Hasılı, “ayakta kalma” stratejisiyle iktidarı destekleyip bir şeyler kazanabileceğini hesaplayan yoksullar, hesaplarının tutmadığını, aç ve açıkta kalıverdiklerini görüp öfkeyle muhalefete yönelmiştir. Bu tutum, hem olumludur ve mücadele öznesi bir toplumsal güç olma potansiyelini taşır hem de tehlikelidir ve CHP’nin yoksullara verebileceği bir şey olmadığından şayet sosyalist güçler tarafından kazanılmazlarsa aynı hızla faşizmin çekim alanına savrulabilirler
Seçim sonuçları herkes için sürpriz oldu. Bir olasılık olarak AKP’nin artık momentum kaybederek kendi zirvesinden düşüşe geçtiği ve seçimlerde Bursa ve Balıkesir gibi bazı büyük şehirleri kaybedebileceği düşünülmüş olsa da, 31 Mart’ta gerçekleşen netlikte bir düşüş ve tam tersi yönde de CHP’nin bu denli sıçramalı yükselişi sanırım kimse tarafından beklenmiyordu.
Kim bilir, belki de 14-28 Mayıs sürecinde olup bitenlerin kimilerinde sonuçlar üzerinden moral bozukluğu yarattığından; benim gibi bazılarında ise seçim günü yapılan hilelerle seçim sonucunun etkilendiğini ve aynısının şimdi de gereken yerde yapılacağı beklentisiyle seçim sonuçlarına dönük ilgi eksikliğinden, iktidarın bu denli net bir yenilgi yaşayacağı öngörülemedi.
Elbette, siyasetin ve üstünde oluştuğu toplumsal yaşamın süregelen rasyonellerle işlemediğini, sıçrama ya da çöküşlerle bezenmiş sürprizlere gebe olduğunu, hatta kimi büyülerle süslendiğini de unutmamak lazım.
Aslında böylesi bir net yenilgi şayet 14-28 Mayıs seçimlerinde yaşansaydı pek de sürpriz sayılmayabilirdi ama orada alınan sonuçlardan sadece 10 ay sonra böylesi bir zıt sonuç doğal olarak şaşırtıcı oldu. 14-28 Mayıs seçimlerinin sonuçlarının hileli olduğunu ve özellikle MHP oylarının şişirildiğini o dönem vurgulamıştık ama yine de günümüzde yaşananın özel bir durum olduğu açıktır.
AKP’nin yaşadığı net yenilginin sebepleriyle ilgili ilk ipuçlarını yakalayabilmek için toplumsal güçlere farklı açılardan bakarak ilerleyelim.
Kürtler ve Aleviler açısından özel bir değişiklik yok, zaten taşıdıkları halkçı-demokrat tutumun şimdi de sürdüğünü görüyoruz. Bir ayrıntı olarak, Ege Alevilerinde sola doğru ek bir yönelim olduğunu görüyoruz, bazı yerel alanlar CHP tarafından böyle kazanıldı. Ayrıca, yerel yönetim konusunda Kürt halkının özel hassasiyeti olduğunu da görmüş olduk, onca teröre ve hileye rağmen ciddi kazanımlar yaşandı.
Laiklik hassasiyeti üzerinden politik tutum geliştirenlerde de özel bir tutum değişikliği gözükmüyor. Ancak, kendi politik tutumunu belirleyecek yoğunlukta özel bir hassasiyeti olmasa da laik bir yaşamdan yana olan olan bazı İYİP’li, MHP’li ve AKP’lilerin, tarikatların devletin ana kolonları yapıldığını ve toplumsal yaşamı da ağ gibi sarıp sarmalamaya çalıştığını gördükçe irkildiğini, ayrıca devletin bütün imkanları kullanılarak alışılageldiği toplumsal yaşamda Erdoğanist bir İslam doğrultusunda ciddi dönüşümler yaratıldığını ve topluma dayatıldığını kendi yaşantısıyla deneyimleyerek bir tepki olarak CHP’ye yöneldiğini tahmin edebiliriz. 14-28 Mayıs sonrasında şımarıkça yapılanlar, özellikle kendisine din alimi maskesi takmış uzun sakallı bazı insan müsveddelerinin ağızlarından çıkan ve ilk defa duyanlar açısından inanılmaz olan hastalıklı yönelimleri bu tavır değişikliğine katkı yapmış olmalıdır.
