Türkiye’de alan tartışmaları yalınkat bir mekan meselesi değildir; tastamam siyasi duruş ve tercihleri, hatta verili güçler ilişkisini kristalize eden bir anlam taşımaktadır. Benzer bir tabloyu 2007’den itibaren Taksim’e karşı Kadıköy tercihinde görebiliriz. Oynak ve değişken olan mekanlar değil, siyasi süreçler ve duruşlardır
1 MAYIS, KAVGA SANCAĞIMIZ (1): 1981-1992
Bu yıllarda 1 Mayıs, Şişli Abide-i Hürriyet meydanında yasal olarak kutlandı her iki yılda da bazı devrimci gruplar alan giriş-çıkışlarında polisle çatıştılar. (Dağılma esnasında Taksim’e yürünme hedeflenmişti) Bazı sendikalar ve sol gruplar ise Kartal Meydanı’nda kutladılar 1 Mayıs’ı. Abide-i Hürriyet, giderek 1 Mayıs’ı tecrit-etkisizleştirme-boğma cenderesi olmaya başladı. Fakat toplumsal-siyasal çatışmanın derinleşmesinden hız alan hareket, bu cendereye boyun eğmeye hiç de razı değildi.
’95 1 Mayıs’ı dolaysızca Gazi başkaldırısının uzantısıdır. Yerel ayaklanma sınırlarına dayanan başkaldırı, barikatlar, silahlı çatışmalar, (yerel) sokağa çıkma yasağının on binlerin adımlarıyla paspas gibi çiğnenmesi, Gazi ve Ümraniye’de 22 kayıp, kaçırılıp katledilen Hasan Ocak’ın şahsında yürütülen kayıplar kampanyası… Cunta sonrası gelişen en ciddi halk hareketlerinin adıdır Gazi. 1 Mayıs 1995, Gazi’den hız alan özgüvenin çiçeğe durduğu gün oldu. Hasanpaşa‘dan Kadıköy’e uzanan yüz binlik kortej, etkileyici bir şekilde 1970’lerin havasını ve görkemini çağrıştırıyordu. Korteje tepeden tırnağa kırmızı renk hakimdi; cunta yıllarının karanfilli 1 Mayısları, Kadıköy’de çiçeğe durmuştu adeta. Polisin bütün tedbirleri boşa çıkarılmış ve tüm örgütler pankartları, orak-çekiçli bayraklarıyla gelincik tarlasına dönüştürmüşlerdi Kadıköy’ü. Hava, tam bir devrimci baharı çağrıştırıyordu. Yeni yeni örgütler sahneye çıkmış, bittiği yok olduğu sanılan örgütler alanda yerlerini almıştı. Keza yeni dinamiklerin ilk kez kuvvetlice görünür olduğu yer oldu 95 1 Mayıs’ı. Çevreciler, feministler, Alevi dernekleri, yöre dernekleri, yerel ve özel talepleri dillendiren gruplar… Kötümser bir bakışla “parçalanma” olarak adlandırılabilecek olan bu tablo, gerçekte ise 1 Mayıs kortejinin ahenkli görkeminde toplumsal dinamiklerin fışkırdığı bir zenginlik olarak yansıyordu. Hava, isyancı bir baharın uyanışıyla yüklüydü. Kürt hareketi de ilk kez güçlü bir temsiliyetle oradaydı. Ve hepsinden önemlisi, yol boyunca korteji izleyen kalabalıkların coşkulu alkışlarıydı.
Kolluk güçleri çaresizce izlemekle yetindiler gösteriyi, fakat düzenin kumanda tepelerinde alarm çanları çalmaya başlamıştı.
’95 1 Mayıs’ındaki tablo, aradaki iniş çıkışlara rağmen daha da güçlenerek (ve fakat yorgunluk emareleri de taşıyarak) ’96’ya ulaştı. 1996 1 Mayıs’ında Kadıköy’e yürüyen kitle 150 bine dayanmıştı. Daha önemlisi kendiliğinden, dağınık bir katılımla değil, devrimci yapıların çekim alanında Kadıköy’e gelmişti kitle. Radikal devrimci yapıların kortejleri önceki yılın neredeyse iki katına çıkmıştı.
Faşist rejim bu yükselişi küçük ölçekli bir 1977 katliamı denemesiyle karşıladı. Kitlenin üzerine kurşun yağdırıldı. Hasan Albayrak aldığı kurşun yaralarıyla daha yürüyüş başlamadan katledildi.
