Yaklaşımım, karşı-kültürün ve geleneğin hem örgütlerin bekası hem de sosyalist strateji açısından önemine ve dayanışmanın bu açıdan nasıl işlev göreceği sorusuna dayanıyor. Karşı kültürden kasıt, genel bir ifadeyle, kapitalizmin ideolojik ve baskı araçlarına karşı uygulayabileceğimiz muhalif kültürel pratiklerdir. Bunlar direniş eylemlerinde uygulanan pratikler de olabilir, gündelik örgüt işleyişinde kapitalizmin popüler birey inşasına karşı duran türlü faaliyetler de…
“Bilindiği gibi, gerçek her yerde somuttur. Bu nedenle, Marksizmin tahlil metodu daima ‘somut durumların somut tahlilidir’. Bunun dışında nesnel bilgi edinmenin yolu yoktur.”
(Mahir Çayan, Bütün Yazılar)
Son yirmi yıldır sol örgütlerle ilişkili toplumsal hareket yazarları ve aktivistlerin en çok tartıştığı konulardan biri, örgütlerin eylemlerinin sürekliliğini nasıl sağlayabileceği ve ivmeyi nasıl arttırabileceği. Bu çerçevede Türkiye’yi de ilgilendiren genel bir soru şudur: Sol örgütler ezilenlerin harekete geçmesinde ne tür stratejiler geliştirebilir ve uygulayabilir ya da halihazırda var olan mücadele dinamiklerine nasıl uyum sağlayabilir? Daha çok bir hareketin dinamik doğası üzerinden su yüzüne çıkan bu sorular, ezilenlerin neden harekete geçmediği yönündeki tartışmalarla da birleştirilebilir.
Bu bağlamda temelde örgütlerin kendisine odaklanan bir tartışma açmak istiyorum. Önerdiğim genel yaklaşım, somut durumun tahliline odaklanarak daha etkili ve uygulanabilir çözümler geliştirmek için kafa yormaktır. Bu, aynı zamanda sorumluluğu sadece devlet ya da (çoğunlukla) hükümete devretme eğiliminde olanların çaresizliğini yatıştırıp bir parça umut getirebilir.
Yaklaşımım, karşı-kültürün ve geleneğin hem örgütlerin bekası hem de sosyalist strateji açısından önemine ve dayanışmanın bu açıdan nasıl işlev göreceği sorusuna dayanıyor. Karşı kültürden kasıt, genel bir ifadeyle, kapitalizmin ideolojik ve baskı araçlarına karşı uygulayabileceğimiz muhalif kültürel pratiklerdir. Bunlar direniş eylemlerinde uygulanan pratikler de olabilir, gündelik örgüt işleyişinde kapitalizmin popüler birey inşasına karşı duran türlü faaliyetler de… İnsani değerlerden uzaklaşmayı öneren baskın söyleme karşı elimizdeki panzehir böyle bir karşı-kültür inşası olabilir. Siyasi iktidarı ele geçirmeyi beklerken hantallaşmaktansa, hareket halinde kalıp bugünden yarına mevcut düzeni aşındırma girişimidir bu aslında.
