Kent merkezindeki bütün sağlık kuruluşlarının hem fiziksel hem sistemsel olarak yıkıldığı depremin üzerinden bir yıl geçtikten sonra sağlık emekçilerinin çalışacak yeterli mekanı, hastaların hastaneye erişim imkanı yok hâlâ. Sağlık hizmetinde çöküşün diğer kamu hizmetleriyle kıyaslanamaz biçimde büyük olduğunu ve devletin öngörülenin ötesinde kötü bir sınav verdiğini belirten Canıvar ve Yıldırım, burada açığa çıkan boşlukta gönüllü sağlık emekçilerinin bir başka sağlık anlayışının gerekli ve mümkün olduğunu gösteren önemli bir deneyim ortaya koyduğuna dikkat çekiyor
6 Şubat depremlerinde Hatay’da sağlık sistemi bütünüyle çökmüştü. Kent merkezinde bütün kamu sağlık kurumları ile birlikte özel sağlık kurumları da fiziksel olarak tahrip olmuş, devlet uzun süre herhangi bir müdahalede bulunmamış, ne sağlık emekçileri çalışabilmiş ne de kent halkı sağlık hizmetine erişebilmişti. Kentte sağlık hizmeti gönüllü sağlık emekçilerinin dayanışma seferberliği ile mümkün olmuştu. Parklardaki revirler ve kriz noktalarından başlayarak mahallelerde, TTB-SES Koordinasyon Merkezi’nde süren bu seferberliğe katılan hekimlerden Dr. Coşkun Canıvar ve Dr. Mihriban Yıldırım’la kentte sağlık alanında bir yılda neler yaşandığını, nelerin değiştiğini konuştuk.
Sağlık hizmetinde çöküşün diğer kamu hizmetleriyle kıyaslanamaz biçimde büyük olduğunu ve devletin öngörülenin ötesinde kötü bir sınav verdiğini belirten Canıvar ve Yıldırım, burada açığa çıkan boşlukta gönüllü sağlık emekçilerinin bir başka sağlık anlayışının gerekli ve mümkün olduğunu gösteren önemli bir deneyim ortaya koyduğuna dikkat çekiyor. Canıvar bu deneyimin bir toplumsal sağlık hareketinin gelişimi açısından ilerletilebilmesinin ise sağlık emekçilerinin meslekçi sınırları içinde mümkün olmadığını, halk sağlığını kendi meselesi olarak ele alması gereken bütün bir sınıf hareketinin elinde olduğunu vurguluyor.
Kentte psikiyatrist olarak görev yapan, SES Hatay Şube Sekreteri ve Halkevleri Sağlık Sekreteri Dr. Mihriban Yıldırım da bir yılın ardından sağlık emekçilerinin kentte çalışabileceği koşullar oluşturulmadığı gibi kent halkının mevcut sınırlı sağlık hizmetlerine erişim koşullarının da oldukça sınırlı olduğunu söylüyor.
Sendika.Org’un sorularına Canıvar ve Yıldırım’ın yanıtları:
Bir sağlıkçı gözüyle, bir hekim gözüyle kentteki bir yılı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Coşkun Canıvar: Sağlıkçılar olarak bölgeye geldiğimizde ilk birkaç haftanın ardından şöyle bir akıl yürütmeyle hareket ettik: Sağlık hizmetlerinin sunumunda hem kamusal anlamda hem de özel sektör anlamında süreç durmuş, tıkanmış durumda. Hakikaten kamu binası olarak hastanelerin, birinci basamak sağlık kurumlarının bu kadar yıkılacağı bir deprem öngörüsü birçoğumuzda yoktu. Deprem ne kadar şiddetli olursa olsun hani hastanelerin bir kısmı hasar da alsa birkaçı ayakta kalır. Burada bizi en çok sarsan şey buydu, kentteki bütün sağlık hizmetlerinin durmasıydı. Depremden çok etkilenmeyen bir tek Samandağ Devlet Hastanesi kalmıştı. Bu süreçte biz ilk olarak şöyle bir refleksle yaklaştık: “Tamam şu an çok ciddi bir yıkım olduğu için sağlık hizmetleri bu noktada ama devlet buraya bir şekilde gelir…”
Oraya geçmeden, mesela okullarda böyle bir yıkım yokken hastanelerde böylesine bir yıkım olması ayrı bir tartışma konusu oldu mu?