Kimlik odaklı bu tutumların seçim günü yaşanan sürprizde özel bir katkısının olmadığını, daha ayrıntılı bir analize ihtiyaç olduğu ihtiyat payıyla, saptayabiliriz.
Kadınlar ve doğa savunucularında yaşanan olası değişiklikler konusunda henüz yeterli veriye sahip değiliz.
Sonuç olarak, “ezilen” kimlikler zaten çoğunlukla muhalif saflardaydılar ve seçimlerdeki tercihleriyle tutumlarını sürdürdüler, bu güçlerde değişiklik yaşanmışsa da 31 Mart’ta yaşanan sürprizi belirleyebilecek güçte olmadığını düşünebiliriz.
Değişikliğin esasen “ekmek davası” üzerinden olduğu anlaşılıyor. Bütün ezilenleri de kapsayan ve aynı zamanda hakim kimlikleri taşıyan emekçileri de kesen ve dolayısıyla aslında emekçi halk diyebileceğimiz toplumun büyük çoğunluğunda “ekmek davası” zemininde özel bir hassasiyet oluştuğu ve yaşanan sürprizin buradan ivme aldığı açıktır.
Peki, neden?
İlkin, önceki seçimlerde aldatıcı zamlarla kısmi de olsa geçici rahatlık yaşayan yoksullar, seçim sonrasında hızla yükselen enflasyonla yoksulluğun dibine doğru itildiler. Özellikle emekliler için hayat cehenneme dönüştü, ki emekliler AKP’nin oy deposu sayılabilirdi. Artan esnaf iflasları, ödenemeyecek seviyelere sıçrayan kiralar, nispeten iyi geliri olanların bile ev ve araba alma hayallerinin boşluğa düştüğü yetmezmiş gibi yükselen faizlerle kredi kartı kullanımının imkansız hale gelmesi hatta kısmen yoksullukla tanışması da kopuşa ek güçler katmıştır.
Bu zeminde, yani yoksullaşma cehenneminin ateşinde yananlar ve eski rahat yaşamlarını kaybedenlerde AKP’den kopuş yaşanmıştır. AKP’nin 4,2 milyon oy kaybettiği görülüyor.
AKP’den kopuşan bu kişilerden AKP’nin inşa ettiği “İslami” kimlikle daha yoğun ilişkili olanlar YRP’ye yönelerek bu partinin oylarındaki 2,8 milyon artışın muhtemelen büyük pay sahibi olmuştur.
Kopuşanlardan bir kısmı oy kullanmamayı tercih etmiş ve katılım oranı yüzde 7 azalmıştır.
Kopuşanların oldukça geniş bir kesimi de pek de içlerine sinmese de öfkeli bir tepkiyle CHP’ye yönelmişlerdir. CHP’nin oyları 3,3 milyon artmıştır. AKP’den gelen tepki oyları, İYİP’ten kopanlar ve DEM Parti’nin Batı’daki büyük şehirlerde özellikle de İstanbul’da AKP’ye kaybettirmeye yönelik “stratejik” oyları CHP’deki artışın kaynaklarıdır.
AKP’den kopuşta, “van minüt” diye onca atıp tuttuktan sonra ABD’ye yaranma çabaları ve İsrail’e ihracatta ısrar etmek etkili olmuş, özellikle YRP bu konuda çekim odağı olmayı becerebilmiştir. YRP’ye İYİP ve MHP seçmenlerinden de oy gitmiş olmalıdır.
İkincisi, aslında bir çıkar ittifakı olan iktidar alanında yaşanan gerilimde bazı güçlerin vurgun kanallarının daralmasıdır. Yaşanan ekonomik kriz vurgun pastasını küçültmüş, ama aynı zamanda tersine akan bir kanalda sürekli artan yeni vurguncu çapulcular doyumsuzlukla yüzleşmişlerdir. Bu alanda en kalabalık olanlar ise, aslında henüz bu vurgun alanına giremese de girme umuduyla ağızlarının suyu akarak etrafta dolaşanlardır ve gidilecek yolun tıkandığını görerek öfkelenmiş olmalıdırlar. Bu güçlerin hevesi kaçmış ve olup bitenlere ilgisizleştiği söylenebilir.
Şimdi eldeki belediyelerin de kaybedilmiş olması aynı zamanda oradan akan vurgun kanallarının da tıkanması anlamına gelecek, yeni hoşnutsuz çapulcuların da gemiyi terk etmesini belirleyecektir.
