Sakin, mütevazı, giyim kuşamı ve yaşam tarzıyla yalın; onun kadar olur sadelik ancak. Kibirli, havacı, gösterişçi olmadı hiçbir zaman. Ne hotzotçu ne kariyerist ne de bağnaz. Kaytarmazdı, kaçmazdı, gelip geçici bir yol arkadaşı değildi, idealimizdeki gibi biriydi
Kızıldere şehitlerini her yıl Mart’ın 30’unda anarız.
Anma bir buluşma biçimi. Dünü bugüne, bugünü yarına bağlayarak ölümsüzlüğü kalıcı kılar.
Bir bahar günü ağır silahlarla katlettiler On’ları. Teslim ol çağrılarını geri çevirdikleri, cellatlarının suratına tükürdükleri için. On cesur kişiydiler. Ölümlüydüler, ölümsüz oldular. Sömürüsüz ve baskısız, kimsenin mutsuz olmadığı bir dünyaydı tek istedikleri.
Mahpustum duyduğumda. Kapılara, mazgallara vurduk, slogan attık ama öfkemizi dindirmedi. Yas tutmaktan başka çaremiz yoktu, elimiz kolumuz bağlıydı. Yakından tanıyor olmak daha çok azap veriyor.
Üniformalı faşizme karşı dik bir duruştu. Emperyalizme meydan okumaydı. Yoldaşlık ve dayanışma sembolüydü aynı zamanda. Adı gibi kızıl harflerle kazındı tarihimize Kızıldere. Unutulmayacak, hep hatırlanacak.
Sabahattin Kurt’u severdim, içlerinde en yakın olduğum oydu. Son karşılaşmamızın üzerinden bir yıl bile geçmemişti. Çok hızlı akıyordu zaman o günlerde. Düşenlerin mateminin biri bitmeden diğeri başlıyordu.
Hayali gözümün önünde, Sabahattin ve yoldaşlarının. Daha dünmüş, bugün de yaşıyorlarmış, aramızda yaş farkı yokmuş gibi duyumsuyorum. Yarım asrı iki yıl geçti aradan oysa. Demek ölümsüzlük dedikleri böyle bir şey. Unutulmamak, hep genç kalmak, zihinlerde ve gönüllerde daima yaşıyor olmak.
Tanırdım çoğunu, daha çok da Sabahattin, Mahir, Sinan Kazım, Hüdai’yi… Balyozcular gelmeden önce mekânımız Siyasal ve yurt kantiniydi. Toplanma, buluşma, dağılma yerimiz. Kıyıcılar iktidara el koyunca her birimiz yeraltının kuytu köşelerine dağıldık.
***
Sabahattin’le ilk tanışmamız, rastlaşmak demek daha doğru, 1968 yazında oldu. Liseyi yeni bitirmiştim. Bir grup FKF’li bildiri dağıtıyordu Kızılcahamam’da. Faşistler ve gericiler dağıttırmadılar, saldırdılar. Korumaya çalıştıysam da başaramadım. Onlar çok, biz azdık. Hasar almadan ayrıldılar.
Yıl sonunda Basın Yayın Yüksek Okulu’na, ardından SBF Yurdu’na kaydoldum. Kantinde rastladım Sabahattin’e. Sohbet ediyordu arkadaşlarıyla. Kolay akılda kalacak bir tipi vardı. Yanaşıp kendimi hatırlattım. O Siyasal’da okuduğunu söyledi, ben de Basın Yayın’da. Böyle başladı, ömürlerimiz yettiğince sürecek dostluğumuz. Çabuk kaynaştık. Temizliği ve masumluğu yüzünden okunurdu. Bütün yüzler, her zaman doğru yüzlerdir, hayat yanılmaz, dediği gibi Fellini’nin.