Hatırlıyorum, kamu binalarında bu denli bir yıkım var mı, diye konuşmuştuk. İşte okullar, yerel yönetimler… Bütün sistemin hizmet anlamında duracağı şekilde bir yıkım bilmiyorum ben. Ama sağlık hizmeti duracak noktaya geldi, bir hastane haricinde. Tabii yıkılan okullar var ama çoğu ayaktaydı. Bizimkiyle kıyaslanmaz. Sağlığın bu anlamda bir özgünlüğü vardı, sistem fiziksel olarak, mekân anlamında çöktü. Birinci basamağından ikinci ve üçüncü basamağına kadar istisnasız çöktü.
Biz de buradan şöyle bir okuma yaptık. Bu kadar büyük bir yıkıntıya devlet bir refleksle gelir. Böylesine bir boşluk bırakamaz çünkü bunun çok ciddi sonuçları olur. Bu süreçte mümkün olduğunca, elimizden geldiğince müdahil olalım, ilişki ağlarımızı geliştirelim diye hareket ettik. Ama sadece gözlem yapmak, raporlamak için değil, aynı zamanda çok ciddi bir sağlık hizmeti talebi olduğu için bunları da karşılamak gibi bir refleksle hareket ettik. Ama ilk zamanki öngörümüz gerçekleşmedi, kamunun sağlık hizmeti sunma meselesinde devlet öngördüğümüz refleksi göstermedi. Birinci yıl doldu, hâlâ çok ciddi eksikler var. Yani tabii ki hizmetlerin önemli bir kısmı başladı ama depremden önceki süreçle kıyasladığımızda birinci yılda hâlâ aklımızın almadığı bir dünya şey var. Nasıl olur da doğru düzgün bir hastane binası bile olmaz? Hastanenin açılışının bile birinci yıldan sonra yapılması planlanıyor. Bu kadar boşluk bırakılacağını, sağlık hizmetlerinin bu kadar uzun süre aksayacağını kimse öngörmüyordu. En kritik kısımlarından biri o bence. Bunun çok farklı etkileri oldu. Siyasal anlamda da etkileri oldu.
Tabii sağlık denilince biz sadece sağlık hizmeti sunumundan bahsetmiyoruz. Sağlığı belirleyen bir dünya şey var. Şu an hala Hatay’da hâlâ su sorunu var mesela, sağlığı belirleyen en temel unsurlardan biri, temiz su hâlâ dağıtım yapılarak temin ediliyor. Altyapısından tut barınma, ısınma gibi sağlıkla ilgili bir dünya iş… Ulaşım mesela; birinci yılda, hastanelere gittiğimizde gözlemliyoruz ki en basitinden sistemli bir servis ağı kurup bu hastanelere düzenli ulaşımı bile sağlayamıyorlar organizasyon eksikliğinden. Birçok branşta sıkıntı yaşanıyor. Örneğin, fizik tedavi alıyorsunuz, 20 gün boyunca düzenli olarak gidip gelmek zorundasınız, üç gün gidiyorsunuz, beş gün gidiyorsunuz ama sonra gidemeyen birçok hasta var. Ya da birçok hastalığa tanı konulabilmesi için il dışına gidiliyor, bunlarla ilgili sorunlar yaşanıyor. Burada altyapı, ulaşım hâlâ geri dönmemiş olduğu için sağlık hizmetleri sistematik bir biçimde verilemiyor.
DEVLET ARTIK ‘HASTA GELEMEZ, BEN ONA GİDEYİM’ DİYE DÜŞÜNMÜYOR
Sağlıkta Dönüşüm Programı ile değişen bir şey var. Tamam ameliyat vb. sağlık hizmetlerini almak için hastaneye ulaşırsın ama daha önce sağlıkçıların sahada dolaşması diye bir şey vardı. Hastanın hastaneye gelmesindense sağlıkçının hasta olmadan ya da tanı konmadan önce insanlara gitmesi söz konusuydu. Deprem sonrasında bu yeniden tartışıldı mı? Yani bu insanların istese bile sağlık hizmetinin sunulduğu yere ulaşabileceği yol yok, araç yok, ulaşım yok… Sağlık emekçilerinin gönüllü çalışmaları dışında “İnsanların hastaneye ulaşmasını beklemektense biz insanlara gitmeliyiz” gibi bir tartışma oldu mu, emek-meslek örgütleri ya da Sağlık Bakanlığı düzeyinde?