Bu faaliyetlerden en önemlisi olduğunu düşündüğüm unsur dayanışmadır. Dayanışmadan kastım bireysel ihtiyaçların örgütsel ağlar tarafından karşılanmasından ziyade (çünkü eğer sadece öyle olursa, bu, kişileri pasifleştiren, katılımcı değil bağımlı yapan bir yardım faaliyetini aşamaz), bireylerin kendisini toplumsal dayanışmaya dahil etmesidir. Bu yolu örmek için mikro düzeylerde dayanışma pratikleri gerekir. Burada en küçük yapıtaşı siyasi örgütün kendisinin içindeki dayanışma ve karşı-kültür pratikleridir. Bunun üzerinde gelişen örgütlenme biçimi, örgüt zihniyetini bu yönde üretir. Böylece örgüt, bunun potansiyel katılımcılara kararlı bir şekilde yayılmasını sağlayabilir ve onları bu yolla kendine çekebilir. Örgütün genel ve geniş ölçekli gündemlerini ve stratejilerini mikro düzeylerde sağlam şekilde gelişen bu pratikler destekler. Bunun sonunda makro ve mikro düzeyler birleşir ve dayanışmanın örgütün genel siyasi söyleminde herkesin birleşebildiği bir zemin ortaya çıkar. Bu süreç siyasi, kültürel, ekonomik özelliklere göre farklı gelişebilir. Ancak Türkiye gibi kolektif yaşamın kültürel yapının önemli bir parçası olduğu ülkelerde, dayanışma ve sol örgütlenmeler üzerine daha çok tartışılması gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye özelinde Gezi direnişinden sonra, protesto hareketlerine uyum sağlamak için yeni yollar birçok örgütte tartışıldı. Ancak örgütlerin bir kısmı tartışma süreçlerinde çözülme yaşadılar; uyum sağlamak bir yana esneyemeden kırılıp dökülenler oldu. Bugün de bu kırılmanın bir devamını gözlemliyoruz. (Bu kırılmadan kurtulmak için parlamentoya odaklanarak yoluna devam edenler de var; ancak bu tartışmaya girmek istemiyorum.) Bunun nedeninin, bu örgütlerin gelenekselliklerini (bu genellikle içerideki yapısal işleyiş tarzını değil, geçmişten gelen etik-politik değerleri muhafaza etmek anlamında kullanılıyor) inatçı bir şekilde devam ettirme istekleri olduğu iddia edildi.
Örgütlerin bir kısmı potansiyel katılımcıları kendilerine çekemedikçe sorunu yaslandıkları kültürü/geleneği yeterince esnetmemekte gördüler. Örgüt içi statükodan ödün veremeyecekleri için, esnemeler genellikle ‘geleneksellik’ dedikleri etik-politik değerlerden ya da topluluğu bir arada tutan ritüellerden taviz vermeye yöneltti. Örgütler içindeki elitlerin krizleri, liderlik çatışmaları buna neden oldu ve gelecekte de olacak gibi görünüyor.
Biraz açmak gerekirse; kadrolaşma, liderlik, örgüt içi demokrasi üzerine nitelikli tartışmalar olmadı ve insani ilişkilerin karşı-kültürel anlamda inşası üzerine yoğunlaşmadılar. Bunun yerine, kestirme yoldan gidip toplumsal alanda popüler olan yaklaşımlara uyum sağladılar. Örneğin, birçok örgüt kapitalist bireyciliği ya da elitizmi, kolektivitenin karşısına koydu (bu yeni bir olgu olmasa da bugün şiddeti artmış durumda). Buna paralel olarak, bugün toplumsal yaşamda olağanlaşmış ana akım trendler ve ilişkilenme biçimleri (örneğin rekabet, hırs, kendi başının çaresine bakmak, kayıtsızlık gibi) olduğu gibi kabul edildi. Örgüt içi dayanışmayı yıpratan bu yol haritası, örgütleri bir kısır döngüye soktu. Kapitalizmin baskın kültürel çerçevelerinin sınırlarından çıkmaya çalışırken, ideolojik olarak aynı noktaya döndüler. Sonuç olarak, örgüt içi dayanışma gibi kolektif kimlik inşası için gerekli elzem pratikler gittikçe aşındı. Bununla uyumlu şekilde, örgütlenme alanlarının yoksul mahallelerin dışına taşınması süreci tamamlanmış oldu. (Alt sınıflar ve sol örgütlerin ilişkisine doğrudan odaklanan bir tartışmayı bir başka yazıya bırakıyorum.)
Siyasi örgütlenmeden ne kast edildiği Türkiye solunda çetrefilli bir konu. 1970’lerden bugüne, bir örgütün diğerini yeterince ‘siyasi’ olmamakla eleştirdiği çok tartışma vardır. Burada çoğunlukla siyasi olmaya bir ‘ciddiyet’ atfedilir. Türkiye gibi devlet şiddetinin açık ve yoğun olduğu bir ülkede, bazı örgütler açısından bu belki de zorunlu bir çıkarım olageldi.
