Her ne kadar henüz grupçu zihniyet engelini tam aşamasa da, tarihsel TKP’den 12 Mart ve 12 Eylül dönemine uzanan süreçte, Mehmet Fatih Öktülmüş adı başlı başına bir fenomendir. Bu bir iddia değil, resmi arşivlerde kayıtlı nesnel bir gerçektir
Mehmet Fatih Öktülmüş İstanbul askeri cezaevlerindeki ilk ölüm orucu eyleminde hayatını kaybeden dört devrimciden biridir. Bundan tam 40 yıl önce, 17 Haziran 1984 günü, saat 07:47’de, son saniyesine kadar devrim için atan kalbi bir daha çarpmamak üzere durdu. Üç yıl süren cezaevi direnişinin en zor etabını da tıpkı devrimci yaşamında olduğu gibi, arkasına bakmadan, son nefesine kadar teklemeden tamamladı.
Gözünü budaktan sakınmadan kendini davaya adayan bir komünist önderdi. Derslerle dolu mücadele hayatı ve sert mücadeleler içinde çelikleşen devrimci karakteri öğreticidir. Çığır açıcı kazanımlarını korumak ve bunun nesilden nesile yaşatarak geleceğe taşımak devrimcilerin görevidir.
1949 yılında Trabzon’da doğdu. Yargıtay üyesi bir babanın ortanca çocuğuydu. Liseyi, ölümüne kadar omuz omuza mücadele ettiği kuzeni, dava ve silah arkadaşı Osman Yaşar Yoldaşcan’la birlikte, Ankara Atatürk Lisesi’nde okudu. Fatih ODTÜ’de elektrik, Osman Fizik mühendisliği bölümü öğrencisiydi. 1970 yılında Basın Yayın Komünü’ne katılmadan önce, 68 kuşağı eylemlerinin aktif birer neferiydiler.
Mücadeleye katıldığında 68 isyanının alevleri altı kıtayı sarmış durumdaydı. Kapitalizmin bunalttığı dünya gençliği özgürlük, ezilen halklar elde silah devrim istiyordu. Ernesto Che Guevara’nın ölümünün üzerinden henüz bir yıl geçmişti. Fatih’in ağız uçlarının üstünde yukarıya hafif kavis yapan seyrek bıyıklarını Che’ye benzetirdik. Adı dünya gençliğine bayrak olmuş ateşli bir devrimciye benzetilmesi hoşuna giderdi. Konuşmalarından, onun gibi her tarafından devrimcilik ve enternasyonalizm fışkıran biri olmak istediğini anlardık.
Ağır yenilgi yıllarını da yaşadı, onu önceleyen devrimci yükselişleri de yaşadı. Yolun düz kısımlarında da yokuş kısımlarında da en öndeydi. Yerine göre örgütçü, yerine göre kitle önderi, yerine göre askerdi, nerede aksaklık varsa oraya koşardı. Güçlüydü, hiçbir görev onu yıldırmazdı, en tehlikeli durumlarda bile soğukkanlılığını yitirmezdi, iradenin vücut bulmuş haliydi. Dışarıda ve içeride, her koşulda ve her ortamda mücadele etmeyi ve omuzladığı görevlerin üstesinden gelmeyi başaran ender devrimcilerdendi. Çok yönlüydü, iyimserdi, devrime ve sosyalizm davasına inancı tamdı. İşçilerin ve varoş yoksullarının günlük sorunlarıyla, iktisadi çıkarıyla uğraşırken bile aklında tek şey vardı: Onların siyasi bilincini yükseltmek ve devrimi öğretmek.
Benden nasıl biri olduğu tek cümleyle özetlemem istense, ülkemiz koşullarında Türkiye devrimci hareketinin hayati derecede gereksinim duyduğu profesyonel devrimci önder tipolojisinin en ileri temsilcilerinden biri olduğunu söylerim. 1971-1984 arasında bir haftası dahi boş geçmeyen yoğun, sert, fırtınalı mücadelesi, özellikle de 12 Eylül sınavlarını mükemmel bir performansla tamamlaması, onu, devrimci harekette herkesin saygı ve gıptayla baktığı seçkin bir önderi yapmaya yetmiştir. Ülkemiz koşullarında yaratılmış uzlaşmaz, tutkulu, dinamik komünist ve enternasyonalist devrimci karakterinin bütün olumlu özelliklerini temsil ediyordu.
