Kuzey kutup dairesinin birkaç yüz kilometre uzağından kalkan son gemiye yetişmek isteyen batılı gezgin grubu, bir Eskimo’dan yardım ister. “Sizi yetiştiririm” der Eskimo ve yola koyulurlar. Yolculuğun dördüncü günü sabahı Eskimo ateşin başından kalkmaz. “Hadi” dendiğinde, “bugün burada kalacağız” der. Ve “neden” sorusuna şu yanıtı verir: “Çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız bize yetişemiyor.” Kökü komün geleneklerine, tarihin, toplumsallığın derinlerine uzanan bu birikimler saçmadır kapitalist rasyonalite için, o hız peşinde koşar, her şeyin sırtında “daha çok, daha hızlı” kamçısını şaklatır, koşmaktan çatlayan beygirler misali koşturur durur milyarlarca insanı
“İnternet köleliği” çağında yaşadığımızı söylemek “yok artık, daha neler!” nidalarıyla mı karşılanır acep? Tırnak içine alınan ironinin korunaklı-kaçamaklı alanına çekilsek de “her şakada bir gerçek payı vardır”. Düşünsenize milyarlarca insan sabah kalkar kalkmaz “internet işliğinde” iş başı yapıyor ve yatana kadar sürüyor “mesai”, “ihtiyaç molaları” dahil! Üstelik bunca mesai sonucunda, kendilerini çalıştırmalarına duydukları minnetin cüzi bir ifadesi olarak para ödüyorlar “patron-internete”. Kapitalizm zuhur edeli beri sadece “Tanrı ölmedi”, şeytan da pabucunu ters giyip bacakları kıçına vura vura terk etti sahneyi!
“Google’ın şirket olarak değeri 1 trilyon dolar. Sadece üç yöneticinin mal varlığı petrol zengini Kuveyt’teki herkesin, her binanın ve banka hesabının toplam değerine neredeyse eşit; Google’ın değeri ise kabaca Meksika ve Endonezya’nın toplam servetine eşit.” (Çalınan Dikkat – Johann Hari / Metis yay. s. 121-122) Endonezya dünyanın 4. en kalabalık ülkesi, nüfusu 277 milyon. 10. sıradaki Meksika’nın ise 133 milyon. Toplamda 410 milyon insanın toplam serveti = Google’ın serveti! İnternetin hisseli harikalar kumpanyasına hoş geldiniz!
Yazının modern Ludizm’e/makine kırıcılığa varacağını düşünüyorsanız yanılırsınız. Nükleer silahlarla icra edilecek olanın ardından 4. Dünya Savaşı taş baltalarla gerçekleşirse eğer, internet de belki o zaman hayatımızdan çıkabilir. Uyarımız, ağzı açık ayran budalası misali “internet devrimine” tutulup kalanlaradır. (Genç kuşaklar “ağzı açık ayran budalası” ne demek bilmiyorlarsa Google’a yazıp öğrenebilirler.) Sınıfsal içgüdüleri, ideolojik duruşları sosyalistlere, “kapitalizmle gelen her şeyi ihtiyatlı ve eleştirel bir nazarla ele almaları” gerektiğini öğretir. Fakat kalkınma-ilerleme ideolojisi sosyalist saflara öylesine “sızmıştır” ki, ayran budalalığında şampiyonluğa oynayanlar çıkabiliyor aramızdan… “İnternetten vazgeçmek” bir tür ilkelcilik savunusudur, zorlanırsa ucu mizantropiye kadar uzanabilir. Biraz kazınırsa altından tuzu kuru üst-orta sınıf elitizmi vb. çıkar. Her şey bir yana; akıllı telefon motokuryenin “iş aletidir” -mecburen- ve orta sınıf haletiruhiyesini terk edemese de proletaryanın üst katmanlarına doğru hızla itilen mühendis, internetsiz ekmeğini kazanamaz bugün. O halde “nesnel gerçeğin” bir boyutuna dönüşecek kadar hayatı kuşatmış olan internet teknolojisini “kırıp atmayı” ya da kullanmamayı önermek saçma bir fantezidir. Mesele hayatımıza çıkmamasıya giren bu teknolojinin ayran budalası olmamak, getirdiklerinin yanı sıra götürdüklerini görmek; getirdiklerinden faydalanırken götürdüklerine karşı demokratik ve sosyalist kamusal denetim yoluyla mücadele etmektir. Hiç olmazsa farkındalık yoluyla kendimizi korumak, çevremizi uyarmaktır. Meseleye derinlemesine vakıf olma iddiasından uzağız ve bu yazıda bazı temel hususlarda farkındalık yaratmaya çalışmanın ötesinde bir iddiamız olamaz. Dolayısıyla hakkını kabul ve teslim ettiğimiz kazanımlarını bir yana koyarak, tahripkâr yönleri üzerinde duracağız burada internetin.