Ancak birçok örgüt açısından siyasetin ciddiliğinin, örgüt liderlerini ve kadrolarını somut tahlilden alıkoyan bir tarafı da var. Çünkü onlar bu ciddiyeti, gündelik hayattan kopmaya, dolayısıyla alt sınıfların gündelik hayatının dışında kendileri için koruyucu bir balon oluşturmaya dönük bir çerçeve olarak anlıyorlar. Kişiler arası ilişkilerden, halkla kurulan ilişkilere kadar bir yapay, ertelemeci pratikler silsilesi söz konusu.
Oysa, yaşamın bir tarafını diğerinden ayıramayacağımız gibi, siyasi mücadeleyi de gündelik hayatın akışından ayıramayız. Bu anlamda gündelik hayatın örgütlenmesi ciddi ve aslında daha zor bir mesele. Kapsamlı stratejiler, tam zamanlı emek, sınırsız sabır, yaratıcı umut gibi unsurların bir araya gelmesini gerektiriyor. Orada eve götürülmesi gereken ekmek, sevgiliyle edilen kavga, çocukların geleceği için duyulan endişe gibi yaşamın temelini kuran meseleler yer alıyor.
Eski bilindik bir soru, akademik literatürde ve aktivistlerce dünya çapında genişçe tartışılan ‘İnsanları bir siyasi örgütlenmede yer almaya teşvik eden nedir?’ sorusu. Bireysel motivasyon açısından bakıldığında insanların siyasi örgütlere katılmak için çok farklı sebepleri olabilir. Ancak literatürdeki genel tartışmalara ve bulgulara dayanarak öne çıkan birkaç kategori üzerinden tartışmak istiyorum. Bunlardan biri insanların çoğunlukla kendi çıkarları açısından bir harekete dahil olduğu görüşü. Örneğin, kentsel dönüşüm adı altında evleri yıkılan gecekondu sakinlerini düşünelim. Devlet tarafından bir kenara itilmiş, şiddet görmüş bu insanların kendi dertleriyle ilgili bir çözüm bulmak için ilk tepki olarak bir örgütlenme faaliyetine katılması doğaldır. Ancak bu insanlar bir süre sonra toplulukla başka bağlılıklar geliştirirler. Örgütlenme toplantılarında kendi seslerini duyurmaya, başkalarınınkini dinlemeye başlarlar; kolektif eylemin örgütlenmesi onları pratik ve duygusal anlamda dayanışma olgusunda birleştirir. Dolayısıyla, kişisel çıkar ya da kâr-zarar hesapları ne tek başına ne de çoğunlukla belirleyicidir. Özellikle örgütlenmenin ilerleyen aşamalarında bu tür unsurların geri planda kaldığına, insanların temelde örgütlere toplumsal dayanışma arayışıyla gittiğine dair çok sayıda çalışma literatürde mevcut. Türkiye açısından deneyim ve gözlemlerimiz de bunu doğruluyor.
Öte yandan, bu mahallelerden birinde yaşamasına rağmen bu konulardan rahatsız olmayan, hatta daha başka bir yerde rahatça yaşayan insanlar da harekete katılabilir. Burada motivasyonun kişisel maddi çıkar olmadığı zaten açıktır. Bu, daha ziyade amaçsal bir motivasyondur; örneğin haklının yanında yer alma inancı ya da aktivizme yakınlık itici faktör olabilir.
Örgütlü harekete katılmada motivasyonun ne olduğunu iyi kavramak bir sonraki adım, yani katılımcılarla bağlantının devam ettirilmesi açısından elzemdir. Çünkü insanların sadece maddi çıkarlar için örgütlere katıldığını varsayan bir örgüt, atacağı adımları ona göre planlayacaktır. Örneğin Türkiye’de ve birçok ülkede sendikaların işçi sınıfının örgütlenmesine yaklaşımı çıkar zihniyetinin ötesine gitmez. Daha açık bir ifadeyle, onlar işçilerin maddi çıkarlarını savunur, işçiler de onlara aidat verir. Ana akım sendikalar, ya da sol söylemde dile getirildiği gibi sarı sendikalar, bundan ötesini hem yapısal olarak hem de zihniyet olarak kavrayamaz.