Hasılı, “ayakta kalma” stratejisiyle iktidarı destekleyip bir şeyler kazanabileceğini hesaplayan yoksullar, hesaplarının tutmadığını, aç ve açıkta kalıverdiklerini görüp öfkeyle muhalefete yönelmiştir. Bu tutum, hem olumludur ve mücadele öznesi bir toplumsal güç olma potansiyelini taşır hem de tehlikelidir ve CHP’nin yoksullara verebileceği bir şey olmadığından şayet sosyalist güçler tarafından kazanılmazlarsa aynı hızla faşizmin çekim alanına savrulabilirler.
Öte yandan, CHP’nin oylarındaki artışta özellikle belirtilmesi gereken bir faktör olarak İmamoğlu liderliğini vurgulamalıyız. Zaten bir çekim gücüne sahip olan İmamoğlu yerel seçim sürecinde gösterdiği performansla kendisine daha da ağırlık kazandırmış, küresel ve yerel sermaye güçleri açısından Erdoğan’a seçenek olabilecek bir duruşa sahip olduğunu göstermiştir.
İmamoğlu, aynı zamanda, belediye başkanlığı döneminde vurgunculuk yapmayarak güven yaratmış, dini hassasiyetini göstererek mütedeyyinlerin ve kapsayıcı davranarak Kürtlerin oylarını alabilmiştir. Ayrıca, Kılıçdaroğlu’nun çabuk pes eden tutumundan farklı olarak inatçılığıyla sivrilmiştir. Sıradan vatandaşa “Bunun arkasından gidilir” dedirttiğini anlıyoruz; o artık sadece İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı değil, sermayenin Erdoğan karşısında güvenebileceği bir seçenektir. Oyların kaymasında böylesi bir lider kimliğinin de etkisi olmuş olmalıdır.
Evet, oy kullananlar AKP’den kopmuş, bir kısmı YRP’de az çok rahat edebileceği bir “ev” bulurken, daha çoğu da CHP’ye AKP’ye tepkisini gösterebilmek için kerhen ve mecburen oy vermiştir. CHP’nin bu yönelimi kapsayabilecek bir kapasiteye sahip olduğu şimdilik görülmüyor, dolayısıyla şimdi oy verenlerin sonraki süreçte kalıcılığı şüphelidir.
Ayrıca, başka bir bahis olsa da, son kongresinden sonra CHP’de Kılıçdaroğlu liderliğinde yaşadığı “değişim” sürecini noktalamış ve “başka bir şeye” dönüşmüştür. Doğrudan TÜSİAD/Koç Holding odaklı İmamoğlu’nun kendisini “solcu bir Özal”, partiyi de “solcu bir ANAP” yapmaya çalışacağı anlaşılıyor.
Bazı olası gelişmeleri vurgulamak gerekirse:
1. Bir erken seçim olasılığı devrededir. Şayet olursa, erken seçim AKP/Erdoğan döneminin bitişi olacaktır. Şimdiden sonra Erdoğan’ın böyle bir olasılığın kendisi istemese de hükmünü yürütebileceği ihtimalini ciddiye alarak kazanımlarını konsolide etmeye ve işlediği onca suça rağmen kendisi ve partisinin varlığının iktidardan düşünce de meşru olmasını sağlamaya çalışacağını tahmin edebiliriz.
TÜSİAD odaklı sermaye güçleri söz konusu “kirlerinden arınma” talebine hiç düşünmeden “olur” verecektir; çünkü kendileri de zamanında “aynı yollardan” geçerek bugünlere gelmişlerdir. O durumda, Erdoğan’ın inşa ettiği sistemi kısmi restorasyona uğratarak sermayenin cennetini, yani mutlak iktidarını inşa etmek için İmamoğlu “kolları sıvayacaktır.”
Şu ana dek olup bitenler Erdoğan’ın bu olasılığı dışladığını ve ne kadar gidebilirse o kadar gitmeye çalışacağını gösteriyor. Ancak sürecin olağanüstü kaotik akışı Erdoğan’ı erken seçim seçeneğini hayata geçirmeye zorunlu bırakabilir.