Emek örgütleri, biz bu işin ne kadarını, nasıl yapabiliriz, mevcut durumun raporlanması dışında sahada hizmet sunma anlamında ne yapabiliriz diye hareket etti. Çünkü sahada gezerek özellikle koruyucu sağlık hizmetlerini, birinci basamak sağlık hizmetlerini sürdürmek son derece teknik bir iş ve müthiş bir çalışan sayısı istiyor. Organizasyon istiyor yani, güç istiyor, ekonomik anlamda da büyük problem. Sağlık örgütler, özellikle SES ve TTB, ilk bir iki ay bölgeye gelen gönüllü hekimler üzerinden buraya ağırlık vererek, çubuğu koruyucu sağlık hizmetlerine bükerek bunu sürdürme gibi bir refleks gösterdi. Tedavi edici hizmetler dışında bunları da yaptılar, poliklinik de yapıldı, orada sağlık hizmeti de sunuldu ama sahayı gezip birinci basamağı, koruyucu sağlık hizmetlerini sürdürme anlamında bunun tabii bir sınırlılığı var. Gönüllü hekimleri bir şekilde buraya getirteceksin, bu insanların büyük çoğunluğu da kamu çalışanı, özelde çalışanların gelme sınırlılığı var. Ama devlet açısından bakarsak bakanlık bu işi nasıl yaptı? Zaten bakanlığın genel yaklaşımı bu sahadan elini çekme yönünde. Aile hekimliği sistemi de sağlıkta dönüşümle beraber bu mantıkla kuruldu. Koruyucu sağlık hizmetlerinden, sağlık ocağı sisteminden aile hekimliği sistemine çeviren bu sağlıkta dönüşüm programı zaten sağlıkçıların yani hekimin, ebenin, hemşirenin, sağlık teknisyeninin köyde, beldede, sahada olma durumunu azaltan, bu işi daha çok birinci basamakta da tedavi hizmetlerine yıkan, koruyucu sağlık hizmetlerini ikinci planda bırakan bir refleks olduğu için bütün kurumsal refleks böyleyken depremden sonra tersine dönmeleri mümkün değildi. Kaldı ki birinci basamaktaki tedavi edici hizmetleri bile sürdüremediler. Bir yıl geçmesine rağmen hala Aile Sağlığı Merkezi (ASM) binaları yok ve var olanlar dönüşümlü kullanılıyor.
Mihriban Yıldırım: Sağlık hizmeti sunacak olan sağlık emekçilerinin barınması ile ilgili, onların çalışmasıyla ilgili koşullar da bir yıl geçtiği halde sağlanabilmiş değil. En önemli şeylerden bir tanesi oydu belki de, hizmetin aksamadan devam edebilmesi için. Hâlâ oradayız. Sağlık emekçileri açısından büyük bir belirsizlik var. Sağlıkçılara yönelik yaşam ve barınma koşulları ile ilgili özel bir çaba gösterilseydi kente dair daha iyi bir tablo olabilirdi.
Birçok eylem oldu, hastane önlerinde… Samandağ’da olmuştu mesela. Hiçbir geri dönüş olmadı mı?
Coşkun Canıvar: Orada daha çok hastane kaynaklı problemler vardı, bir kısmı çözüldü ama barınmayla ilgili sorunlar hala devam ediyor.
Mihriban Yıldırım: Şöyle bir şey de var. Bizim son zamanlarda gezip sağlıkçılardan dinlediğimiz şu, artık talep etmekten vazgeçmek. Mevcut koşullar daha iyi olmayacak zaten diye bunu kabullenip istesek de olmuyor gibi bir kabulleniş hali söz konusu.
Coşkun Canıvar: Hâlâ çok yüksek sayıdaki nüfusa az sayıda hekim, hemşire, ebe hizmet vermeye çalışıyor. Devletin hiç böyle bir refleksi olmadı. İşte hasta gelemiyor biz gidelim gibi bir kaygıları olmadı.
Sağlık emek-meslek örgütlerinin böyle bir önerisi oldu mu?