İnternette gezinip de “takip ediliyorum” duygusuna kapılmayan var mıdır acep? Keşke takip edilsek, başımıza gelen daha beteri… İnternete katıldığımız andan itibaren sanal alemde bir tür ruh ikizimiz de “dünyaya geliyor”, bir tür vudu bebek diyelim buna. (bkz. Age. s. 128 – 129) Başlangıçta yeni doğan bir bebek gibi “boş bir sayfa” ikizimiz vudu. Fakat internette gezinerek geçirdiğimiz her dakika zevklerimiz, beğenilerimiz, meraklarımız, nefretlerimiz, zaaflarımız, ihtiyaçlarımız, tercihlerimiz, velhasıl kişiliğimize dair ne varsa sanal ikizimiz vudu’nun kişiliğini oluşturmaya başlıyor… İş o noktaya varıyor ki, bizi bizim kadar tanımaya başlıyor ikizimiz. İnternette ortopedik ayakkabı arayıp üç gün sonra edindikten sonra hala ayakkabı reklamlarıyla karşılaştığımızda, “çuvalladın birader, çoktan aldım” diyerek nanik yapabilirsiniz arama motoruna. Peki ya tek kelime yazmadan aklınızdan geçeni burnunuza dayamaya başlarsa gezindiğiniz sayfalar? “Zihnimi mi okuyorlar acep?” dehşetine kapılmaz mısınız? Pek de haksız sayılmazsınız. İnternette gezindiğiniz aylar, yıllar boyunca kendinizi öylesine ele verirsiniz ki, “vudu bebeğiniz” tıpkı sizin gibi ya da sizin yerinize “düşünerek” olası ihtiyaç ve arayışlarınızı “sunmaya başlar” size; takip edilmekten de beter olan budur işte. Bunun adı “gözetim kapitalizmi”. (Age. s. 129) Milyarlarca insanın verilerine -kendi ellerimizle, gönüllü, iştahlı, gayretkeş, sayfadan sayfaya, tıktan tıka atlayarak, üstelik parasını da ödeyerek sunarız verilerimizi- hâkim olan internet şirketleri verilerimizi satarlar; reklam kampanyaları yürüten, ihtiyaç üreten-pompalayan şirketlere, politik/toplumsal mühendisliğe soyunan devletlere, partilere, büyük medya kuruluşlarına. Ve tüm bu veri yığını işlemden geçirilerek -algoritmalar eliyle- şirketlerin, devletlerin, partilerin hedeflerine göre toplumsal kanaat, fikir, reklam kampanyası, devlet politikası “alıcısı” (sürü mü desek?) vs. yaratmak için döner internet alemini kuşatır; her tıkta, orada gezindiğimiz her anda bu filtrelerden geçerek kurgulanmış/üretilmiş sesler, görüntüler, “fikirlerle” karşılaşırız. “İnsan propagandadan etkilenmez” desek inanır mısınız? Göbels’in dediği gibi “yeterince tekrar edilirse” neden inanmayasınız ki?