2. Erdoğan sonrasına yumuşak geçiş ve daha çok da şimdiki küresel ve bölgesel olağanüstü konjonktüre ülkenin bir dizi krizle giriyor olmasının yarattığı sancıları azaltabilmek için “Büyük Koalisyon” seçeneği sermaye güçleri tarafından talep edilebilir. Henüz en azından görünürde bu yönde bir tartışma yaşanmıyor.
3. İlkinin tam tersine yönelen bir yol olarak, iktidar alanı (Erdoğan-MHP-Ergenekon) savaş borusunu üfleyerek halka 7 Haziran-1 Kasım arası dönemin benzerini dayatabilir. Bu olasılıkta, Kürt illerinden başlayıp İmamoğlu’na uzanan bir alanda iktidara muhalif güçlerin kazandığı yerel iktidar alanları gasp edilerek işe başlanabilir. Bu süreçte yaşanancak tepkiler devlet terörüyle kan dökülerek bastırılacak ve faşizmi inşa sürecine hız verilecektir. Bu olasılığı güçlendirecek bir hamle olarak Irak ve Suriye’de askeri işgale girişilecek ve şehit cenazeleri üzerinden ırkçı-şoven bir hava yaratılarak toplum faşist bir kimlikte konsolide edilecektir.
Van’da olup bitenlere bakılırsa, iktidarın 3. seçeneği devreye sokmayı denediğini görüyoruz. Ancak, benzeri bir seçeneği uyguladığı 7 Haziran- 1 Kasım sürecinde “başarılı” olması, şimdi ikincisinde de aynı sonucu alacağı anlamına gelmez.
Seçim süreci boyunca iktidar, ve aslında devlet demeliyiz, tipik bir “sömürgeci” kimliğiyle davrandı. Kürt illerinde taşıma seçmenlere adeta halkla aday edercesine göstererek oy kullandırılması, bu yolla Şırnak ve Bitlis dahil bazı beldelerin belediyelerinin gasp edilmesi ve bütün bunlara rağmen halkın kazandığı yerlerin de Van’da olduğu gibi pusu kurup hile yapılarak gasp edilmesi, Kürtlerin “aşağı” statüde görüldüğünü, iradelerinin ciddiye alınmadığını göstermiyor mu?
Ülke zaten tümüyle halkın devlete “kul” olmaya zorlandığı, devletin de kutsallık halesiyle kaplanarak tapılacak bir ilaha çevrildiği despotik bir yapıda yönetilirken, yetmiyor olacak ki, bu kahredici despotik gerçeklik Kürt illerine geldiği zaman daha da ağır ve özel bir yapıya dönüşmektedir. Seçimlerde ortaya çıkan halk iradesi her seferinde gasp ediliyor ve Kürt illeri doğrudan “sömürge valileriyle” yönetilmek isteniyor.
Ancak egemenler açısından “küçük” bir sorun var! Kürt halkı yüksek siyasal bilince, güçlü özgürlük iradesine sahip ve üstüne gelindikçe direniyor, direndikçe bu özellikleri sürekli daha da güçleniyor. Van’da olup bitenler bu gerçekliği bir kez daha gösteriyor. Üstelik öyle oluyor ki, Kürt halkı sadece kendi “dar” ihtiyaçları açısından mücadele etmiyor, bütün ülkenin demokratikleşmesinin ve toplumsal özgürleşmenin öncülüğünü yapıyor, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin nasıl verileceğini gösteriyor.
Sonuç olarak, özellikle son seçim sonuçları gösteriyor ki, iktidarın meşruiyet alanı ve bağlı olarak gücü daralıp azalma eğilimindedir, sadece çıplak şiddetle kalıcı bir çözüm sağlanması zordur. Şimdi Van odaklı yaşanan gasplara karşı direniş ülkeye yayılır ve iktidara geri adım attırabilirse iktidarın ilk ya da ikinci seçeneğe ya da hayatın yaratacağı başka melez durumlara yönelmek zorunda kalacağını düşünebiliriz.
Evet, iktidarın verdiği kararın ne olduğu Van’da belli oldu, ancak son kararı iktidar değil, halk verecektir. Kürt halkı kendisine düşeni yapıyor, şimdi Batı’dan gelecek meşru-kitlesel destek önem kazanıyor.