Ortak eylemler kantin sohbetlerine, kantin sohbetleri arkadaşlığa dönüştü. Bazen de eylem dönüşü kantin yolundaki kuytu masalarda ucuz şarap içer, türkü söyleyerek dinlenirdik. 1969 sonlarına kadar MDD kampı bölünmemişti. Aynı saflardaydık, yapay çitler yoktu henüz aramızda.
Sabahattin, SBF’dekilerin çoğu gibi Mahirler tarafında yer aldı, ben de Basın Yayın Komünü’nde. Onun “Mahirci”, benim “Komüncü” olmam yoldaşlığımızı eksiltmedi. Hatta çekişme çıktığında, araya girer tatlıya bağlardı. Ayrılsak da beraberdik. Şeritler farklı, ama yol bir, amaç birdi.
Sakin, mütevazı, giyim kuşamı ve yaşam tarzıyla yalın; onun kadar olur sadelik ancak. Kibirli, havacı, gösterişçi olmadı hiçbir zaman. Ne hotzotçu ne kariyerist ne de bağnaz. Kaytarmazdı, kaçmazdı, gelip geçici bir yol arkadaşı değildi, idealimizdeki gibi biriydi.
SBF ve Dev-Genç’te ne önde ne arkada oldu. Ortalardaydı. Zevahire aldanmamalı yine de. Kimin önde, kimin arkada olduğu, büyük eylem anları ve kritik zamanlardaki duruşlar, üstteki köpüğü dağıttığında belli olur. Hareketinin as takımı içinde yer alacağını biliyordum. Kızıldere’de katledilenler arasında olduğunu görünce hiç şaşırmadım. Asıl olmasaydı şaşardım.
***
Bir kaza kurşunuyla kaybettiğimiz Mustafa Şefik Kuseyri, çok severdi onu. Yüreğindeki kıvılcımı sezmese selam bile vermezdi. Hepimiz “Sabo” derdik ona, Kuseyri ise “Koç”. Kıvırcık saçları, çatma kaşları ve gürbüz beden yapısı, aniden harekete geçebilirmiş gibi duruşuyla hakikaten de koça benzerdi.
Soyadı Kurt ya, bir defasında “Sabo” demiştim, “nüfus memuru soyadının noktalarını koymayı unutmuş.” Başkaları da demiştir belki. Derindeki yarasına dokunmuşum gibi bir hüzün dalgası geldi geçti yüzünden. Davasına ve halkına iki katlı düşman “Kurt”lardan değil, bizden iki katlı daha fazla ezilmiş has “Kürt”lerdendi.
Antakyalı Kuseyri antik kökeninden gelen şövalye ruhlu bir yiğitti. Herkes tanır ve onu çok severdi. O da Sabo’yu çok severdi. Karşı karşıya geldiğinde yüzünde güller açar, Sabo’nun başını sağ kolunun arasına alır, sol elini kıvırcık saçlarının üzerinde dolaştırarak, “Ne haber Koç?” derdi. Buna alışkın Sabo, masum bir tebessümle cevap verirdi.
Ortak anılarımızdan nasıl olduysa aklımda kalanlardan biri, o yıllarda SBF Yurdu’nda kalan en iri kişiden iki misli daha iri olduğu için, yurtta kalan herkesin kolayca hatırlayacağı insan azmanı faşistle ilgili olanı.
1968 güzünde faşistleri kovamamıştık daha: Siyasal’da pano açar, yurtta kalır, yemekhaneyi konferans salonu olarak kullanırlardı, onlar da bizim kadar. Ümit Özdağ’ın babası, tescilli faşistlerden Muzaffer Özdağ, bir konferans bile vermişti, kalpaklı ülkücü dinleyicilerine. Biz de karatahtaya şemalar çizerek MDD üzerine bir konferans veren Mihri Belli’yi dinlemiştik. Sosyalistler daha güçlüydü ama gerginlik had safhada değildi daha. Güç dengeleri elvermiyordu sürüp atmamıza. Zorluk defetmekte değildi, ardından gelecek itli kopuklu saldırıları göğüslemekteydi.