En azılı düşmanları bile falso yaptığını görmediler. İşkenceciler, şubede direnen her yoldaşımıza, “Sen Dilaver Yanar (Fatih’in son yakalandığındaki sahte kimliği) mı olmak istiyorsun lan?” derlerdi. 1985 ortalarında Metris’e getirildiğimde, yakın yoldaşı olduğumdan ayrıca ilgisini çektiğim cezaevi komutanı Binbaşı Muzaffer Akkaya’nın konuşmalarında ve gözlerinde, “Dilaver” karakterinin heybeti okunuyordu. Cezaevinde yenik düştüğü Fatih’i takıntı haline getirmişti. Hakkındaki her şeyi ezbere biliyordu. Döndürüp dolaştırıp sözü ona getiriyor, polislere ve kendilerine karşı aksiliğinden, dik kafalılığından, uslanmazlığından, kışkırtıcılığından, herkese kötü örnek olmasından şikayet ediyor, kasasında tuttuğu emniyet fezlekesinden ve savunmasından altı çizilmiş pasajlar okuyordu. Fatih ölmüştü ama hayaleti kin ve nefret dolu işkenceci komutanın zihninde yaşamaya devam ediyordu. Belli ki işkenceci komutan karşısına elleri arkadan kelepçeli esir olarak getirilmesinin hazzını tatmak isterken, yıllar boyu beynini kurt gibi kemirecek bir illete tutulmuştu. Düşmanlarının öldükten sonra bile korktuklarını görmek yüreğime su serpti, yoldaşı olmaktan gurur duydum. “Sen Osman’ı tanısaydın asıl o zaman kafayı yerdin” demek geçti içimden.
Aslında, anlatılacak tek bir Fatih yoktur. Fedakârlık, sadelik ve alçakgönüllülük örneği insan olarak Fatih, önder olarak Fatih, yasal/yasa dışı çalışma ustası olarak Fatih, askeri eylem adamı olarak Fatih, işkence direnişçisi olarak Fatih, cezaevi direnişçisi olarak Fatih… Hiçbirinde diğerinden geride kalmayan, kelimenin gerçek anlamıyla bir efsaneydi o.
Niteliklerinin her biri başlı başına bir anlatı konusudur, ama bu sınırlı yazıda, öne çıkan en parlak yönü olan işkence karşısındaki duruşu üzerinde duracağım. Savım şudur: Mehmet Fatih Öktülmüş adı, sadece Türkiye komünist hareketinin o güne kadarki tarihinde ulaşılmış uluslararası seviyeyi değil, aynı zamanda İbrahim Kaypakkaya’dan bugüne uzanan kesitte aşılamamış en ileri kerteyi temsil eder.
Derim ki, Türkiyeli devrimciler, Stavro Usta’yı, Julius Fuçik’i, Nguyen Duc Thuan’ı, Henri Alleg’i dışarıda aramayın. O, sizin halkınızın bir evladı ve yoldaşınız olarak bu topraklarda yaşadı. Şimdi Silivrikapı Mezarlığı’nda yatıyor.
İlk büyük eylem deneyimi Basın Yayın Komünü tarafından Temmuz 1971’de gerçekleştirilen, Türkiye’nin en büyük siyasi soygunu Denizli Ziraat Bankası aracı soygunudur. Osman ve Fatih, aile fertleriyle Kuşadası’nda tatil görüntüsü altında bir üs oluşturdular ve iki üç valiz dolusu parayı, etrafta dolaşıp duran helikopterleri, sivilleri, kat kat aramaları aşarak Ankara’ya taşıdılar. Kimlikler dahil teknik işlerin tamamı Osman’ın maharetli ellerinin eseriydi.
Soygun’un asli faillerinden üçünün kimlikleri bilinmediğinden kolayca Ankara’ya döndüler. Afişleri her tarafta asılı banka mutemedi Kadir Kaymaz’ın otobüs ve tren aramalarından geçirilerek Ankara’ya taşınması çok riskli olduğundan İzmir’de bırakıldı. İlk kaldığı Efes Oteli arkasındaki ev şüphe çekmeye başlayınca, peruk takıp makyaj yaparak benimle evli kılığında Güzelyalı’daki bir apartmana taşındı. Tesadüf eseri apartmanın dördüncü katında kalan kolpa solcu Aydınlıkçılara yapılan operasyonun, sekizinci kattaki daireye sıçraması üzerine Kadir, Gülfem ve ben yakalandık.