Bu, günün nasıl geçeceğinin ilk kanlı işaretiydi. Alana yayılan haber kitleyi daha da biledi, görkemli kortej dizginlenemez bir militan ruhla Kadıköy’e aktı. Ve gün nasıl başladıysa öyle devam etti. On binlerce insanının üzerine ölüm kustu faşist namlular. Yalçın Levent ve Dursun Odabaş aldıkları kurşun yaralarıyla öldüler. Emniyette işkenceyle katledilen Akın Rençber adlı devrimci gençle birlikte 96 1 Mayısının kayıp sayısı dörde çıktı. Kitlenin yanıtı devrimci öfkenin gazabı oldu. Tek cümleyle Kadıköy yerle bir edildi. Bankalar, büyük işletmeler, otobüsler, trafik lambaları… Önüne ne geldiyse yıkıp geçti kitle. Bu arada küçük burjuva nezaketine pek dokunan “lalelerin çiğnenmesi vukuatı” da gerçekleşti. Ertesi gün düzenin sözcüsü medya, dökülen kanlarımızı değil, kırılan camları, dövülen laleleri anlatıyordu yana yakıla… Onlar ne derse desin, 1 Mayıs’ta Kadıköy’ü tarumar eden devrimci öfkenin, faşist saldırıların tahribatını dizginleyip püskürttüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.
’95, ’96 1 Mayısları, ’76, ’77 1 Mayıslarının küçük ölçekli tekrarları oldular adeta. 1989’da doruğuna ulaşan militan 1 Mayıs eylemleri ’95-96’nın kitleselliğinden uzaktı. 1995-96’da 89’u kat kat aşan militan bir kitleselliğin yükselmekte olduğunu gören faşist rejim, eski kanlı taktiğini sahnelemekte tereddüt etmedi. Kontrgerilla marifetiyle kitle katliamına yöneldiler. Dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın o dönemde basına yansıyan bir demeci dikkat çekicidir; “Doğu neredeyse kontrolden çıkmak üzereyken, bir de batının sokaklarını kaybetmeye tahammül edemezdik.”(Mealen aktarıyorum.) İşte bu anlayış ve konsept, ’96 1 Mayıs’ını kana buladı. 1 Mayıs’ı izleyen yaz aylarında basına konuştuktan sonra sırra kadem basan itirafçı Muratlar (Murat Demir ve Murat İpek), -hafızam beni yanıltmıyorsa- 1996 1 Mayıs’ında görev aldıklarını beyan ettiler. Düzen aynı düzen, kumpas 1977’den aşina olduğumuz aynı kanlı kumpastı.
Yükselişe geçen toplumsal muhalefetin ve devrimci hareketin geriletildiği, bastırıldığı dönemin renksiz, soluk izlerini taşır bu yıllarda 1 Mayıslar; tam 10 yıl süren tatsız tuzsuz bir süreç… Bu vesileyle hatırlatmak isteriz ki son 30 yılda Türkiye’de 1 Mayıslar baskın bir işçi-sendika rengi, taşımadılar; 1 Mayıs bayrağı devrimcilerin kanı, teri, kavgası üzerinden yükseldi. Ve 1 Mayısların kaderi kopmazcasına devrimci hareketin durumuna bağlı oldu. Devrimci hareket saflarındaki işçi, emekçiler bir yana bırakılırsa, kurumsal işçi hareketi (sendikalar), devrimcilerin açtığı yoldan 1 Mayıs alanına geldi; geldiği kadarıyla da alanın asıl kitlesel gücünü oluşturmadı ve her şart altında barışçıl mücadelenin kapsama alanında durdu. Devrimci hareket, ’95, ’96 yıllarında sınırları(nı) zorlamakla birlikte, istikrarlı bir kitle temeline kavuşamadı. Ve bu aşil topuğu, polisiye operasyonlarla devrimci hareketin etkisizleştirilmesinin yolunu açtı. Gerileyen devrimci hareket gerçekliği, dolaysızca 1 Mayıs alanlarına yansıdı. Önceki mücadele yıllarının kazanımı olan izinli 1 Mayıs olanağından yararlanılarak, göreli bir kitlesellikle kutlandı 1 Mayıslar. Ve fakat bu, düzenin inisiyatif üstünlüğünün göz çıkaran görünümü olan militan ruhu budanmış bir “yasallık” ve “kitlesellik”ti: Uzun yıllar Abide-i Hürriyet cenderesine sıkışan 1 Mayıs gerçekliğini böyle okumak yanlış olmayacaktır.