E tabii yanı sıra özgürlükler de sunuyor internet, herkes kendi “medyasını” kurabiliyor, fikirler, bilgiler vs. hızla yayılıyor vs. Üzgünüz. Züğürt tesellisinin ötesine geçemiyor internetin özgürlükler alemi ya da ayran budalalarına göre bir “özgürlük” bu. Sunuculara yüklenen algoritmalar neyin ne kadar görüneceğini -biz farkına varmadan- öyle bir düzenleyebiliyor ki, bizim doğrularımız ya da yararlandığımız “özgürlük” sen ben bizim oğlanın oyun bahçesine dönüşüveriyor. “Bizim mahallenin” kendi kendisiyle konuşma özgürlüğü var evet, ötesinde ise algoritmaların otomatik engellemesiyle kesif bir sansür yararlandığımız “özgürlüğün” diğer adı. Eski usul sansürde polis, yayın kurulu vs. devreye girer başınıza geleni anlardınız, şimdi “özgürlük” adına sansürleniyorsunuz ruhunuz bile duymuyor, dahası alkışlıyorsunuz internetle gelen “özgürlükleri”; “bir ufka vardık ki sevgilim…”
Meselenin derinine indikçe bir önceki katmanda karşılaştığınız melanetlere “buna da şükür” diyesiniz geliyor.
“Gençler üç dakikadan fazla odaklanamıyor”, “kısa yaz birader, gençler okumuyor uzun yazı” vs. vb. vb… (Kısa ve uzun yazının iyisi-kötüsü vardır, salt “hacmiyle” değerlendirilemez, mesele bir tür “fetişe” dönüştürülemez.) Öyle eleştirel bir nazarla değil, moda-modern-ileri olanın ölçütü olarak sunuluyor bunlar, “eskimiş usulleri terk etmeyenleri” aşağılayarak. Emeksizlik, sığlık, kolaycılık “günü yakalama” adına neredeyse kutsanıyor.
Tek bir şiar kuşatıyor ufku: Daha çok, daha hızlı, daha… “Daha” olanın kimin işine yaradığı, hatta bir işe yarayıp yaramadığı, ne anlama geldiğini sorgulamak pek akla gelmiyor. Örneğin dünyanın/doğanın kapasitesi daha fazla üretim-daha fazla tüketimi nereye kadar kaldırabilir? İliç’teki altın madeni faciasını düşünelim. Sadece dokuz işçi toprak altında değil, Fırat’ın sularına karışması kaçınılmaz olan siyanürün Erzincan’dan Basra Körfezi’ne kadar tüm canlı yaşamını yıkıma uğratacağı açık değil mi? Ve bu bahiste emperyalist sermaye-yerli sermaye ayrımına yer var mı? Yerlisi yabancısı bir arada, hep birlikte kapitalist kar peşinde koşuyorlar ve ne doğa ne insan umurlarında. Ne söylüyor İliç faciası bize? “Dünyanın ve yaşamın sınırlarına” dayandığımızın farkında mıyız?
Spot ışıkları gibi durmadan yanıp sönen, ekrandan akıp duran, Gazze görüntülerinin ardından gözümüze sokulan Bahama tatili reklamı, ardından gelen sevimli kediler vs. bizi daha donanımlı, bilgili, görgülü kılmıyor; fara yakalanmış tavşan misali tutulup kalıyoruz. Aklımız, muhakeme yeteneğimiz felç oluyor, hislerimiz, empati yeteneğimiz odunsulaşıyor. En nihayeti biyolojik-antropolojik kapasitemiz bunca kısa aralıkta bunca veriyi işleyip anlamlandırmaya ve gerekli/uygun tepkileri/davranışları oluşturmaya muktedir değil; sistemimiz “error” veriyor, “makinemiz çöküyor”, tükeniyoruz…
Halbuki insanlık tarihinin birikimleri, insanın nasıl “işlediğini” çözmüştür. Kuzey kutup dairesinin birkaç yüz kilometre uzağından kalkan son gemiye yetişmek isteyen batılı gezgin grubu, bir Eskimo’dan yardım ister. “Sizi yetiştiririm” der Eskimo ve yola koyulurlar. Yolculuğun dördüncü günü sabahı Eskimo ateşin başından kalkmaz. “Hadi” dendiğinde, “bugün burada kalacağız” der. Ve “neden” sorusuna şu yanıtı verir: “Çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız bize yetişemiyor.” Kökü komün geleneklerine, tarihin, toplumsallığın derinlerine uzanan bu birikimler saçmadır kapitalist rasyonalite için, o hız peşinde koşar, her şeyin sırtında “daha çok, daha hızlı” kamçısını şaklatır, koşmaktan çatlayan beygirler misali koşturur durur milyarlarca insanı. “Neden, kimin için, nasıl” sorularını hasır altı ederek “çağın gereği” ideolojisini parlatır.