(Not: Yazı bittikten sonra YSK’nın Van’la ilgili kararı açıklandı:
İlk tespit olarak, seçim sonucunda meşruiyet ve güç kaybeden iktidar alanının yaptığı yeni bir 7 Haziran-1 Kasım denemesinin Kürt halkının meşru-demokratik direnişi karşısında geri adım atmak zorunda kaldığını saptayabiliriz. Kürt halkı “Demokrasi nasıl gelişir ve halktan yana demokratik dengeler nasıl kurulur” konulu uygulamalı bir ders verdi bütün ülkeye!
Öte yandan ilginç bir yeni durum olarak, Kürt direnişinin AKP’de çatlak yarattığını, kimi kıdemli AKP yöneticileri ve yandaş yazarlar Abdullah Zeydan’ın mazbatasını almasının mahkeme kararıyla engellemesini yanlış bulurken, Saray’da özel bir konumu olan Mehmet Uçum’un ise hem bu yönde söz kullanan AKP’lileri ağır sözlerle karşısına aldığını hem de Van’daki sürecin henüz bitmediğini ve irade gaspı niyetlerinin sürdüğünü belirttiğini görüyoruz.
Batan gemi ve farelerle ilgili söylemin bu kadar hızlı pratikleşmesi ilginç.
Bakalım Van olayının arkasından neler çıkacak, süreç hangi yönde akacak?
Her durumda Kürt halkının özgürlük iradesi kendisine dayatılacak yeni emrivakileri püskürtecektir.)
Şimdi içinde olduğumuz seçimin hemen sonrasındaki ara moment geçicidir ve zıt yönlerde netleşmeye açıktır. Seçimdeki sürpriz sonuç bütün toplumsal ve siyasal güçleri şaşırtmış, dengelerini bozmuş, oluşan yeni durumda ne yaparsa kendileri açısından en avantajlı konuma ulaşacaklarının hesaplarını yapmaya zorlamıştır.
İktidarın yenildiği, CHP’nin de AKP’ye öfkeyle tepki duyan “emanet” oylarla öne çıktığı ama gerçek anlamıyla kazanmadığı güncel moment, halkın sıkıştırılıp ezilmeye çalışıldğı konumlardan çıkıp ihtiyaçları için mücadele edebileceği bir özel döneme yol açıyor. Toplumsal güçler zaten yaptıkları farklı biçimlerdeki mücadelelerle adeta “halkın barajını” inşa ederek iktidarın birçok yöneliminin hedefine ulaşmasını engelliyor, asabiyetini bozuyordu. Şimdi 31 Mart seçimlerinin yarattığı özel atmosferde söz konusu “baraj” sadece “savunma” değil, “saldırı” rolü de üstlenebilir, üstlenmelidir. Kod adı “Şimşek programı” olan halkı soyma-sermayeyi güçlendirme saldırısına, sadece direnerek değil, karşı saldırılarla yok etmek yönelimiyle cevap verilmelidir.
İktidar şimdi irade gaspıyla, sonra ağır yoksullaştırma politikalarıyla ve nihayet Irak ve Suriye’ye yönelik olası işgal hamleleriyle, halkı sersemletmek ve seçim yenilgisini unutturmak, faşizmin inşasını daha hızlı ve yoğun olarak yürütmek ve sonuçta faşist bir anayasa ile egemenliğini kalıcılaştırmak istiyor.
Erdoğan kendisinin kalıcılaşacağı bir faşist düzende ısrarlıyken, TÜSİAD odaklı sermaye güçleri Erdoğan’la uzlaşıp İmamoğlu’na doğru yumuşak bir geçişin yolunu inşa etmeye çalışıyor. Sermaye güçleri kendilerinin mutemet adamı olan İmamoğlu üzerinden ülkeyi bir sermaye cennetine çevirmek, artık herhangi bir “vesayet” dayatmasıyla da uğraşmadan doğrudan iktidar olmanın keyfini sürmek istiyorlar. Ancak önce Kemalist sonra da Erdoğanist bir vesayet rejimi tarafından “el bebek gül bebek” yetiştirilip korundular, savaş gücüne ya da yönetme kapasitesine veya bağımsız bir özne olarak ayakta kalma yeteneğine ne kadar sahipler pek belli değil. Şimdiye dek koruma altındaki bir alanda ağustos böcekleri gibi sorumsuzca uçup öttüler, acaba iktidar gücü olabilirler mi?