Raporlamalarda ve açıklamalarda çok fazla öneri sunuldu tabii ki. Somut konuşacak olursak aşılamayı nasıl yapacaksınız? Kim nerede yaşıyor bilmiyorsunuz, çadır kentler konteyner kentler düzensiz. Göçmenler var, sonuç olarak bulaşıcı hastalıklardan söz ediyoruz. Toplumu tümüyle kontrol etmediğiniz zaman belli bir alanda verdiğiniz koruyucu sağlık hizmetlerinin bir anlamı kalmıyor. Öncelikle sahaya hâkim olmanız gerekir. Buna hâkim değil. Aşı meselesi haftalarca şöyle gitti. Bireysel olarak eğer o bölgedeki aile hekimi kendisi bir sorumluluk hissediyor ve kendisi bu işi yapıyorsa bulunduğu bölgeye aşılama yapıldı, aşı takibi yapıldı, gebe izlemleri yapıldı, çocuk izlemleri yapıldı ama bireysel olarak hekim vicdanen bunu yapmadıysa, yapamadıysa ya da yapacak durumdaysa, çünkü onlar da depremzedeydi, bu hizmetlerin peşinden koşan hiçbir kamu gücü yoktu. Bizim emek örgütlerinde de seçime kadar olan süreçte birkaç ay boyunca sahada özellikle bulunmaya çalıştık. Poliklinikleri kapattık, buraya gelen arkadaşlara daha çok saha faaliyeti, daha çok gebe, izlem, takip edelim, yönlendirelim gibi o işler hallolsun diye bir refleks aldık. Tabii ki bunun yeterli olduğunu da söylemiyorum, asla yeterli değil.
Mihriban Yıldırım: Olması gereken modeli gösteren bir şeydi. Sağlık Bakanı buraya ara ara ziyarete geldi. Bakanın yaptığı ziyaretlerde de basına yansıyan kadarıyla da görülmüştür, hep hastane ziyaretleri, Defne Devlet Hastanesi açıldığında ziyareti oldu. Onların da birinci basamakla ilgili hiçbir tasarrufları, ziyaret düşünceleri yoktu, bakan geliyor onun öncesinde özel bir hazırlık yapalım falan gibi bir düşünceleri hiç olmadı. Hastane de reklam aracı gibi kullanıldı. Buradaki sağlık durumunu hastane odaklı bir yaklaşımla tartıştılar. O bile çok yetersizdi. Birinci basamak hiç tartışılmıyordu. Aile hekimliği sistemi sağlık sisteminde eleştirisi verilmesi gereken bir yerde duruyor. Birinci basamak, bu sistemde aile hekimliği sistemi. Aile hekimliği sistemi de kendisine ait olan nüfusa hizmet veriyor. Ama aile hekimlerinin de nüfusu dağıldı, aile hekimi bir yere gitti, ASM’si yıkılan oldu, konteynır ASM’si olan oldu, ölen oldu, il dışına giden oldu, il içerisinde hareketli bir nüfus oldu. Orada devlet bununla ilgili özel bir organizasyon yapmadı, bir akılla girmedi oraya. Aile hekimlerinin sorumluluğuna bıraktı, “yapacaksınız” diye. Ama mevcut sistemle bunu yapamazlardı zaten. Çünkü onun kendi bulunduğu mahallede kendi nüfusu belli ve ona hizmet sunuyor. Ama nüfusu ortadan kalktığında biri Antep’e gitmiş, biri Ankara’ya gitmiş, nüfus dağılmış… Bunlarla ilgili sıkıntılar yaşandı. Takibi yapılmamış gebe, aşısız çocuk, bunların performanslarıyla ilgili de sorunlar yaşandı. “Çocuk aşılı değilse…”, “gebe takipli değilse…” gibi böyle performans hesaplaması yapılan şeyler de var. Orada inisiyatifi ve sorumluluğu aile hekimlerinin üstüne attılar. Hatta konteynır ASM’lerin ihtiyaçlarını bile… Birinci basamakla ilgili riskler nelerdir, hekimi gönderdikleri bölgede hangi salgın riski var, hangi hastalık riski var, aşılamayla ilgili durum ne, buna dair bir planlama yerine aile hekimine “Sen konteynırını kur, ASM’ni aç ve çalışmaya başla” dendi.
Sizin bu süreçte mesleki sınırlarınızın ötesine geçip yaptığınız işler de oldu. Üzerinize “Halk Sağlığı İçin Buradayız” önlüklerini geçirip mahallelerde halkın arasına karışarak asbest tehlikesine karşı uyarı konuşmaları, toplantılar yaptınız. İlk günlerde belli bir düzen oturmadan kurulan revirlerde bulundunuz. Bu deneyimin bize öğrettiği yeni bir şey var mıdır? Yoksa olağanüstü durumlarda olur böyle şeyler ve şimdi de normalimize mi döndük?