Benim direnerek hiçbir ipucu vermememe rağmen, Kadir Kaymaz yakalanır yakalanmaz ne biliyorsa anlattı. Kadir’in ifadesinden Erhan’ın Konak semtindeki evine, Gülfem’den Ankara’daki kardeşi Osman’a ve kuzeni Fatih’e ulaştılar. Ankara’da yakalananları özel askeri bir uçakla İzmir’e getirdiler. Fatih’in bakışına, duruşuna, yürüyüşüne ve emirlere itaat etmemesine sinir olan polisler, kollarından tutarak uçaktan aşağı atmakla tehdit ettiler. Emniyet’te bildiği kişileri vermedi, ama henüz bir kartal yavrusuydu, gökyüzünün derinliklerine yükselmesine zaman vardı daha.
Polis sorgusundan sonra Hilal Zabıta Karakolu’nda yanıma getirildi. En sağlam hücrede 10-15 gün beraber tutulduk. Bir yıldır tanıyordum. Küçücük hücrede günlerce 24 saat beraber kalmak, Narlıdere ve yeni açılan Şirinyer Askeri Cezaevi’nde aynı koğuşu paylaşmak, yakından tanımam için yeterli zamandı. Sonradan içini komünist bir içerikle dolduracağı fedakârlık, alçakgönüllülük, çalışkanlık, sadelik, dürüstlük, cesaret gibi bir devrimcinin mayasında olması gereken vasıfların tümüne sahipti. Dokunduğu kumaşı anlamamızı sağlayacak kadar şeffaftı. İnsan onu yakından tanıyınca kendi eksiklerini daha iyi görüyor.
Metalleri elinize aldığınızda kıratını yaklaşık olarak tahmin edebilirsiniz. Sohbetlerinde ve anılarında boş tenekenin çok gürültü çıkardığı gibi kendilerini göklere çıkaranların tam tersiydi. Osman gibi Fatih de övünmekten ve övülmekten hoşlanmazlardı. “Arkamızdan bizleri çok övüp, toprak altında yüzümüzü kızartmayın” dediği veda mektubunda, davaya ve örgütüne derin bağlılığın, yoldaş sevgisinin, özeleştiri ruhunun bütün özellikleri görülür. Olağanüstü devrimcilerin zihinleri geçmişlerinden gurur duymakla değil, geleceği kurmakla meşguldür. Şubeden geçtikten sonra, devrimci romanları dikkatle okudu. Themos Kornaros’un Fırtına Çocukları’nı, ardından Haydari Kampı’nı (1973) su içer gibi. Bunlar çeliğe su vermeye yetmişti, sıra sertliğini sınanmasındaydı.
Mahkeme tavrı hakkında küçük bir ipucu vermekle yetineceğim. Sabah erkenden kalkmış mahkemeye götürülmeyi bekliyorduk. Sorgusuna hazırlanamamıştı. Elimde sekiz sayfalık faşizmi ve sıkıyönetim mahkemelerini keskin bir üslupla suçlayan sorgu metni vardı. Çok beğenince kendine özgü sevimliliği ve ikna gücüyle elimden aldı, bir dahaki duruşmaya kadar yeniden yazarım düşüncesiyle kıramadım. Faşizmi ve sıkıyönetim mahkemelerini sert bir üslupla suçlayan sorgu metnini vakur bir duruşla okudu.
O dönemde İzmir’de aralarında Nurettin Soyer’in de bulunduğu askeri savcı ve yargıçlar arasında ılımlı-faşist kutuplaşması vardı. Aşağı yukarı aynı durumda olmamıza rağmen Osman’la beraber birkaç ay sonra tahliye olduk (Sonra Yargıtay bozunca 146/3’ten aranmaya başlayacaktık). Mahkeme faşist bir heyetle değiştirilince tahliyeler durdu. Fatih tahliye olamadı, 1974 affına kadar içeride kaldı. Sorguyu ben okusaydım tersi olacaktı.