2000-2001’den sonra devrimci hareketin tıkanmasına paralel, tablo daha da ağırlaştı. 2003-2005 aralığında kısmi bir toparlanma yaşayan hareket -1 Mart tezkeresine karşı eylemler ve NATO protestoları bu kısmi toparlanmanın işaretleridir- 1 Mayıs’ı hapsolduğu cendereden kurtarma arayışlarını da zorlayama başladı. Abide-i Hürriyet’e karşı Saraçhane Meydanı seçeneği bu dönemde gündeme geldi.
Hemen belirtelim ki, Türkiye’de alan tartışmaları yalınkat bir mekan meselesi değildir; tastamam siyasi duruş ve tercihleri, hatta verili güçler ilişkisini kristalize eden bir anlam taşımaktadır. Benzer bir tabloyu 2007’den itibaren Taksim’e karşı Kadıköy tercihinde görebiliriz. Oynak ve değişken olan mekanlar değil, siyasi süreçler ve duruşlardır. 1995’te Abide-i Hürriyet’ten çıkıp Kadıköy’e gitmek devrimci bir anlam taşırken; 2007-2010 arasında Taksim yerine Kadıköy’de ısrar etmek “sağa çeken” bir uzlaşmacılıktır.
2000’li yıllar boyunca geniş anlamıyla sol ve devrimci hareket, içinden nasıl çıkacağı hala kestirilemeyen bir gerileme sürecine girdi. Dün esamisi okunmayan bazı yapılar, devrimci hareketin ana damarı olan devrimci akımları aşan kitleleri 1 Mayıs alanlarına taşımaya başladılar. Keza 28 Şubat 1997’den itibaren etkisi belirginleşmeye başlayan katı Kemalist-sosyal şoven damar, 2002’den itibaren soldaki nüfuz alanını genişletti ve 2007’deki Cumhuriyet mitingleriyle zirve yaptı.
Solda etkili olmaya başlayan yeni örgüt ve akımlar tam da -Kemalizm’in reaksiyoner rönesansı denebilecek- bu damarın çekim alanında duruyorlar. 1 Mayısları (ve devrimcilik adına bu ülkede yaratılan tüm olumlu değerleri) omuzlarında taşıyan devrimci örgütler kan kaybedip gerilerken, sözünü ettiğimiz “damarın” solda kendine ciddi bir alan açması düşündürücüdür. Arkasına esaslı kavgalar bulunmayan, “zamanın köpüğü” üzerinde yükselen bu kof sosyal şoven solculuk, Türkiye devrim(ciliğ)inin geleceği olamaz. Dahası, düzenin kumanda tepelerinde süren kayıkçı kavgasına dolgu malzemesi olmaktan da kurtulamaz. Nitekim 2007 1 Mayıs’ı öncesinde, ordunun borazanı Mehmet Ali Kışlalı’nın Radikal’deki köşesinden, Türk-İş’e aba altından sopa gösteren (“Taksim’e yürümezsen vebal altında kalırsın” vs.) yazısı; faşist militarizmin doğrudan ya da dolaylı yollarla sol sahayı manipüle etme gayretinin ifadesidir. Fakat 2007’den itibaren gelişen militan 1 Mayıs-Taksim kavgaları, 1 Mayıs’ın devrimci geleneğinin yeni dönemde umulmadık bir dirilişi oldu. Bu diriliş, Kışlalıgillerin hesaplarını alt üst ettiği gibi; Taksim’in ve 1 Mayıs’ın zincirlerini, tarihinin tüm birikimine yaslanarak kırmayı da başardı. 2007 1 Mayıs’ı, 1997’den beri süregelen yenilgi yıllarının ölü toprağını -hiç olmazsa 1 Mayıslar bağlamında- militan ruhun ferahlatıcı rüzgarlarıyla süpürüp attı. 1 Mayısların ülkemizdeki tarihi yolculuğunda yeni dönem başlıyordu artık.