Bir gece yarısı yurttaki odalarımıza çıkmak için Sabo’yla yürüyorduk. İnsan azmanı asansör bekliyordu. Ani bir kararla, yanına yanaşıp iki tarafından sıkıca koluna yapıştık: “Bu yurdu kısa sürede terk et, yoksa başına gelecekleri sen düşün.” Çam yarması bir Sabo’ya, bir bana baktı, sonra cevap vermeden boş asansöre binip yukarı çıktı. Yetmişer kiloyu aşmayan ikimizi de bir savuruşta düşürmesi işten bile değildi oysa. Yüreği cüssesiyle ters orantılıydı demek ki. Sonraki günlerde bir daha rastlamadık.
Bir süre sonra da SBF’den panoları indirildi, okula ve yurda gelmeleri engellendi. 31 Aralık 1968 tarihinde yurdu basıp etrafını çevirdilerse de çarkı geri çevirmeye yetmedi güçleri. Siyasal, Basın Yayın ve yurt, Dev-Genç’in ve çatısı altında birleşmiş devrimcilerin ana karargâh olarak kullandığı kale oldu bir süre sonra da.
***
Sonraki aylarda güçlü olan, zayıf tarafı fakültelerden ve yurtlardan temizlemeye başladı. Devlete ait Site Yurdu, hemşerilik adlarıyla anılan (Adana, Niğde vs.) yurtlar onlardaydı. Bahçelievler tarafını üs edindiler, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Fakültesi civarındaki fakültelerde yoğunlaştılar. Hakimiyet mücadelesi uzun süre devam etti Akademi’de.
1969 sonu ya da 1970 başlarıydı. Devrimcilere saldırdıkları haberi üzerine Dev-Gençli kalabalık bir grup Akademi’ye gittik. Sabahattin de aramızda. Savunma aletleri taşıyan arkadaşlar belirli noktalara yerleştiler. Kantin hıncahınç doluydu. Bir tarafta onlar, bir tarafta biz. Fırtına öncesi sessizlik uzun sürdü. Gerginlik yüzlere vurmuştu. Herkes burnundan soluyordu. Dışarıdan gelen silah ve patlama sesleri üzerine birbirimize girdik. Sandalyeler, meşrubat şişeleri havada uçuyor, şangırtıyla kırılan cam kırıkları etrafa yayılıyordu. Onlar daha kalabalık ve hazırlıklıydı. Dirensek de kantin ve civarını tutmayı başaramadık. Orada kurşun yarası aldığını hatırlar gibiyim Sabahattin’in.
Saldırıya uğrayanlara yardım ekiplerinde, baskınlarda, Tıp Fakültesi işgalinde, Ege köy çalışmalarında ve daha birçok eylemde omuz omuza olduk.
***
Basit bir nedenle hiç unutamadığım, İzmir’deki 6. Filo’yu protesto eylemidir.
19 Aralık 1969. Düğüne gider gibi türküler ve marşlar eşliğinde otobüslerle İzmir’e gittik Dev-Gençliler olarak. Üssümüz Bornova’daki Ege Üniversitesi kampüsü. Sahildeki Gümrük önünde toplandık. Kalabalıktık, İzmirli öğrenciler ve başka yerlerden gelenlerle birlikte. Ellerimizde “6. Filo Defol” benzeri pankartlar. Amerikan askerlerini karaya çıkartmayacağımıza dair ant içtik. Her taraf “fruko” (toplum polisi) kaynıyor. Çevre illerden takviye almışlar.