1974 sonrasında yeniden toparlandık. Fatih önce öğrenci gençliğin Ankara ortak örgütü ADYÖD ve KÖY YSE-İŞ’te çalıştı. Ankara ve İzmir’de yeterince güçlenince başka kentlere sıçramaya karar verdik. Fatih, eşi, kuzeni ve Diyarbakır’da işkencede öldürülen İsmail Gökhan Edge[1] Adana’da, Osman ve bense İstanbul’da sıfırdan temel atacaktık.
THKO ile birleştiğimiz 1975 sonu ve ayrıldığımız 1977 Mayıs’ına kadar süren Adana süreci, Fatih’in hem kendisini hem de ulaşabildiği kitleyi eğittiği kalfalık yıllarıdır. İlk gittiğinde elinde çevre olmamızdan kaynaklı ne bir örgüt adı, ne de yayın gibi araçlar vardı. Buna rağmen fabrikalarda, sendikalarda, mevsimlik tarım işçileri arasında, mahallelerde ve okullarda kısa zamanda geniş bir taraftar kitlesi yarattı. Militanlığı, sıcaklığı, fedakarlığı ve örgütçülük yeteneğiyle kısa sürede güçlü ve kalıcı ilişkiler ağı geliştirdi. Nerede direniş varsa oraya koşan Çukurova’nın komünist İnce Memed’iydi o artık, hangi gruptan olursa olsun onu tanıyıp da sevmeyen yoktu.
Yeraltında Beş Yıl adlı anı kitabımda, Adana’daki şube ve cezaevi sınavını şöyle anlatmışım:
1976’da Denizlerin ölüm yıldönümü nedeniyle yapılan korsan gösteride yakalanmıştı. Polis konuşturamamıştı. Tutuklanınca, bunu duyan cezaevi kapısına koşacaktı. Bundan rahatsız olan cezaevi müdürü, ‘Sen kimsin ki?’ diye sormuş, ‘Ben bir siyasi tutukluyum,’ cevabını almıştı. Zalimliğiyle tanınan müdür ise, böyle bir statü olmadığını söyleyecek, gardiyanlarına, ‘Yıkın şunu, ‘Allah’ dedirtmeden de bitirmeyin!’ deyip gidecekti. Falaka hazretlerinin ikna gücünden emindi. Gardiyanlar yoruluncaya kadar dövdüler, ama dedirtemediler. Boyunlarını büküp durumu müdürlerine anlattılar. Üstelik dayak yediği Adana’ya yayılınca duyan soluğu cezaevinde alacaktı. Jandarma dipçiğiyle ancak dağıtılabilen topluluk, müdürü iyice çileden çıkarmıştı. Otoritesini geçiremediği adamla aynı çatı altında kalamazdı artık. Konya Cezaevi’ne sürmekte buldu çareyi. Bir süre sonra THKO içindeki çatlaklar üzerine konuşmak niyetiyle Konya Cezaevine ziyaretine gittim. Beraber kaldığı az sayıdaki siyasiyi orada da örgütleyip, idareye kendi şartlarını kabul ettirmeyi başarmıştı. Fatih’ti bu: O gittiği yerin kurallarına değil, gittiği yer onun kurallarına uyardı. [2]
Konya Cezaevi’ne ziyaretine gittiğimde, THKO merkeziyle aramızda büyüyen ayrılıkları anlattım. Tahliye olduktan sonra Fatih yedek üye olmasına rağmen, merkezdeki açığı kendi ahbaplarıyla kapatıp, ben ve diğer bazıları gibi onu da kızağa çektiler. Alsalardı ileride hemen hepsi çözülecek bu adamlar belki ondan bir şeyler kapar, o denli perişan olmazlardı. Bölünme olduktan sonra Fatih, Adana ve Ankara’daki pek çok kişiyi saflarımıza çekmeyi başardı. Bu arada Osman’la beraber bir dizi soyguna ve askeri eyleme katıldı.
1978 yılında kıyıcılığıyla namlı emniyetçilerden Uğur Gür’ün timi, Fatih ve eşinin kaldığı eve baskın yaptı. Bundan habersiz gelen başka bir timle aralarında çatışma çıktı, bir polis yaralandı. O hırsla bildiklerini anlatması, ev vermesi, evinde çıkan çok miktardaki altınları hangi kuyumcudan soyduklarını anlatması için, İzmir ve Adana’daki dosyalarını burnuna dayayıp ağır işkenceler yaptılar.