Yukarıdaki hikâyenin -kitapta yok- bilimsel tabirlerle anlatımı için “spot ışığı, yıldız ışığı, gün ışığı” metaforlarından yararlanıyor Johann Hari. (bkz. Age. s. 262) (Bu arada, kitabın okunması hararetle tavsiye edilir. Bilhassa okumayan sosyalistler tahtanın önünde tek ayak üstünde durma cezasına çarptırılmalı.)
Psikoloji, biyoloji, antropoloji ve geniş anlamda sosyal bilimlerin verilerinden yararlanarak ya da düpedüz internette gezinen milyarlarca insanın eğilimlerini ampirik olarak gözleyip sınıflandıran algoritmalar yoluyla “neyin tuttuğunu” tespit edebiliyorlar ya da “tutulanın” milyarlarca kez tekrarı “trend” olabiliyor; bu yumurta-tavuk hesabının içinden çıkmak mümkün değil. Sonuç ürkütücü: Felaket haber-görüntüleri, şiddet, kötülük vb. eğilimiyle boy ölçüşebilen hiçbir şey yok internette! Popülizm diye bulanıklaştırılan, aslında faşizmin halkın en geri yönlerini kışkırtması-sömürmesi-örgütlemesi olarak özetlenebilecek geleneksel yöntemin modern ve belki de daha tehlikeli versiyonu değil mi internetin ürettiği-beslediği “kitle kültürü”?
Bir kere hızlı veri akışı, onu işleme/anlamlandırma kapasitesinden yoksun (bu bizim biyolojik sınırımız) insanı strese sokuyor, daha çok-daha hızlının peşinden koşmak sürekli bir yetersizlik hissini körüklüyor, bunların üstüne felaketin, kötülüğün, saldırganlığın trend olarak ezici üstünlüğünü ekleyin: Dört dörtlük atomizasyon, güvensizlik, kolektif stres, saldırganlık, kabalık ve toplumsalın yıkımı arenasına, modern distopyaya hoş geldiniz! Alternatifinin (sosyalizmin, tutarlı demokratizmin) olmadığı yerde bu çapta bir güvensizlik, endişe, stres ve saldırganlıkla karakterize toplumsal/“kültürel” vasat sığınacak “devlet baba” arar; faşizmin “kitle kültürünün” vasatı/zemini (diğer pek çok şeyin yanı sıra) budur ve gidişat güçlü bir devrimci dirençle karşılaşmazsa korkarız ki 20. yüzyıl faşizmlerini mumla arayacağız; çünkü kapitalizmin çürü(t)me düzeyi önceki yüzyılı fersah fersah aşmıştır: Bu “tarlanın” zehirli meyvelerini düşünmek bile ürkütücü…
Biraz daha devam edelim bu “daha” bahsine. Her şeyi öğrenmek istiyoruz, her yeri görmek, “en” bilgili olmak, daha çok görünmek, göstermek, vs. Bunun mümkün olmaması bir yana -insan en fazlasından kendini aldatabilir bu bahiste- kolektif bir narsistik kişilik bozukluğunu körüklediği açık değil mi? Neden “en…” olalım? Gerekli mi, olabilir mi, olsa ne olur?.. Herkesin “en…” olmanın peşinde koştuğu yerde bizim farkımız ne ya da hep beraber “en…” olsak “yarış” hangi düzlemden başlayacak, nereye kadar sürecek? Bireyselliğimizin, özgünlüğümüzün, “en olma” arzumuzun peşinden koşarken -milyarlarca insan bu histeriye kapılmışken- hep beraber sürüleştiğimizin farkında mıyız?