Bu dönemde tayin edici olgusu, tutkulu bir inatla Taksim kapılarını zorlayan militan sokak savaşlarıdır. Yeni dönem militanlığının geçmişten en önemli farkı, aktörleridir. Geçmişte bu tür kavgaların merkezinde duran örgüt ve partiler, bu dönemde merkezi ağırlıklarını yitirdiler. Onlar yine sokak savaşlarının içindeydiler, fakat sürece damgasını vuran olgu radikal devrimci örgütlerden çok, yeni bir kuşak oldu. Bu kuşağın bileşenlerini ve özelliklerini şöyle tanımlayabiliriz:
Üçüncü kuşak varoş gençliği; ki köyden kente yeni gelmenin ezikliğini ya da kentte tutunma ümidinin idare-i maslahatçılığını tüketmiş, kentlileşmiş, fakat kentin göz çıkaran-başımıza kakılan nimetlerinden sürgün edilmiş; itilmenin ve yoksunluğun öfkesiyle yüklü bir isyankarlıktır 2007’den itibaren Taksim kapılarını döven. Tarlabaşı’nda yoğunlaşan kent yoksullarının şahsında militan Kürt gençliği de bu kategoriye dahildir. Eğitimli işsizler ve öğrenci gençlik saflarından gelen, kendini geleneksel örgütsel formlarla ve hatta herhangi bir örgütsel formla ifade etmeyen (fakat yasal sol partilerden devrimci yapılara kadar geniş bir yelpazede örgütleri de besleyen) anarşizan damar, ki olumlu bir değer atfediyoruz bu damara. Üç kategoriden mürekkep militan kuşak bu dönemde 1 Mayısların yapıcıları oldu. İstanbul’daki NATO protestoları esnasında ilk işaretleri görülen söz konusu yapı, 2007-2008-2009 1 Mayıslarında ve aradaki IMF protestolarında pekişti, yerleşikleşti. 1 Mayıs’ın uzun ve kanlı koşusunda ipi göğüsleyip, Taksim’in zincirlerini kırma onuru onlara düştü. Bu kuşağın 1 Mayıs mücadele taktiğini, “sokak savaşında -ya da kitle hareketinde- gerilla tarzı” olarak adlandırabiliriz. Küçük ve zayıf kuvvetlerin güçlü bir hasma karşı hareketli, oynak ve inatçı mücadelesidir kastedilen. Hareketin iç-bağını, ahenk ve organizasyonunu sağlayan temel faktör, herhangi bir örgüt ya da örgütlenme değil; hedef ve hedefe kilitlenmiş kararlılık oldu: Hedef Taksim! Nerede, ne durumda ve kiminle olursan ol, Taksim’e saldır! Dağılırsan derlen-toparlan yeniden saldır; şu yoldan olmazsa öbüründen, şu ekiple olmazsa diğeriyle, yeniden ve yeniden tazelenen bir enerjiyle hücuma geç! Bir arı sürüsünün dev bir fili yorup yere sermesini andıran mücadele taktiğini en iyi niteleyen kavram, kitle mücadelesinde gerilla tarzıdır.
Ve bu tarz, yukarıda özelliklerine değinmeye çalıştığımız yeni kuşağın sosyolojik, sınıfsal, kültürel özellikleriyle çarpıcı bir uyum arz eder. Üç 1 Mayıs’ın sokak hareketlerini, kısa vadede kitle hareketlerinde yeni bir yükselişin işareti saymak yanlış olabilirdi ve oldu. Fakat önümüzdeki dönemi omuzlarında taşıyacak kuşak, çizgi ve özelliklerin belirginleşmeye başladığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Devrimci harekete neden bu dönemin merkezinde duramadığı sorusu yöneltilebilir; ki bu ne salt 1 Mayıslarla ne de sokak savaşı ustalığı-beceriksizliğiyle vs. ilgilidir. Fakat ne devrimci örgütler ne de Taksim kapılarında çarpışanların tümü, “iyi dövüşememekle, organize olamamakla” vs. suçlanabilir. Bu türden bir suçlama hayata, mücadeleye, sokağa tamamen yabancılaşmış kitabi bir kibirle maluldür. Üç yıllık Taksim çarpışmalarının karakteristiği, “organizasyonsuzluğun organizasyonu”, “kargaşanın ahengi”dir. Bu tür bir eylem yöntemi, taktiği, yalnızca bükülmez bir militan ruh üzerine inşa edilebilir ve yerine hiçbir masa başı “planı” konamaz.
(Not: Gezi öngörüleme(z)di; fakat Gezi’de ortaya çıkan ve kitle hareketinin her kabarışında tekrar tekrar kendini gösteren özellikler, mücadele yöntem ve taktikleri, Gezi’den yıllar önce 2007 1 Mayıs’ından itibaren belirginleşmeye başladı.)