Hiçbir şey kabul etmedi. Altınlar düğün hediyesiydi, kimseyi tanımıyordu, hakkındaki suçlamalar iftiraydı. Tutanakları imzalamadı. Mecburen cezaevine gönderdiler. Everest Dağı’nın tepesine doğru tırmanmakta olduğunu, ancak zirveye ulaştığı 1981’de yakalandığında anlayabilecektik.
Sağmalcılar’da, İzmir, Adana ve Konya cezaevlerinde edindiği deneyimle komünündekileri spora, düzenli yaşamaya yönlendirir. Kawa davasından yatan Müfit Bayram ve yoldaşlarıyla aynı komünde kalmaktadır. Birgün Partizan’dan Arif isminde biri ‘Bakın bunlar Fatih’i vurmayı düşünüyorlar’ diye bir bilgi getirir. Fatih’e söylemezler, önce Halkın Kurtuluşçuları ile konuşur ve böyle bir şey yapmamaları için sert bir şekilde uyarırlar. THKO şeflerinin TİKB’yi “karşıdevrimci hizip” gösteren fetvası öldürülmesi için yeterli vesile sayılmıştır.
Aynı günlerde ileride Eylül cellatları tarafından adını dahi kabul etmediği için işkencede öldürülecek Ataman İnce’yi de yanıma alıp, sahte kimlikle Fatih’i ziyarete gittim. Soyadlarımız tutmadığından koğuştan çağırtamadık. Görüşmesini tamamlayıp gitmekte olan dazlak kafalı birine, ziyaret kabinine gelmesi için Mehmet Fatih Öktülmüş’e haber vermesi ricasında bulundum. Adam ana avrat küfretmişim gibi “karşıdevrimci hizipçiler” diye çılgınca bağırıp çağırmaya, hakaretler savurmaya başladı. “Kes lan!” deyip, bir başkası aracılığıyla Fatih’i çağırtıp konuştuk. Ziyaretçi tarafında birtakım adamlar etrafımızı sardı. Saldıracak cesaretleri olsa o saatte saldırırlardı ama çokluklarına güvenerek hır çıkarmaya hazırlandıkları belliydi. Hem sayıları çok olduğu hem de dövüşürsek sahte kimlikle yakalanmak istemediğimizden, Ataman’la aramızda “erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır” diye şakalaşarak bir yolunu bulup aradan sıyrılıp çıktık.
Fatih’i öldürmek isteyenler sadece soldan birileri değildi. Arkadaşlarıyla birlikte koridordan geçerken koğuş kapılarını patlatan kalabalık faşist bir güruhun saldırısına uğradılar. En ağırı kolundan olmak üzere vücudunun çeşitli yerlerinden şiş darbeleri aldı. Sporcu çevikliği ve devrimcilerin desteğiyle mutlak bir ölümden döndü. Cezaevi revirinde tedavi görürken değişik kişiler olarak ziyaretine gittiğimiz sıra kolu sargılıydı. İçeride öldürülmesinden korkan Osman farklı kaçırma planları üzerinde çalıştı. Cerrahpaşa Hastanesine muayeneye götürüldüğü 22 Ağustos 1978 günü koridorda doktor sırası beklerken yapılan ani bir baskınla kaçırıldı. Yakalanıncaya kadar faaliyetlerini kaçak olarak yürütmek zorunda kaldı.
12 Eylül darbesinden 17 gün sonraydı. Osman ve Fatih, yanlarında silah ve Çin işi el bombalarıyla arka sokaklardan soygun yapmaya giderlerken, arama yapan jandarmaların yolu kestiğini gördüler. Duracakmış gibi yapıp, asker kimlik sormaya hazırlanırken aniden gaza basıp kaçtılar. Epey uzaklaşıp başka bir semte geldikten sonra, kendilerini arayan askerlerle tekrar karşılaştılar. Bağcılar yokuşunda iki saati aşan film sahnelerini andıran bir silahlı çatışmanın sonuna doğru birbirlerini kaybettiler. Ertesi gün bir başkomiseri öldürüp, bir polis ve iki askeri yaralayan Osman’ın çatışmada şehit düştüğünü öğrendik. Kolundan yaralanan Fatih, karanlığa karışarak kaçmayı başardı.