Coşkun Canıvar: Bir defa şunu söyleyeyim, müthiş bir deneyim. İstanbul kısmını iyi bildiğim için söyleyeyim. Birçok insanın buraya gelmesi, burada bir süre bulunması, koordinasyonda doğrudan çalışması, yapılan işlere bir şekilde şahit olması, kendi içinde bulunması… Bu önemli bir deneyim. Bu denli bir yıkımın, devletin bütün kurumsal yapılanmasının darmadağın olduğu bir şeyin sahada gözlemlenmesi bile bir deneyim. Düşünün yani 1 buçuk milyon nüfuslu bir şehre geliyorsunuz ve bu şehrin 1 milyondan fazla nüfusunun bütün sağlık hizmetleri durmuş neredeyse. Sen de burada kendinin ne yapabileceği üzerine bir çalışma yapıyorsun. Bu hiçbir şey yapmasa bile kurucu bir deneyim. “Biz bunu inşa etmek durumunda kaldığımız zaman neler yapabiliriz?” Bu refleksi uyandıran bir yönü var, bu çok kıymetliydi. Bu ne kadar uyanmıştır, bizim hafızamızda ne kadar kalmıştır, daha sonra ne işimize yarar, üzerine spekülasyon yapılabilecek bir şey değil. Zamanla göreceğimiz bir şey. Belki de hiçbir şey kalmaz. Başka süreçlerle pekişmesi gerekiyor. Ama burada yaşanan deneyimin insanlarda böyle bir duyguyu uyandırdığı kesin. En azından biz şunu yapmadık. Bu işi bir “zor durumda mağdur insanlar var, biz de gidelim, yardım edelim” hikâyesiyle kurgulamadık. Bakın burada kamunun bütün gücü çökmüş, biz inşa etsek neye öncelik veririz, neyi nasıl yapabiliriz, nasıl organize ederiz üzerine düşünen, akıl yürüten bir şey olduğu için bu önemli bir deneyim. Ama bu ileride başka şeylerle birleşirse anlam kazanır, birleşmezse bir hikâye olarak kalır.
“Toplumsal sağlık” bir hareketse, burada sağlık emekçisi ile sağlık emekçisi ya da profesyoneli olmayan mağdurun da bu hareketin bir parçası olabilmesi… Bahsettiğiniz su, yol, toz vb. işlerinde örneğin. Burada bir olanağın göründüğü ama kullanılmadığından söz edebiliriz. Siz bu olanağa az önce bahsettiğimiz çalışmalarda temas ettiniz. Sizce bu pandemi, afet gündemlerde bir gereklilik olarak anılsa da bu olanaklar neden kullanılmıyor ve bu potansiyel neden harekete geçirilmiyor?
Benim oraya bakışım net açıkçası. Tarihsel olarak bizim meslek örgütü, sendikal faaliyetteki genel hareket tarzımızın nasıl şekillendiği ile ilgili bir şey. Toplumsal sağlık ya da halk sağlığı hareketi diye bir şey konuşursak mesela, şu an halk sağlığı diye bir bilim var, yerleşikleşmiş. Ama bunun kurulması 19. yüzyılda bir işçi sınıfı hareketi ile oluşmuş. Halk sağlığını aslında talepleriyle, direnişiyle bir sınıf hareketi kurmuş. Bu şekilde kurumsallaşmış. Ama daha sonra çok mesleki sınırların içerisine girmiş. Yani meslek mensuplarının yaptığı, sağlıkçıların yaptığı bir işe dönüşmüş halk sağlığı uygulamalarının kendisi de. Hatta bu bir yan dal olmuş, uzmanlık dalı olmuş falan… Öyle olunca bugünün hareketleri bu işe çok bilimsel ve çok teknik indirgemeci bir yerden bakıyor. Çok da meslekçi bir yerden yaklaşıyor. Bu, sol-sosyalist hareketlere de çok fazla nüfuz etmiş bir şey. Bizim buradaki işimiz ne, sorusunun cevabı buradan çok etkileniyor.
Devletin sağlık hizmetini nasıl yaptığı, nasıl sunduğu bizim de nasıl sunacağımızı aslında çok belirlemeye başlıyor. Onun için bu söz ettiğin imkanları kullanmak çok zorlaşıyor. Bu perspektifle sahaya çıksan bile sağlıkçı olarak, birdenbire kendini tamamen sağlık problemleri danışılan, bunu poliklinikte değil de sokakta yapan bir sağlıkçı olarak buluveriyorsunuz. Çünkü toplumda da müthiş bir kanıksama var. İşte sağlıkçının bilgi birikiminden ben nasıl fayda sağlarım hikayesi.