Halk güçleri ise, oluşan yeni duruma hızla intibak edip siyasal ve toplumsal alana süreklileşmiş meşru hamlelerle müdahale ederek, seçim sonrası dönemin kendi ihtiyaçlarına destek olacak bir yönde netleşmesini sağlayabilir. Şimdi yaşanan irade gaspına karşı direniş tam da bu yönde bir hamle olarak gerçek anlamıyla değerlendirilebilir. Van’da engellendiği takdirde iktidarın sadece yerel yönetimlere el koymakta değil, başka birçok alandaki keyfi el koymaları da baskı altına alınacaktır.
Daha geniş bir alanda, işçi sınıfının işyerinde, havzasında ve yaşam alanında farklı biçimlerde sürdürdüğü mücadelesiyle, işsizlerin ayakta kalıp yaşayabilmek için çırpınmalarıyla, kadınların özgürce yaşama mücadelesiyle, Alevilerin var olma direnciyle, gençlerin özgürlük arayışıyla, ekolojistlerin doğayı savunma mücadeleleriyle ve olağanüstü gerginlik ve yoksullukla yüklenen toplumsal yaşamın her alanında yaşanan başka bin bir mücadeleyle iç içe girmek ve öncülük yapmak şimdiki faşist dayatmanın panzehridir.
Asla gevşememek, her an yeni darbelere hazır olmak ve tersinden sürekli yeni hamleler yapmak yeni kazanımlar elde etmek gerekiyor. Bir işçi direnişi, bir ekolojik yıkıma karşı hareket, bir kadın cinayetine karşı tepki, bir yolsuzluğun deşifresi vd. Her an her şey harekete geçmek için bolca fırsat veriyor, fazlasıyla verecektir. İktidarın dayatıp normalleştirdiği her şeyi sorgulamak, tepkileri örgütlemek gerekiyor.
İktidarın etrafını bin bir çeşit meşru-demokratik kitle eylemleriyle kuşatabiliriz.
Önümüzdeki 1 Mayıs’ta bir müddettir gasp edilen Taksim Meydanı’na çıkmak da bu sürecin içindedir.
Öte yandan, böylesi yüksek ve gergin bir politik zeminin inşası, eğer sadece gazete ya da dergi sayfalarında savunulacak bir iddia olmayıp pratikleşecekse, yüksek çekim gücüne ve bütün toplumsal güçlerde güven yaratacak çapta toplumsal meşruiyete sahip olan halkçı-devrimci demokratik bir güç alanı acil olarak yaratılmalıdır.
Bu yönde bir çaba olan Emek ve Özgürlük ittifakı, başka güçlerle de farklı ilişkiler kurulup zenginleştirilerek yeniden canlandırılmalı, özellikle SOL Parti ve Halkevleri ile bir biçimde ortaklaşma sağlanmalıdır.
“Hayal” mi deniyor; halbuki hem Gezi’de hem de 6 Şubat depremi sonrasındaki dayanışma sürecinde önerdiğim stratejik konumlanma fiilen gerçekleşti.
Ve bir öneri, 14-28 Mayıs ve 31 Mart seçimlerine böyle bir konumlanmayla girildiğini hayal edin ve çok daha önemlisi, son iki yılda yaşanan toplumsal ve siyasal süreçlere böyle bir ittifakın “ortak mücadele” perspektifiyle müdahale ettiğini hayal edin!
Böylesi bir ittifakın güncel bir taktik olarak faşizmi sıkıştıracak “hükümet istifa” ya da “erken seçim” talebiyle veya uygun gördüğü başka bir güncel taleple hamle yapabilir ve sürecin ana yönelimi olan Demokratik Cumhuriyet ve Demokratik Anayasa hedeflerini hem sürekli parlatıp hem de fiilen de inşasına başlanabilir.
Önerilen tarz, birbirini besleyip tamamlayan hamlelerden oluşan bütünsel bir güç alanı olarak, faşizmin saldırılarına karşı kendi durdukları yerden kendi ihtiyaçları doğrultusunda mücadele eden toplumsal güçleri etrafında toplayacak bir halkçı-devrimci alan yaratacaktır.
Demokratik Cumhuriyet ve Demokratik Anayasa hedefinin parlatılması ve ülkenin mevcut kaotik ortamına fiilen dayatılması ise, oldukça farklı örgüt ve mücadele biçimlerini bünyesinde barındıracak halkçı-devrimci alanın dağılmasını baskılayıp bütünlük halinde kalması yönünde bir çekim gücü olacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.