Birkaç gün sonra, kaldığım Kozyatağı’ndaki merkez evine geldi. Çatışmayı ayrıntılarıyla anlattı, ben de onları merkez yayın organımız Orak-Çekiç’te yayımladım. Arkasından Osman’ı anlattığım “Bir Proletarya Kahramanı”nı (sonradan “İlk Kurşun”) yazdım.
Her yerde aranıyor, üst üste baskınlar yapılıyordu. O ise Kozyatağı’ndaki evde lastik top yoğurarak kurşun yarası aldığı kolunu iyileştirmeye ve güçlendirmeye çalışıyordu. Osman’dan sonra en deneyimli askeri komutanımız olarak o kalmıştı. Biraz iyileşince Sezai Ekinci’yi de yanına alıp, para sorununu çözmek üzere polisin aklına gelmeyeceği Ankara’ya gitti. Adana’dan döndüğümde ikisini de evde buldum. Soygun yapıp dönmüşlerdi.
1981 Mart’ında evde durmaktan sıkıldığını, 1980 Ekim’inden beri benim sorumluluğumdaki Adana’ya bir defalığına gitmek istediğini söyledi. Yıllarca orada çalıştığı için polisçe tanındığı bir bölgeydi. Adana’ya her gidişinde, İstanbul çıkışında aramanın yapıldığı yerde asılı afişte resmini gördüğünü kendisinin söylediğini ve Adana polisinin kendisini iyi tanıdığını hatırlatarak itiraz ettim. Gitmemesi için adeta yalvardım ama ikna edemedim. Önlememekle hata ettim diye hala kendimi suçlu bulurum.
Çok geçmemişti, 29 Mart 1981 tarihli Milliyet’in birinci sayfasında, işkence gördüğü hırpalanmış yüzünden belli fotoğrafının da olduğu bir haber çıktı. Savaş Ay imzalı haberde, polis kim olduğunu bildiği halde, üstündeki “Dilaver Yanar” kimliğinde inat ettiği anlatılıyordu. Bu haber ve bunun üzerinden yürüttüğümüz kampanya Fatih’i mutlak bir ölümden kurtardı. Bildiği yerlerde önlem alma gereği duymadık.
Hemen Adana’ya gittim. Fatih her şeyi bildiğinden üs olarak kullandığımız matbaa evi ve bazı yerler terk edilmişti. Böyle durumlarda gidilmemesi gerekir kuralımızı çiğneyerek, yereldekilerin itirazlarına aldırmadan, “Fatih de konuşursa Türkiye’de herkes konuşur” diyerek eve gittim. Adana’da, Ankara’da, İstanbul’da ve başka yerlerde, kellesini koparsalar bildiği hiçbir evi ve ilişkiyi vermeyeceğini biliyordum. Yanılmadım.
Kuruköprü’nün E-5’e çıkışındaki otobüs durağında il komitesiyle randevusu varmış. Durağa yaklaşırken deneyimli gözleri sivillerin etrafı sardığını fark etmiş, sakince geri dönüp hızlı adımlarla uzaklaşmaya çalışmış. Polisler tanıyınca kovalamaya başlamışlar. Yüzme sporundan edindiği bir çeviklik ve süratle iki çemberi aşmış, son çemberi aşmaya çalışırken karnından kurşunla yaralanmış. Sakatlığı devam eden koluna rağmen bir süre boğuştuktan sonra ancak yakalayabilmişler.
Pusu Dev-Yolculara kurulmuş aslında. Bölge sorumlusu İsmail Türker’in ele vermesiyle yapılan seri operasyonlarda Soner İlhan şehit düşmüş, çatışarak yaralı yakalanan yiğit devrimci Mustafa Özenç ise kısa süre sonra idam edilmiştir.
Operasyonun ayrıntılarını bilmiyordum, yıllar sonra yeniden yargılanmak üzere İstanbul’dan Adana’ya sevk edildiğimde öğrendim. İdare, benim de içinde olduğum beş idam hükümlüsünü müşahede hücrelerinden alarak, tutuklulardan ayrı bir havalandırmaya çıkardı. Volta atarken adının İsmail Türker olduğunu öğrendiğim ufak tefek biri “Fatih yakalandığında oradaydım” deyince ilgimi çekti. Fatih durağa yaklaşırken, kendisinin zula bir yerde sivil polis otosu içinde tutulduğunu söyledi. Bunun, “Çözüldüm, yoldaşımı yakalatmak için randevuya gelmesini bekliyordum” demeye geldiğini anlamamam için saf olmam gerekirdi. Son derece doğal bir şeymiş gibi anlatması sinirlerimi tepeme çıkardı. İçimden suratına okkalı bir yumruk atmak geldiyse de Dev-Yolcularla aramızın bozulmaması için kendimi tuttum.
