Kobanê Davası, Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın savunmasıyla devam ediyor. Demirtaş, özerkliği en başından beri savunduklarını, bunun bir suç olmadığını, aksine halkların birlikte barış içinde yaşamasının yolu olduğunu ifade etti
Sincan Cezaevi Kampüsü’nde görülen Kobanê Davası, Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın savunmasıyla devam ediyor. Edirne F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nden SEGBİS ile duruşmaya katılan Demirtaş, özerklik talebinin kriminalleştirilmesine, özyönetim ilanları sonrasında Kürt illerinde yaşanan çatışmalara değindi.
Demirtaş, özerkliği en başından beri savunduklarını ifade etti. Şu an DEM Parti de dahil olmak üzere tüm partilerinin programlarında yer aldığını, parti programlarında yer almasının, sloganlarına yansımasının, bu sloganlarla seçim çalışması yürütmelerine karşı bir soruşturma bile geçirmediklerini hatırlattı. Demirtaş, özerkliğin halkların birlikte barış içinde yaşaması için en uygun model olduğunu söylerken Demokratik Özerklik anlayışlarını, hedeflenen işleyişi de detaylarıyla anlattı.
“Birlikte yaşamak istiyoruz ama muhatabımız yargıçlar hakimler oluyor” diyen Demirtaş, özerkliğin terörle birlikte anılamayacağını, Kürt sorununun nihai çözümü olduğunu ifade etti.
Demirtaş’ın savunması şöyle:
“Tarihe bir not düşelim” diyen Demirtaş, “Dün savunmamı ‘kendini bil’ desturu üzerine kurmuştum. Bugün yine savunmamı ‘hiçbir şey göründüğü gibi değildir’ temelli üzerine oturtmak istiyorum. Çok kısaca gerçekliğin göründüğü gibi olmadığını size açıklayayım. Öncelikle duyularımız ile elde ettiğimiz veriler beyinlerimize ulaşır ama dış dünyada olan biten her şeyi ne alabilecek duyularımız ne de beynimiz var. Yüzde yüz çalışsa bile bir saniyelik temasta bize dönük akan verilerin bir saniyesinin tamamını alamaz. O nedenle dış dünyaya dair gerçeklik algımız son derece sınırlıdır. Birey olarak iç dünyamıza ve kâinata dair bilgimiz sınırlıdır. Biz kendimizi kral olarak görürüz, insan kendini dünyanın merkezi düşünür. Ama dış dünya, veriler, bilgiler, bilimsel işleyişi göz önünde bulundurulduğunda biz bir noktadan ibaretiz. Çoğu zaman sosyal ve toplumsal olayları incelerken çoğu şeyi algılayamayız” dedi.
İnsanın sonsuz olan evrende tüm bilgiye sahip olamayacağını dile getiren Demirtaş, “Ben savunmaya başlarken bile edindiğim bilgi şurada gördüğüm bilgi ile sınırlı kaldı. Çok sınırlı bilgi beynime ulaştı. Bu sınırlı bilginin tamamını da alamadım. Bu ortamın fiziki koşulları, kimliğim, yetiştirme tarzım hepsi bir elek görevi gördü ve gerçek bilginin çok az bir kısmının beyne ulaşmasını sağladı. Bizim, ‘kainat bilgisine sahibiz’ gibi bir iddiamızın olmaması lazım. Bilgi akışkan, değişkendir. Biz bu verilere asla tamamıyla hakim olamayız. Gördüğümüz şeye hakikat deriz, bilgi deriz ama mutlak değildir” dedi.
“Doğada renk sadece ışıkta var. Ama biz dünyayı renkli görürüz” diyen Demirtaş, “Şu anda biz renk görebiliyoruz çünkü ışık var. Her elementin ışığın frekansına göre yansıması farklıdır ve bu şekilde oluşan rengi görürüz. Biz her şeyi renkli görürüz. Oysa hiçbir şey renkli değildir. Her şey renksizdir. Sadece ışık renk oluşturur. Bu iki bilgiden yola çıkarak, sosyal ve toplumsal olaylara ışıksız bakarız; gördüğünüz her şey yanlıştır. Bugün savunmada değineceğim meseleler de böyledir. Gerçeğin çarpıtılmış halidir. Herkes kendi çapında ulaştığı kanaattir. Hendek meselelerinde de böyledir. Davada da böyledir. Heyetinizin, bizi yargılayan devletin, hükümetin, medyanın gördüğü gerçeklik; gerçeklik değildir” diye kaydetti.
İddianamede yer alan “özyönetim ilanlarına” değinen Demirtaş, “Barikatlar, hendekler kazındı, çatışmalar yaşandı. Bunları Demirtaş da savundu. Öyle mi? Değil. Biz kendi iddiamızı, iddianamemizi ortaya çıkaralım. Biz suçlu değiliz. Başka suçlular var. En başta suçlama konusu yapılan demokratik özerklik nedir, onu anlatarak başlayalım; biz kafadan mı uydurduk? Seçim beyannamelerimizi hatırlamak istiyorum. Örneğin Demokratik Toplum Partisi (DTP) 2010 yılında bir tutum belgesi yayınladı. Başlıklarından bir tanesi demokratik özerklikti. Uzun uzun okuyayım size ama temelinde halkın karar sürecinde katılımı savunulur” dedi.