Filo komutanı çelenk koyacak dediler. Doğru Cumhuriyet Alanı’ndaki Atatürk Anıtı’na koştuk. Bahriyeli subay ve askerleri NATO Karargâhı önünde karaya çıkacakmış dediler, bu sefer de kitle halinde o tarafa koşar adım akın ettik. Hepimiz montlarımızın içinde, özel olarak marangoza yaptırılmış, 50-60 santimlik “anti-emperyalist” sopalar taşıyoruz. Biz Amerikan askerlerini, polis bizi arıyor. Kovalamaca oynuyoruz. Çok tedbirliler hem korunuyorlar hem de tek dolaşmıyorlar.
Gruplar halinde dolaşan filo askerlerinin karşı koydukları haberi geldi. Bizimkiler öğrenci, incecik, zayıf, çoğu yoksul halk çocuğu. Düşmanlarımızsa uzun yıllar askeri eğitim görmüş, seçme, güçlü kuvvetli ve besili. Elleri dört kıtadaki mazlum halkların kanına bulanmış sabıkalı Amerikan domuzları.
Taktik değiştirdik. Madem öyle, o zaman biz de 5-6 kişilik gruplarla saldırırız dedik. Karış karış dolaştığımız sokaklarda Amerikan bahriyelisi arıyoruz. Sabo’yla aynı ekipteyiz. Birçoğunu sopaladıktan sonra, üç-dört kişilik bir gruba daha rastladık. Biz hücum edince kaçmaya çalıştılarsa da birini yakalayıp etrafını çevirdik. Adam güçlü kuvvetli, karşı koymaya yeltendi, ama tepesine yağmur gibi sopa darbeleri inmeye başlayınca, başını elleriyle korumaya aldı. Sabo önümdeymiş, sopa sallarken darbelerden biri eline isabet etmiş. Sonradan gösterdi, elinin üstü biraz morarmış. Gülerek anardık hatırlayınca, iş kazası derdim ben de.
Sonra hızımızı alamayıp, sömürgeci Amerikalı avına çıktık. İzmirli öğrencilerin yönlendirmesiyle NATO mensuplarının kaldıkları bir caddeye gittik. İzmir’de görevli personel en lüks evleri kiralamış. Yılbaşı nedeniyle salonlarını çam ağaçları ve rengarenk ışıklarla süsledikleri için evlerini teşhis etmek kolay. Rastladığımız yerde camlarını aşağı indirdik. Defolsun gitsin gizli işgalci dedik, kendini babasının evinde gibi hissetmesin.
Sokak aralarında dolaşırken, çevre kentlerden takviye ekiplerle Dev-Gençli avına çıkan polisler tarafından teker teker yakalanıp Alsancak Karakolu’nda toplandık. Dev-Genç yöneticileri dahil hemen çoğumuz yakalanmıştık. Aramızdan Mahir’i ve birkaç kişiyi seçip özel bir odada kısa süreliğine sorguya aldılar. Biraz hırpalayıp bıraktılar sonra.
6. Filo komutanlarına, eskiden olduğu gibi, kıyı kentlerimizde ellerini kollarını sallayarak dolaşamayacaklarını öğreten bir ders vermiş olduk.
Sonra hep birlikte geldiğimiz otobüslerle güle oynaya, marşlar ve türküler eşliğinde Ankara’ya döndük.
***
O günlerden geriye ne kaldı derseniz. Biz gençlerin anti-kapitalist derinlikten yoksun olsa da içtenlikli radikal anti-emperyalizmi tarih oldu. O zamanlar 6. Filo karşısında secdeye varan İslamcıların ve ülkücülerin, Türkiye’yi ABD’ye köle etmekte pay sahibi Kemalistlerin ve sözcüleri ulusalcıların yüzde yüz sahte anti-emperyalizmleri ise, halen geçer akçe.
Onlar ki, Kızıldere’de emperyalizme ve faşizme karşı mücadelede katlettiklerini “vatan hainlerini temizledik” diye ilan ettiler gazete ve radyolarında. Öyle kayda geçtiler kendi tarih yazımlarına. Bizim tarafsa “vatan hainliği”ne devam ediyor hala. Nazım Hikmet’ten beri.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.