım Ergenekon hizbinin iktidarında gerçekleşen 2018 Haziran seçimleri ile 2019 Yerel Seçimleri, pandemi sonrası 2023 Genel Seçimleri ile geride bıraktığımız 2024 Yerel Seçimleri, muhtarlığından belediye başkanlığına, belediye meclis üyeliklerinden milletvekilliğine, neredeyse tüm solun ittifaklar halinde yatırım yaptığı, varını yoğunu harcadığı, hatta durumu bu seçim ittifaklarını faşizme karşı birleşik cephe olarak adlandıracak talihsizliklere vardırdıkları bir seçimler süreci olmuştur.
Haziran ayaklanması, rejimin isyan bastırma pratiği ile beraber solun ve hareketimizin de destekçisi olduğu 7 Haziran 2015 HDP’nin baraj eşiği seçiminde soğurulmuş, 15 Temmuz darbe girişimiyle beraber sistemde açılan gedik, hiçbir alternatif program üretmediğimiz ama sandıklarına sahip çıktığımız 2017 Nisan referandumuyla sistem tarafından onarılmış, 2018-2019 seçimleri ise öyle sosyalist bir strateji olduğundan değil de artık alışkanlık haline geldiğinden ve başka bir siyaseti örgütlemenin mümkün olmadığını düşündüğümüzden olsa gerek, girdiğimiz seçim süreçleri olmuştur.
Öyle ki; neredeyse iki asırlık sınıfsal ittifaklar, birliktelikler, kompozisyonlar tartışması önce yerini yavaş yavaş sol sosyalist örgütlerin çatı ittifaklarına, ardından çeşitli örgütsel dinamik çağrışımı yapmayan soyut birlikteliklere (kitlelere AKP karşıtlığı üzerinden seslenen), nihayetinde ise seçim ittifaklarına bırakmıştır.
Tarihimizde farklı yorumlar sebebiyle ayrışmalar meydana getirerek birçok başarılı, başarısız hareket doğuran sınıf temelli sosyalist strateji tartışmaları, yerini birçok geleneksel hareketi bir araya getiren CHP ile HDP arasındaki sol boşluğu doldurma projelerine bırakmıştır.
Sistemin çatlaklarını derinleştirmeyi değil de boşluklarını doldurmayı tercih eden bu ”girişimci” tutum, sınıf anlatısında da yapı-söküme neden olmuştur. Ana öbeğini işçi sınıfının oluşturduğu geniş halk kesimleri; AKP karşıtları, küskün CHP’liler, sol ile barışık HDP’liler gibi parlamenter parti öbekleri üzerinden tanımlanmışlardır. Hele bir de bu durumun üstü, kaba ”halkçılık” içeriğiyle bezenmiş, Faşizme Karşı Birleşik Cephe formülüyle örtülünce kuramsal boşlukların da üstü örtülmüştür.
Devrimci siyasetin tasfiyesi, toplumsal muhalefetin kurumsuzlaştırılması, siyasete müdahil olma araçlarının tekelleşmesi sonucu sol da alışık olduğu bütün mücadele enstrümanlarını kaybetmiş, düzen içi siyasetin kendisine gösterdiği ”yegane” araçlara dört elle sarılmıştır. Bu bağlamda düzen siyaseti tarafından parlatılan; seçilmek, seçilebilme yeterliliğine-kapasitesine sahip olmak, popüler olmak, kitleleri memnun etmek, beğenilmek gibi sözüm ona siyaset biçimleri ne yazık ki; bireysel performansları öne çıkarmıştır.
Tüm bunları neden anlattık? İşte tam bu esnada kendisini, parlamenter akıntıya kaptıran örgütümüz yine kendisi için hayati bir seçim yapmıştır. Halkevleri pandemi itibariyle henüz kendisine belirgin ve iddialı bir yol çizemese de, sürüklendiği ve egemenler tarafından tayin edilen yoldan ve hatadan dönmüştür.
Örgütümüz önce en öndeki kadrolarına, ardından tüm yoldaşlarına ve tüm dostlarına bir seçim ve sandık örgütü olmadığını hatırlatmış ve hem öze dönüş hem de özgüce yaslanma çağrısı yapmıştır. Bu çağrı elbette parlamenter pazarlıkların yapıldığı ve sol popülizmin göz kamaştırdığı serengetide hem bazı öndeki kadrolarımız hem de kimi çevreler tarafından hoş ve kabul edilebilir karşılanmamıştır.
Hatta öyle ki; bu öze dönüş çağrısından memnun olmayan kesimler komünistlerin yasal partilerle seçim ittifaklarına girmemesini siyasetsizlik, sınıf mücadelesi çağrılarını ise ekonomizm olarak lanetlemişlerdir.
Ancak yapılan onca lanetlemelere, yazılan onlarca metin, açık metin, açık mektuplara rağmen, Halkevleri bu krizli süreçlerde aldığı kritik kararlarıyla, bugün herkesin neye uğradığını şaşırdığı, en iddialı sosyalist partilerin yolunu ve rotasını kaybettiği, merkez solun bir bütün haliyle merkez sağa teşne olduğu 2023 genel seçimlerinde yanlışlardan uzak durarak vekil pazarlığı yapılan masalarda faşizme karşı birleşik cephe kurma hayalinin peşinde düşmemiş, kendisine başka bir siyaset biçiminin mümkün olduğunu hatırlatarak yola düşmüştür.
Tüm bu eleştiri ve özeleştirilerle birlikte vardığımız süreç göstermektedir ki; örgütümüz her ne kadar henüz siyasette belirleyen unsur olma niteliğine sahip değilse de en azından artık uzun süredir var olanın aksine belirlenen unsur olma beceriksizliğinden kurtulmuştur.