Stajyer genç bir hemşirenin anlattığına göre karnından ameliyat edilip yarasına 30 dikiş atılıyor. Bir süre komada kalıyor. Başında nöbet tutan polisler, “Buradan çıksın zaten biz onu öldüreceğiz, biz ona yapacağımızı biliyoruz” derler, ona sempatiyle bakan hemşirelere. Yarası biraz düzelince de bodrum kata alıp kollarından zincirleyerek işkenceyle adını kabul ettirmeye çalışırlar.
Yan hücrelerde kalan Dev-Yolcu Durhasan Şahin’in anlattığına göre:
Yaralıydı. Yarasına kalem sokuluyor, akıl almaz ağır işkenceler yapılıyordu. Bu nasıl bir devrimci tavırdı. Tabiri caizse, ah demiyordu. İşte lider olmak böyle bir şey. İşkencecileri direnişiyle yere yapıştırmıştı. Bir sürüngen, adeta böcek gibi eziyordu karşısındakileri.
Adana Emniyeti o zamanların ünlü gazeteci ve televizyoncusu Savaş Ay’ın kulağını çekmiş olacak ki, ikinci haberinde hastanede tedavi edilip nezarethaneye getirildiğini, işkence yapılmadığını yazdı:
Öktülmüş, 20 günden beri süren sorgulaması sırasında, asıl kimliğini gizlemiş, ‘Benim adım Dilaver Yanar’ lafından başka bir laf etmemiş. Oysa polis, onun Mehmet Fatih Öktülmüş olduğunu kesinlikle saptamış bulunuyor. Bozuk bir plağın tekrarı gibi, ‘Ben Dilaver Yanar’ım’ lafından başka bir şey duymayan polis yetkilileri, ‘İşkence olsaydı, böyle mi olurdu?’ diyorlar. [3]
Bir ay kadar Adana’da tutuluyor, yine çözemiyorlar. Ardından her birinde birer ay tutulacağı Ankara ve İstanbul emniyetlerinde de çözemiyorlar. Gittiği her ilde benzer işkencelerle sorgulanıyor, fakat cevap yine değişmiyor. Gayrettepe’de de “Adım Dilaver Yanar” diyor, başka bir şey demiyor. İfade vermiyor, tutanakları imzalamıyor, acıya tepki vermiyor. Eşini ve kayınpederini teşhise getirdiklerinde onları tanımadığını söylüyor. Ağzından tek kelime sır alamıyorlar. Bu kadarla kalmıyor; şubede karşılaştıklarını umutlandırıyor, morali bozulanları yüreklendiriyor, her şeyi anlatmasını isteyen sorumlularını dinlememelerini telkin ediyor, bunda başarılı da oluyor. Bu konuda çok sayıda anekdot dinledim. Örneğin sorumlularının konuştuğundan söz eden bir TKP-ML’li, “Eğer o sınavdan başı dik çıkmışsam, onun sayesindedir” demiştir.
İşkence bakımından 12 Eylül cezaevleri şubeyi aratmıyordu. Sadece siyasi polisin yerini seçme askerler almış, tutsaklara dayatılanlar ve kurallar değişmişti. Amaç aynıydı: Devrimcileri davadan döndürmek, kişiliklerini ezmek, askeri itaat ve disiplin altına almak.
Fatih, emniyetteki performansını çıtayı bir milim bile düşürmeden cezaevlerinde de sürdürdü. Yaklaşık iki yıl süren cezaevi direnişini anlatmak, bu yazının sınırlarını aşar. Özetle Selimiye Cezaevi’ne götürüldüğünde hiçbir yaptırıma uymaz. Onlarca gardiyan ve jandarma tarafından meydan dayağı çekilir. Faşistlerin koğuşuna atılması da fayda etmez. Yaralı olduğunu bile söylemez, merhamet dilenmez: “Gömleğinin çıkartılmasıyla Fatih’in dikiş izleri, iç kanamayı engellemek için sağında solunda yeni kapanmış sonda yaraları ve işkenceden kalan morartılar gözükür.” Aralıksız işkencelerle baş edemeyince, siyasi tutukluların bütün yaptırımlara boyun eğdiği Kabakoz’a sevk ederler. Oradaki bir subay, herkesin ortasında, “Var mı ulan burada beni dinlemeyecek, İstiklal Marşı söylemeyecek tek adam” diye meydan okur. “Evet var” diyen Fatih, onca dayak ve işkenceye rağmen tek başına orada da direnince Metris’e sürülür.