“Bir tık fazla alma” sevdası bizi nereye sürüklüyor? “Marifet iltifata tabidir” demiş eskiler, bir marangozun, ayakkabıcının, terzinin, iyi bir yazı yazan yazarın eserinin beğenilmesini istemesi gayet insani bir arzudur. Fakat yediğini, içtiğini, s… “göstererek” -ki çok ayıptı bir zamanlar bunlar- “tık almaya” çalışmak nasıl bir “marifettir”? İnsani arzularla bir alakası var mıdır bunun?
Uzatmayalım ve Google’ın dudak uçuklatan servetine takılıp kalmayalım; onu da yaratan kapitalist sistemin yapısal, çürütücü, insanı insanlığından çıkaran, nesneleştiren, yabancılaştıran, tahripkar özellikleri bağlamında anlamaya çalışalım başımıza gelenleri; hatta “en… olma” ve modaya uydurulmuş “özgünlük” arayışlarımızı da…
“Bir kişinin ortalama uyku süresi 1942’den bu yana bir saat azalmış durumda.” (age. s. 72)
İnsandan-hayattan çalınan, daha fazla üretim-tüketime ayrılan, kapitalist azami kâr makinesinin dişlileri arsında tükenip giden milyarlarca saat-hayat…
“Ortalama ABD’li 2020’de günde 13 saat TV izledi.” (age. s. 268) – Yorumsuz.
“Topluca kilo aldık. 1960-2002 arasında bir yetişkin ortalama on kilo aldı.” (age. s. 154)
Genetiğiyle oynanmış gıdalarla “şişen” fakirler, kilo vermek, fit olmak için harcanan milyarlar ve Afrika’da açlıktan kırılan insanlar…
“Covid esnasında çalışma saatleri arttı, kapanmanın ilk bir buçuk ayında ABD’de ortalama bir çalışan günde üç saat fazla çalıştı” (age. s. 192) “Çalışma saati kavramı ortadan kaybolmuş durumda, hepimiz her an göreve hazır yaşıyoruz.” (age. s. 194)
19. ve 20. yüzyılın (sekiz saatlik iş günü gibi) kazanımları adım adım kemirildi (eennn ileri esnek çalışma, kalite çemberi modelleri şöyle dursun), emekçinin bedeni, aklı, ruhu 24 saat talan edilebilir hale geldi; ve tabii fazla çalışmanın doğal tamamlayıcısı işsizliğin artışıyla, hatta “artık nüfusla” birlikte. Bu tabloda (hala!) “çalışmanın erdemini” kutsayan, sosyal yardım alanı “asalak gören” (ki, faşistlerin de temel argümanı bu), çöpçü-doktor maaşı kıyaslamasına giden “sosyalistlerle” karşılaşmak tek kelimeyle “tahammülfersa”!
Uzatmaya gerek var mı? Sistemin “kurucu ilkesini” hatırlatarak noktalayalım yazıyı.
“Sanayi Devrimi’nden bu yana ekonomilerimiz yeni ve radikal bir düşünce etrafında şekilleniyor dedi (Norveçli bilim insanı) Thomas Hylland Eriksen: Ekonomik büyüme. Her ekonominin -ve içinde yer alan her şirketin- her yıl gitgide büyümesi gerektiğine dönük bir inanç bu. Başarıyı böyle tanımlıyoruz.” (…) Ekonomik büyüme toplumu düzenleyen merkezi ilke. (abç.) “Yeni pazarların yokluğunda her yıl büyümesi gereken ekonomi bize aynı sürede gitgide daha fazla şey yaptırmak zorunda kalıyor (…) gitgide daha fazla hız gerektiren bir ekonomik makinenin içinde yaşıyoruz.” (age. s. 275)
Taylorizm ve benzer saiklerle icat edilen Fordist çalışma modeli (bant sistemi), işçiyi akıp giden banttaki işe uyum sağlamaya zorluyor; uyum sağlayamazsa -üretimi aksattığı için- eleniyor, uyum sağlarsa bandın/makinenin eklentisi haline gelerek fiziksel, moral, entelektüel olarak tükeniyor, insanlıktan çıkıyordu; kapitalist azami karın işçideki “karşılığı” buydu.