4-5 Kasım tarihinde gerçekleşen Hatay çalıştayında rotasını sınıf eksenli hak mücadelelerine çeviren örgütümüz bugün itibarıyla da yeni şubelerinde yeni kadrolarıyla, eski şubelerinde ise hem yeni hem de eski heyecanını yeniden kazanan eski kadrolarıyla, “Halkın hakları var” diyerek yola çıkmıştır.
Yaslandığımız geleneği ve tahayyül ettiğimiz geleceği uzun zamandır, saf AKP karşıtlığı gibi dar ve sığ bir politik yordama oturtan ideolojik çarpıklıktan yakasını kurtaran örgütümüz, halkın ve ezilen tüm sınıfların gerçek çelişki ve çatışmasının genel anlamda AKP iktidarı ile değil, özel anlamda sermaye egemenliği tarafından tahkim edilmiş, politik sözcülüğünü AKP-MHP mafya ve kontrgerilla hiziplerinin üstlendiği bir birleşik sermaye fraksiyonları ittifakı ile olduğu sonucunu çıkartmıştır.
Bu sonuca göre özellikle içinde bulunduğumuz ekonomik krizin faturasının tüm emekçilere kesildiği, sistemin krizi yönetebilme çaresini; yoğun ve ucuz işgücüne dayalı bir emek rejiminin derinleştirilmesinde gördüğü, kamusal hakların güvence altına alınmayacağının açıkça ilan edildiği bir dönemde sınıf eksenli hak mücadelelerinin, Türkiye oligarşisi ile Türkiye’nin ezilen tüm kesimleri arasındaki savaşımın anahtarı olacağı aşikardır.
Bugün tekrardan ucundan tuttuğumuz bu ip elbette hatalar ve eksikliklerle de olsa ilmek ilmek örülecek; şimdi ütopya yahut nostaljik bir vakıa olarak görülen sosyalizme ve Türkiye’de işçi sınıfı iktidarına giden bir köprü olacaktır.
Çünkü biliyoruz ki; içinde bulunduğumuz sınıf mücadelelerini ekonomizme indirgemeye çalışan yaklaşım, aslında neoliberalizmin kültürel oyuncağı postmodernizmin sınıf anlatısına dair yürüttüğü karşı propagandaya farkında olmadan eşlik etmektedir.
Zira Avrupa’da 60’lı yıllardan Türkiye’de ise 80’li yıllardan itibaren neoliberal ekonomik programla paralel bir ilerleme ve toplumsal alana sirayet etme aracı olarak postmodernizm, öncelikle tarihin sonunu getirmek gayretine girişmiş, ardından aydınlar ve entelektüeller arasında sosyalizm gibi dünyanın tamamını değiştirmeye yönelik genel anlatıların anlamını yitirdiğini, sınıf, sınıfsallık gibi kapsamlı tanımların kimliklerin ve demokratikleşmenin ihtiyaçlarını karşılamadığını yerleşik bir algı haline getirmiştir.
Bu yerleşik algıya, devrimci siyaset içinden de; sınıf mücadelesi programının gerekli ihtiyacı karşılamadığı, antidemokratik rejimlere karşı mücadelenin kimliksel birlikteliklerle de çözülebileceği, bütün bu kimliksel kesişimler içerisinde sınıf iddiasının indirgemeciliğe neden olduğu yönünde post Marksist eleştiriler ve çözüm önerileri eşlik etmiştir.
Ayrıca artık dünya üzerinde söylenmemiş bir sözün kalmadığı, bundan sonra söylenecek her şeyin daha önce söylenenlerin bir yorumundan ibaret olacağı şeklindeki postmodern retorik siyasal mücadelelerin içeriğini boşaltmış, devrimci siyaseti de şablon devrimciliğine, içeriği boş, biçime önem veren, vitrin önderliklerine mahkum etmiştir.
Bu nedenlerle sol sosyalist hareketlerin farkına varması gereken esas mesele, hala dünyayı değiştirmeye yönelik genel anlatıya ve iddiaya yeniden inandırıcılık kazandırmak, hem biçim hem söylem bakımından içeriğin kuvvetlendirilmesiyle siyasette yeni sözler söylemenin mümkün olduğunu ispat etmektir. Bu bakımdan içi sınıfının iktidarına dair genel iddianın işçi sınıfının özel kesimlerine yönelik bir programla güçlendirilebileceği ortadayken, emek mücadelelerini ekonomizm üzerinden tanımlayan ve eleştiren yaklaşımlara da itibar edilemeyeceği aşikardır.
Dolayısıyla yukarıda da izah edildiği üzere, sosyalist hareket hak mücadelelerini sınıf savaşımlarına hizmet edecek şekilde örgütleme stratejisine döndüğü yüzünü bu ve benzeri temelsiz eleştirilerle karartmadan, önüne koyduğu programı derinleştirerek, kendi inşa ettiği özgüce yaslanmaya devam etmelidir.
Bitirirken ifade etmek isteriz ki; genelde dünyada sol sosyalist hareketler, özelde ise Türkiye sosyalist hareketi uzun erimli bir çözülme sürecinin içerisindedir. Ne yazık ki bu çözülme sürecine hem dünyada hem de Türkiye’de işçi sınıfının örgütsüz, öndersiz fakat yüksek ivmeli direnişi ile beraber aşırı sağın önlenebilir yükselişi eşlik etmektedir.
Ancak faşizmin yükselişi önlenebilir, önlenebildiği surette yıkılabilir, işçi sınıfının mücadelesi ise devrimci programla örgütlenebilir bir durumdadır. Şimdi attığımız adım her ikisinin de farkına vardırmakta, yarın atılacak adımlar ise sınıf mücadelesinin farkını göstermektir.
* Haktan Özkan, Halkevleri MYK Üyesi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.