Dışarıda ben de hakkında çok şey duymuştum. Bunlardan birini de bir televizyon programında, o sıra tutuklu olan Ruşen Çakır anlattı. Kulaktan kulağa yayılan anekdotlar o kadar çoktu ki, bütün efsaneler gibi, hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu ayırt etmek zordu.[4]
Dışarıdayken, yaptırımlara uyulan cezaevleri üzerine konuştuğumuz bir gün, “Şu Mamak’a gitmeyi o kadar istiyorum ki” demişti. Gerçekten de içimizde yaptırımlara uymadan öldürülünceye dek direnecek bir numaralı ve garantili aday oydu. Ona güvendiğimiz kadar kimseye güvenmezdik. O bir başkaydı.
Fatih eksiksiz, kusursuz değildi. Bunlardan biri fanatizm ölçüsünde direniş aşığı olmak, nerede olursa olsun ölümün üzerine üzerine yürümekti. Bu, bazen hareketinin uzun vadeli çıkarlarının üstüne çıkabiliyordu. Oysa o bize çok lazımdı, yaşasaydı her şey mutlaka daha farklı olacaktı.
Fatih bedenen öldürüldü ama direnişlerinde cisimleşen ruhu ve imajı yaşıyor. Uğruna öldüğü kavganın nihai zaferine dek de yaşayacak. Devrimci hareketin tarihi sadece fedakarlığı, cesareti ve kararlılığıyla değil, emniyet ve zindan direnişlerinde sembol ve örnek olmasıyla da minnettar olacak ve sayfaları arasında da ona mutlaka yer verecektir.
Türkiye devrimci hareketinin bir asırlık tarihinde işkencede çözülme daha ağır basmakla birlikte, her biri esin kaynağı olan yüzümüzü ağartacak olağanüstü direnişçilerimiz ve şehitlerimiz vardır. Hikmet Kıvılcımlı ve İbrahim Kaypakkaya’yı anmadan geçemeyiz.
Her ne kadar henüz grupçu zihniyet engelini tam aşamasa da, tarihsel TKP’den 12 Mart ve 12 Eylül dönemine uzanan süreçte, Mehmet Fatih Öktülmüş adı başlı başına bir fenomendir. Bu bir iddia değil, resmi arşivlerde kayıtlı nesnel bir gerçektir. 12 Eylül gibi ağır bir dönemde sahte kimliğinde direnerek, ifade vermeyerek, tutanakları imzalamayarak, yüzleşmeleri reddederek ve acıya tepki vermeyerek yürünmemiş bir yolda ilerlemiştir. Üç büyük kentin işkence odalarında ve İstanbul’un en zorba zindanlarında çıtayı düşürmeden geçmek herkesin harcı değildir.
O bir avangarttır ve öyle kalacaktır. Ölümü yalnız kendi örgütü için değil, Türkiye devrimci hareketi için de büyük bir kayıptır.
[1] 24 Kasım 1976’da Diyarbakır’a Halkın Kurtuluşu gazetesi paketleri götürürken gözaltına alınan ve emniyette işkencede öldürülen, buna rağmen sahte bir raporla tüberkülöz olduğu ve hastanede öldüğü rapor edilerek otopsisi yapılmadan kimsesizler mezarlığına gömüldü.
[2] Yaşar Ayaşlı, Yeraltında Beş Yıl, Yordam Kitap, 2011, s. 132.
[3] Milliyet, 10 Nisan 1981.
[4] Son yıllarda sayıları artan bazıları var ki, öyle bir direnişleri olmadığı bilindiği halde bile, kendi efsanelerini kendileri icat ediyorlar. Biz Fatih ve diğer yoldaşlarımızla ilgili efsaneleri bile belgelerle ve tanıklarla kanıtlamadan yazmıyoruz. Burada yazdıklarımızın hepsi belgelidir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.