İnternetin, facebook, twitter/X’in, tiktok, instagram’ın “işleyiş dinamiği” bundan farklı mı? Değil. Durmadan akıp giden ve Fordist banttan farklı olarak zoraki değil gönüllü kölesi olduğunuz bu “banttan” bir an olsun koparsanız “elenirsiniz”. Tuvalette bile “çalışmaya” devam etmek zorundasınız ve üstelik en ilkel yönlerinizi kışkırtarak sizi bir tür bağımlılığa zorlayan bu “bantta” “gönüllü köle” olmuşsunuz”. Sizi tüketen, toplumsallığı yıkan bu “çalışma düzeni” ile sistemin patronlarının ve devletlerin neler yaptığını, neler elde ettiğini yazı boyunca göstermeye çalıştık, gerisi -hiç olmazsa bireysel hayatınızı düzenleme bağlamında- size kalmış…
Eşeğini dövemeyen semerini dövermiş; interneti döverek bu teknolojiyi üreten kapitalizmi aklamanın alemi yok. İnternet, kapitalizmin ürettiği ve doğal olarak ona hizmet eden bir “türev alettir”. Kısmen değil tamamen insanlığın hizmetine girmesi dar, bencil, yıkıcı burjuva çıkar zincirlerinden kurtarılmasına bağlıdır; yani internete değil, onu da üreten, hizmetine koşan kapitalizmin köküne baltayı vurarak yeni, sınıfsız bir dünya ufkuna açılmaya…
Verili haliyle, internet dahil elindeki tüm “aletlerle” kapitalizm; 1) doğayı-dünyayı tüketiyor, yaşamın temellerine asit döküyor, 2) toplumsallığı, toplumsal insanı, tek sözcükle “insanı” tüm tarihsel birikim-kazanımlarından uzaklaştırarak insanlıktan çıkarıyor…
Kapitalizmin karşısına “üretim güçlerinin önündeki engelleri kaldırarak üretimin/tüketimin gürül gürül akmasını sağlayacak” bir genelleme ile çıkamayız bugün. Marks belki de tarihin tanıdığı en yetenekli materyalistlerden biriydi ve onun diyalektiği komünizm için “çalıştı”. Ortalama ABD’linin üretim-tüketim seviyesine Hindistan nüfusunun erişebilmesi için bir değil yedi dünyanın gerektiği bir tabloda (bkz. Fikret Başkaya’nın eserleri), Marks üretim güçlerini geliştirme meselesini hiç kuşkusuz tadilattan geçirirdi. İçecek temiz su bile bulamayan Afrikalı, Latin Amerikalı, Asyalı için elbette geliştirilecek üretim güçleri; G-7’lerde (belki daha da fazlasında) ifadesini bulan “dünya” ise hız kesecek, daha az üretip, daha az tüketecek ve hatta Asya-Afrika-Latin Amerika’dan yüz yıllar boyunca “aldıklarını” sosyalist hakkaniyet bağlamında ödemenin, dayanışmanın bir yolunu bulacak-buldurulacak. Sermaye köleliğinden kurtulan insanlık daha çok üretip-tüketmede değil; daha çok dayanışmada, diğerkamlığın doyumunda insan olmanın hazzını, gururunu, mutluluğunu arayacak.
Ne ütopya ama değil mi? Evet öyle!
Uğruna tutkuyla dövüşülecek, yolun neresinde olduğumuzdan bağımsız bizi daha insan, daha onurlu kılacak muhteşem bir ütopya!
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.