Bunun bir siyasi örgütte nasıl şekillendiğini düşünürsek; ilk akla gelen insanlara statü verilmesidir. Statü para gibi değilse de bir tür kişisel çıkar mekanizması olarak işlev görür. (Tabii diğer araçlara ek olarak gerçekten para üzerinden bağlılık yaratmaya çalışanlar da olabilir; örneğin bir anarşist örgütün paraya ihtiyacı olan insanlarla kurduğu etik-dışı parasal ilişkinin nasıl çıkar çatışmasına ve tahakküme dönüşebileceğini birkaç yıl önce gözlemlemiştik.) Bir başka neden ise görev odaklı lider yaklaşımına öncelik verilmesi olabilir. Liderlik üzerine yapılan çalışmalarda; profesyonel, mesafeli ve araçsal bir ilişki geliştiren liderler ile eyleme motive eden, sıcak ve karizmatik liderler arasında bir ayrım yapılır. Bu iki tipin birbirini tamamlayan bir model oluşturması beklenir. Türkiye’de birçok örgütte ilk model yalnız başına ilerlemeye çalışıyor gibi görünüyor. Bu da bir olumsuzluk olarak insanlarla kurulan ilişkilerde daha çok araçsal yaklaşımların ön plana çıktığı izlenimi ve hissiyatını uyandırıyor. (Bu durum yukarıda yaptığım ‘ciddiyet’ tartışması ile olduğu kadar, eril zihniyetten kaynaklanan duygusal pratikleri küçümseme ve rasyonelliği yüceltmekle de ilgili. Ancak bu tartışmaya girmiyorum.)
Diğer yandan, insanların toplumsal dayanışma arayışıyla bir örgütlenmeye katıldığını kavrayan bir örgütün yaklaşımı çok başka olacaktır. Her şeyden önce bu örgüt, katılımcılarına, onların toplumsal ve siyasi alanda bir şekilde dışlandığını ve bu yüzden bir dayanışma arayışında olabileceğini fark ederek sorumlulukla yaklaşır. Demek ki bu kişiler kişisel maddi çıkardan çok, bir topluluk içerisinde aidiyet geliştirmeye yönelmiştir. Bu tür örgütler katılımcı demokrasinin ve kapsayıcı faaliyetlerin insani gündelik ihtiyaçlarla birleşerek kolektif aidiyet geliştirmesine çalışırlar. Buradan yola çıkarak topluluk bağlarının güçlenmesi için anti-kapitalist cepheler yaratarak kutuplaştırıcı stratejileri de uygularlar. Örneğin kentsel dönüşüm şirketlerinin karşısında topluluğu konumlandırarak dayanışmaya siyasi boyut kazandırırlar.
Bir maden işçisi bir zamanlar “bir işi başlatmak 1 iş ister, sürdürmek 3 iş ister” demişti. İşte o 3 iş içerisinde, insanları nasıl örgütlenme içinde tutulacağı zorluğu da yer alıyor. Nasılsa Türkiye’de protesto edilecek çok fazla sorunumuz var, süreklilik kendiliğinden geliyor diye düşünülebilir. Ancak kast ettiğim protesto sürekliliği değil, her farklı protestonun ve katılımcının bir yenisini desteklemesi hali, yani bir harmanlanma… Örgütlü hareket herhangi bir protesto eyleminde kazanım elde ettikçe, yapı ve taktikler geliştikçe, sloganlar belirginleştikçe katılımcılar ortak kimlikler geliştiriyor. Yani aidiyet meselesi süreç içerisinde gelişiyor. Bu yalnızca örgütün siyasi çizgisinin rasyonel değerlendirme sonucundaki kabulünden değil, pratikten de ileri geliyor.
Elbette örgütlere katılanların ya da katılması hedeflenenlerin harekete geçirilmesinin devamlılığı duygusal ve rasyonel süreçlerin birlikteliğindeki çok karmaşık bir konu olmaya devam ediyor. Çünkü bir kişinin bir örgüte siyasi süreçlerin bir sonucu da olan yükseliş dönemlerinde katılması, o örgütte çeşitli düzeylerde liderleşmeye/kadrolaşmaya yöneleceği veya o örgütün siyasi çerçevesine otomatik olarak uyum sağlayacağı anlamına gelmiyor. Hele ki dönem baskının arttığı ve insanların atomize olduğu (yani aile ve arkadaşlık bağlarının bile çözüldüğü, yalnızlaşmanın yaşam biçimi haline geldiği) bir dönemse ve mücadele mekânı her şeyin çok hızlı aktığı büyük şehirlerse.