19. yüzyıl için söylediğimiz, bir halk sağlığı hareketi olarak kurulan şey bugün çok teknik, mesleki sınırlarına daralmış, başka bir yapıya dönüşmüş. Sadece o mesleğin mensupları açısından değil, toplum da bunu böyle kanıksıyor. Bu hukuk için de böyle, eğitim için de böyle, başka alanlar için de böyle. Eğitim de bir halk sağlığı hareketi olabilir, her anlamıyla, hukuk da böyle ele alınabilir. Ama bunlar artık teknik alanlara bırakılmış, o meslek mensuplarına bırakılmış işlere dönüşüyor ve biz de bunu hareket yapısı olarak kabulleniyoruz.
Bu senin sorduğun soru da önümüzdeki en önemli bariyer. Bir kısmı kendi kendimize koyduğumuz bariyer. Bir kısmı da toplumun tamamının bunu böyle kabul etmesi, böyle içselleştirmesinden dolayı doğal olarak ortaya çıkan, biz öbür tarafa çubuğu büktüğümüzde de ortaya çıkan bir problem. Burada mahalleye gelip, asbeste dair bir hikâyeyi anlatıp bakın bu asbestin bir dünya teknik yönü var ama bu aslında bir halk sağlığı problemi ve biz de buna sahip çıkarak engelleyeceğiz, bunu yapabiliriz dediğimizde bile bunun geri dönüşleri hızla oluşmuyor. İşte ne oluşuyor? Acaba ben bundan kanser olur muyum, hasta olur muyum, bunu nasıl önlerim gibi bireysel kaygılar… O ideolojik hegemonya çok etkili burada.
Bizim çubuğu yeterince bükebildiğimizi de söyleyemem şimdi. Bizim genel reflekslerimiz çok meslekçi. Her ne kadar kendi örgütümüzde bunu kırmaya çok çalışsak da böyle. Bizim örgütlerimiz bunun farkında değil diyemem, bunu kırmaya çalışıyor, toplumsal sağlık tartışması açmaya çalışıyor. Ama sonuçta onu tartışmaya açmakla pratikte onu yapmak arasında bir fark var. Pratiğe değmeye bağladığın zaman bütün o teknik, meslekçi yönlerle birdenbire karşılaşıyorsun ve birdenbire kendini onları yaparken buluyorsun. Öyle bir zorluk var. O zorluğu aşabildiğimizi sanmıyorum. Ama bunu aşma çabası bile önemli bir mesele. Zihinsel olarak bu işin hiç de kolay olmadığını gösteriyor.
Devlet çekildiği zaman senin yapabilme şansın var ama sen hızla kendi hastanende kendi ASM’nde ne yapıyorsan burada da sadece onu yaptığın bir sağlıkçı pratiğine dönüşüverdiğini görüyorsun mesela. Onun için o biraz kendi zihinlerimizde de yarattığımız bir şey olduğunu fark etme şansı yaratıyor. İkili bir yönü var yani. Bence kıymetli tarafları oldu. Bu tartışmayı en azından somut olarak açabileceğimiz şeyler oldu. Ama bir yandan bu işleri yapmanın, o duvarları aşmanın da ne kadar zor olduğunu görmüş olduk yani.
Mihriban Yıldırım: Coşkun’un anlattıkları bunun bir yönü. Böyle bir şey olabilir mi diye düşündüğümüzde, koordinasyondaki deneyime baktığımda, çok alışmışız çünkü bir hastane sistematiği içerisinde hareket etmeye, işte başhekimi, yöneticisi, işin belli, işinin saatleri belli, yapman gereken iş belli. Hatta malpraktis korkusuyla senin sınırlarının çok çizildiği, neyi nasıl yapacağınla ilgili iş akışının çok belli olduğu bir sisteme alışmış bir şekilde çalışıyoruz. O açıdan ne yaptığımızdan ziyade buradaki çalışma biçiminin kendisi de ufuk açıcı bir şeydi. Çünkü sınırı belli olmayan, iş akışının belirlenmediği, belli bir formatta ilerlemediği, bilinmezde, nasıl olması gerektiğini birlikte oturup tartıştığın ve bir yöneticinin olmadığı, kolektif bir biçimde, farklı meslek gruplarının da birlikte çalıştığı…. Sağlık alanında hiyerarşi ve meslek grupları arasındaki parçalanma ve bölünme çok belirgindir. İşte hekim, hemşire, teknisyen, tekniker… Sağlık bir ekip işidir diyoruz hep ama ekibi bozacak çok fazla parçalanmış ilişkiler mevcut sağlıkta. TTB- SES Koordinasyon Merkezi’nde farklı meslek grupları da geldi, SES’ten de birçok sağlık emekçisi arkadaşımız geldi, hekimler de geldi. Orada bir ekip olma haliyle de çalışıldı, ortak kararlar alındı. Onun bile olmuş olması, böyle alışık olduğumuz sistemin dışında bir çalışma biçimi oluşturmak bile çok kıymetli bence.