1 Mayıs son 30 yılda böyle bir yolculuktan geçerek bugünlere geldi. Meşruiyetini devrimcilerin inatçı mücadelesinden aldı. İşçi sınıfının ileri bölüklerinin umudu oldu. On yıllara yayılan devrimci inat ve irade faşizmin iradesini kerte kerte aşındırarak sonunda kırdı. 1 Mayıs ve Taksim bize bahşedilmedi; biz onu söke söke aldık. Bir manevi süreklilik anlamında 1977’de dökülen kanlarımız kızıl bir yol oldu, 2010’da Taksim’i fethetti. Süreçte aslolan budur. Sırtını bu tarihsel zemine yaslamakla birlikte 2007’den itibaren DİSK ve aydınların Taksim ısrarı da, militan sokak savaşlarına meşruiyet kanalı açan tali, fakat önemli bir faktör oldu; hakları teslim edilmelidir.
Nihayet dövüşe dövüşe kazanılan özgür 1 Mayıs!
Kazanmanın coşkusu, yitirilenlerin burukluğuyla… kucaklaşmalar , anılar ve gözyaşlarıyla Taksime giren yüz binler… dövüşerek kazanmanın ve 1977 ile kıyaslanabilen kalabalıklarla geri gelmenin coşkusu, gururu 1 Mayıs’ın sahiplerine çok görülemez; tadına vara vara bu duyguyu yaşayacağız. Yine de iç burkan sorunları göz ardı edemeyiz. Çarpıcı olgu, devrimci örgütlerin 1 Mayıs’ın büyük kalabalığı içinde nerdeyse deryada damlaya dönüşmesi oldu. 2010, örgütsüz, dağınık, rengarenk kalabalıkların 1 Mayıs’ı oldu. Olumsuzluklar kadar işlenmeyi bekleyen potansiyelleri de bünyesinde taşıyan bu olgu, üzerinde düşünülmeyi ve “çalışılmayı” bekliyor. Öte yandan kazandığımız noktada kaybettirecek sinsi bir kumpas daha oracıkta kurulmaya başlandı. TÜSİAD üyesi solcu eskilerinden tutun, gazetelerde köşe, TV’lerde mikrofon tutmuş laf cambazı nostalji solcularına kadar, çok görünür, çok ve boş konuşur bir güruh 1 Mayıs’a el koydu adeta… Nazım’ı “salon şairi”, Che’yi “puro markası”, Deniz’i “Kemalizmin bayrağı” yapmaya çalışan düzenek, 1 Mayıs’ı da “karnavallaştırmak” için var gücüyle çalışmaya başladı. Onlara kalsa 1 Mayıs’ı “milli bayramlarımız” arasına katıverecekler; bizim payımıza da, “tüm yurtta, dış temsilciliklerde ve KKTC’de coşuyla kutlandı…” diye başlayan resmi kutlama bildirilerini dinlemek düşecek. Ezerek çözemezsen, “sahiplenerek” içini boşaltarak anlamsızlaştır; 1 Mayıs’ı karnavala, “demokrasi şölenine“, bir tür stres atma gününe dönüştür: Müesses nizamın yeni 1 Mayıs parolası budur!
1 Mayısları bundan sonra nasıl bir seyir izleyeceği, son 30 yılda olduğu gibi sınıf mücadelesinin seyrine ve devrimci hareketin durumuna bağlı olacaktır. Öte yandan 1 Mayıs kavgalarının militan, manevi-siyasal geleneği, devrimci hareketin geleceği için vazgeçilmez bir birikim olarak değerini koruyacaktır. Devrimci hareket zor kolay her şart altında 1 Mayıs için yüksek bir duyarlılık ve motivasyon sergiledi. 1 Mayıslar için sergilenen motivasyon, politik savaşımın geneline yaygınlaştırılabilirse eğer; salt 1 Mayıslar için değil, devrimci hareketin geleceği için de değerli bir adım atılmış olacaktır.
1 Mayıs alanlarına yürüyen yeni kuşaklar, Mehmet Akif Dalcı, Gülay Beceren, Hasan Albayrak, Akın Rençber, Yalçın Levent ve Dursun Odabaş yoldaşlarla kolkola yürüdüklerini hiç unutmadan adımlarını atmalıdır. Ve unutmamalıyız ki, Taksim meydanında bizi, 37 karanfilimizin hasret yüklü tebessümleri bekliyor.
Biji Yek Gulan!
Yaşasın 1 Mayıs!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.