Böyle bir ortamda, dayanışmanın çeşitli uygulamaları aidiyeti canlı tutup sürekliliği sağlayabilir. Bunlar, bugün ‘geleneksellik’ denilerek bir kenara atılsa da solun elinde duran en somut uygulamalardır. Örneğin, bir siyasi örgütün gözaltına alınan üyelerinin gözaltı süresi boyunca temsili bir açlık grevi uyguladığı örneği ele alalım. Bu bir direniş sembolü olduğu kadar, topluluğu diri tutan bir ritüel, bir siyasi dayanışma biçimidir. (Açlık eylemleri üzerine özellikle İrlanda özelindeki çalışmalara bakılmasını öneririm.) Ya da açlık durumuna tersten bakalım ve daha basit bir gündelik örnek olarak birlikte yemek eylemini düşünelim. Topluluk üyelerinin bir kısmının kolektif bütçeden ödenmiş bu yemeğe maddi açıdan ihtiyacı olabilir. Ancak beraber yemek yeme eylemine iten yalnızca içgüdü; yani açlık değil, diğer tüm insani arayışlardır da. Bunlar arasında topluluk tarafından kabul görme, bir ritüelin parçası olma gibi beklentiler yer alır. Dolayısıyla bu ve benzeri geleneklerden vazgeçmek esnekleşmek değil topluluğu bir arada tutan tutkalın bir anda yok olması anlamına gelecektir.
Diğer yandan, yalnızca bu tür ritüellerle kendini üreten bir yapı cemaatleşme eğiliminde olabilir. Yani makro düzeylerdeki siyasi mücadele ile yereli birbirine bağlayamaz. Böylece ortaya yalnızca topluluk bağlarına yaslanan bir kolektif çıkar. Bu kolektif, rotasını nasıl çizeceğine gündelik hayatın karmaşıklığı, çelişkileri, insani ilişkiler üzerinden karar vermeye başlar. Bu da örgütleri siyasi mücadeleden uzaklaştıran bir tehlike olabilir. Başlı başına bir zorluk olarak bunların nasıl dengede tutulabileceği konusu önümüzde duruyor.
Bu yazıyı yazmaktaki amacım, kolektif hareketlere katılımda dayanışma arayışları ve hissiyatının örgütlenmelerde karşı-kültür oluşturmada bir gelişim noktası olarak önemini vurgulamaktı. Bu konunun daha fazla tartışmayı hak ettiğini düşünüyorum. Bunu yapmak için bir diğer Gezi’nin patlak vermesini bekleyemeyeceğimize göre, o halde örgütlenmenin hem teorik hem de pratik boyutlarında daha fazla derinleşmeye ihtiyacımız var. Bu derinleşmenin yolu kendimizi teori ve bilgi ile donatmak kadar, gündelik hayatta (ki bu kendimizi de kapsar) dayanışmacı örgütlenme modellerini denemekten geçiyor. Bunun için insanların ortaya çıkan bir harekete neden dahil olduğunu iyi anlamak gerekiyor. Bu doğrultuda, tüm katılım ve devamlılık motivasyonlarını anti-kapitalist kültürel çerçeveler yaratma zihniyetiyle dönüştürmek gerekiyor. Bu zihniyet etik-politik değerlerden ve örgüt ritüellerinden ayrı tutuldukça örgütler kolektif yapıyı birleştiren tutkalı elden kaçırıyor. Dolayısıyla kitlelerle birleşmenin yolu geleneği terk etmekten değil; sırtımızı yasladığımız, kendimizin de bir parçası olageldiğimiz geleneği yeniden biçimlendirmekten geçiyor olabilir. Çözüm esnekleşmekte değil, safları dayanışmanın siyasi salınımlarında sıklaştırmakta olabilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.