O zaman şöyle soralım. Şimdi hastanenin bir hiyerarşisi var, ekonomik motivasyonlar var, o yönetiyor ve bir sistemin işlemesini sağlıyor. Burada o yok diyorsun. Peki burada çalışmayı sağlayan ne? Afet durumunun aciliyeti mi, nedir?
Hastanede sisteme entegre oluyorsun aslında. Burada belki çok abartılı olabilir ama bir özyönetim gibi, kendi kendini yönetiyorsun. Bence öyle bir şeydi. İhtiyacı birlikte belirlediğin, bir kendini gerçekleştirme hali bence.
Coşkun Canıvar: Biraz kurucu rolün öne çıktığı, mevcut normal standartlarda kendi önüne koyulan şeyi uygulayandan ziyade sorunla soyut bir şey olarak değil somut birebir karşılaştığın bir deneyim.
Mihriban Yıldırım: Edilgenden çok etken bir konuma geliyorsun. Çünkü resmi görevini yaparken insanları en çok yıpratan şey şu: mesleki bilginle değil de orada ne yapman gerekiyor, sistemin akışında neyi doldurman gerekiyorsa edilgen bir şekilde onu yapıyorsun.
Peki şu an sen, yavaş yavaş sistemini, düzenini oturtan hastanede de hekimliğine devam eden bir psikiyatrist olarak gönüllü çalıştığın dönemde mahallelerde ya da TTB SES Koordinasyonunda yürüttüğün çalışmayla hastanedeki çalışman arasındaki farkı nasıl anlatırsın?
Sahada çalıştığım dönemde gerçekten kendi sınırlarımı zorlandığımı ve işe yarar bir şey yaptığımı hissediyordum. Belki bu deneyimim olmasaydı, uzman olarak bir yerde çalışıyor olsaydım, sistemin sınırlarına daha çok takılıyor olurdum. Örneğin, hastanede sistem gittiğinde hasta girişi yapamazsın hasta bakamazsın. İlk refleksim benim öyle oluştu. Hastanede sistem gittiğinde “Hocam hasta kaydı yapamıyoruz hasta da alamıyoruz hasta bakamayacağız…” deniyor. Sonra düşündüm, biz sanki sahada çalıştığımızda hasta kaydı alıp mı hasta baktık.
Bu sağlık politikasıyla ilgisi olmayan teknik bir şey değil mi?
Yine de sağlık politikası ile ilgili. Normalde olsa dersin ki bu sistem şu an buna izin vermiyor, bu kadarını yapabiliyorum, buranın sınırlarının dışına çıkamam dersin. Sahada ihtiyacı olana gidiyorsun, benim işim bu ve yaratabileceğim alan varsa yaratıp işimi yaparım. Ama sistemin sınırının içindeyken onun teknik koşulları izin vermiyorsa yapmıyorsun.
Peki bu kısıtların ötesine geçersek, mesela siz şu an ayda bir hafta çalışıyorsunuz, neden?
Hastanede tam zamanlı çalışmanın koşulları hazır değil. Ama hastalar da gelemiyor zaten. Benim psikiyatri polikliniğim Hatay’ın psikolojik durumu ile ilgili veri alabileceğim bir yer değil. Herkes sanıyor ki normalde psikiyatri polikliniğine çok hasta geliyordur, orada çok ihtiyaç var… Öyle değil, çünkü hasta gelemiyor. Geçenlerde bir hasta hastaneye gelecek diye, 500 lira gündelik çalışıyor, 300 lirasını taksi parası vermiş, cebinde 200 lira kalmış, bize şey soruyor, yazdığınız ilaçları eczaneden alırken para ödeyecek miyim diye soruyor. Ya da şu an mesela randevu sistemi var, randevu olmasa bile hastalara bakıyoruz ama en önemli şey, hasta gelemiyor. Günde maksimum 40-50 hastaya bakıyoruz. Şu an Hatay’ın ihtiyacı günde 40-50 hastaya bakacak bir psikiyatri polikliniği midir? Hatay’ın psikolojik durumuyla, psikiyatrik tablosuyla ilgili veriyi sunacak yer.
Coşkun Canıvar: İnsanlar deprem öncesi zamanda talep ettikleri sağlık hizmetlerinin bir kısmını artık talep etmiyorlar. Onları da normalleştiriyorlar. Yani onu öteliyorlar biraz. Gitmek zor, şu an uğraşması gereken birçok problem var, orada sağlık hizmeti onlardan sadece biri.
Şu anda yaşamın her alanı tamamen problemden oluştuğu için sağlık problemi onlardan sadece biri ve insanlar da öteleyebiliyor, onlar için daha kritik problemler var. Ama sağlık hizmetleri açısından daha genel bir bilgi olarak şunu söyleyebiliriz. Sonuçta burada bir iki devlet hastanesi var, onlar da ilçelerde. Onun haricinde bütün ikinci ve üçüncü basamak devlet hastaneleri çökmüş, sağlık emekçilerinin büyük bir kısmı şehir dışına gitmiş, orada bir başka düzen kurmuş, dönüşümlü çalışma sayesinde geliyor burada bir hafta ya da iki hafta çalışıyor, geriye kalan zamanını da orada geçiriyor. Mevcut çalışan sayısı azalmış, azalmış olan içinde de dönüşümlü çalışma yaptığın zaman, normalde bir branştan bir hastanede birkaç poliklinik varsa bu şu an bire düşmüş.
Mihriban Yıldırım: Poliklinik de yok. Konteynırlardan oluşan bir hastane. Hepsi burada olsa çalışabilecekleri mekân yok.
Coşkun Canıvar: Şöyle bir örnek verebilirim, birkaç gün önce Eğitim Araştırma Hastanesi’nde bir ziyaret gerçekleştirdik. Yeni atanan tıbbi sekreterlere sizin dönüşümlü çalışmanız bitti, hepiniz geleceksiniz denmiş. Bunların hepsi çıkmış gelmiş, bir poliklinik var üç tane tıbbi sekreter var ve oturacak yerleri dahi yok. Yapacağı iş zaten yok. Mesai saatlerinde akşama kadar vakit geçirebileceği mekân bile yok. Şu anki kapasite üçte birine, dörtte birine düşmüş. Yani sağlık hizmetleri her anlamıyla daralmış. Hem mekân hem sağlık çalışanı kapasitesi… Bunları nasıl sürdürebileceklerini de bilmiyorlar, hala müthiş bir organizasyonsuzluk devam ediyor. 1 Şubat’ tan sonra Antakya Eğitim ve Araştırma Hastanesi tüm personeliyle tam zamanlı çalışmaya geçecek mesela. 1000 yataklı hastanenin kapasitesi 40 yatağa düşmüş. Yeni açılacak 6 Şubat’ta, Erdoğan gelip açılışı yapacakmış, sonra tam zamanlı çalışmaya geçecek. Bu kadar sağlık emekçisinin nerede barınacağı tam bir muamma. Zaten yakınlarını vs. buraya nasıl getirecekler, sürekli burada bulunma hali bambaşka bir şey. Bir hafta çalışıp konteynırda kalıp gitmekle, sürekli burada kalmak arasında ciddi bir fark var. Talep toplamışlar, kalacak yer ihtiyacınız varsa bize bildirin falan diye… “Bu problem nasıl çözülecek” diye sorduk. Başhekim şu çok kritik cümleyi söyledi bize: “Vallahi, başhekimin çalışanların barınacağı yeri ayarlamak gibi bir görevi yok” Bilmiyorum diyor yani. İkincisi “Bu benim işim değil” diyor. “Ben başhekimim, hastanedeki işler benim işim” diyor yani. “İnsanların mesai saatleri sonrasında nerede kalacağı benim problemim değil” diyor. Bunu kurum yöneticisi bile kabul ediyor yani. Bu iş çözülmemiş durumda.
Söyleşi: Ali Ergin Demirhan