DTP’nin demokratik özerklik perspektifinin yer aldığı broşürleri mahkeme heyetine gösteren Demirtaş, “Kapatılan veya değişen tüm partilerimizin savunduğu, programlarında yer alan hususlardandır. Partimiz kapatıldı ama bu hususlar kapatılma gerekçesi olmadı. Barış ve Demokrasi Partisi sonra kuruldu. DTP’nin seçim beyannamesini 2014 seçimlerinde köy köy, mahalle mahalle dağıttık. Kampanyamızın sloganı bile ‘Demokratik özerklik ile özgür kentlere’ şeklindeydi. Bu sloganımız yasaklanmadı, yasaklanamaz. Ne de illegalize edilmiş. HDP’yi kurduk. Programını açıp size okuyayım. Bu partimizde de Demokratik Özerklik kısmı var. Kadın çalışmaları da özgün bir başlıkta yer alıyor. 7 Haziran seçim beyannamesinde de aynı şekilde yer alıyor. 7 Haziran’dan sonra yapılan 1 Kasım seçimlerde de anadil, kadın başlığı ve özerklik başlığı yer alıyor. Ne demek istediğimizi seçmene anlatmışız” ifadelerini kullandı.
Demokratik Özerkliği hep savunduklarını belirten Demirtaş, “Bugüne değin hep savunduk. Sistematik bir biçimde hiçbir şekilde taviz vermeden bir düşünce siyasi program olarak savunmuşuz. Kadın çalışmalarını, anadil çalışmalarını da savunmuşuz. Partimizin bütün programlarını tüm aşamalarda seçmene vaat etmişiz. Merkezi iktidara gelirsek; gücümüz ile yapacağız. Çok sayıda çalıştay yapmışız bu konuda. Dolayısıyla özerklik fikri bir anda ortaya çıkmış ve barikat hendek ile ortaya çıkmış bir şey değildir. DEM Parti programında da vardır. Dolayısıyla özerklik terör faaliyeti olarak görülmesi doğru değildir. Şimdi bu hendek, barikat dönemine dönelim. Orada bir ‘terör’ mü var yoksa ‘terör mü estirilmiş’ birlikte bakalım. Ayrıca devlete beğendirmek zorunda da değiliz. Biz halka konuşuruz. Devlete konuşmayız” şeklinde konuştu.
Özerkliğin bir yönetim biçimi olduğunu ve savunulmasının bölücülük olmadığını savunan Demirtaş, “İnsanlar bağımsız Kürdistanı da savunabilir bu da suç olamaz. Nedir Demokratik Özerklik? Bir yönetim modelidir. Başka bir parti başkanlık sistemini önerir. Bir başkası parlamenter sistemi önerir. Bunlar hepsi fikir düzeyinde tartışılır. Faşizmi oylamaya götüremezsiniz. Ayrımcılığı, kadın düşmanlığını sunamazsınız. Ama devlet mimarisi için modelleri sunarsınız. Mesele başkanlık sistemini de önerenlere ve hayata geçirenlere serbest. Bir başka modeli savunmak ise suç, neden? Çünkü Abdullah Öcalan da PKK de ‘özerklik demiş.
Eğer beni duyuyorsa Abdullah Öcalan’a da çağrı yapmak istiyorum: Bence iki kere iki de dört eder de demeli. Hayata dair her şeyi söylemeli. Bakalım çarpım tablosu da çıkarılacak mı, görelim! Bir fikrin hayata geçme biçimi önemlidir. Eğer şiddet ile hayata geçirirseniz suç olur. Bugün kullandığımız bilimin, teknolojinin çok büyük bir kısmı Yahudiler tarafından kazandırılmıştır. Şu anda Yahudilerin şirketlerini falan protesto ediyorlar ya bence yerçekimini protesto etsinler. Kuantumu tanımayın ya da uzayı tanımayın. Bir bakalım ne olacak? Mesela asansöre binmeyin. Gavur icadıdır. Önünüzdeki mikrofonu icat eden kişi Türk’e karşı olan biri olabilir mi bilmiyorum ama örneğin onu da kullanmayın. Telefonu örneğin kullanmayın.
Bir başka şey ile devam edeyim; hilafeti savunmak, şeriatı savunmak suç değil. Bence de ifade özgürlüğüdür. Kesinlikle savunabilirler. Bunu hile ile suç ile isteyenler yapamazlar. Kürtler yüzyıl sonra bir fikir gerçekleştirmişler. Anlatmaya çalışıyorlar. Bırakın bizim Meclis’te ve basında anlatmamızı, hakimlere karşı savunmak zorunda kalıyoruz. İşte bunun adı Kürt sorunudur. Bugün İstanbul’un ortasında hilafeti savunabilirim. Başım okşanır. Ama Kürtlerin savunduğu bir modeli savunamam.
Peki nasıl bir arada yaşayacağız? Anayasa herkes Türk’tür diyor. ‘Türkçe dışında anadilde eğitim yapılamaz’ diyor. ‘Geriye kalan hiçbir dil anadil değildir’ diyor. Ortak tarihimiz var mıdır? ‘Evet vardır’ diyor. ‘Orta Asya’dan geldik şu anda devletimiz de sonucu devletimizdir. İşte kurt Asena’dan bu güne destanlarımız vardır, efsanelerimiz vardır. Bizi millet yapan ortak değerlerimiz vardır’ deniliyor. Bunlar dayatılıyor.
Bu elbiseye sığmıyoruz. Sığmamız için itiyorlar ama sığmıyoruz. Türkiye’nin yarısı sığmıyor. Olmuyor niye zorluyorsunuz. Bir Çerkes ‘Türk’üm diyebilir’, bir ‘Ermeni’ de diyebilir onu suçlayamayız. Problem de yok burada. Ama ‘Türk değilim’ diyenler konusunda sıkıntı var. Türk’üm diyenlerin başımızın gözümüzün üstünde yeri var. Kimseye bir şey diyemeyiz. Ben ne olacağım ben Kürt’üm dediğimde ne olacak? Sorum budur. Ben Kürt’üm, sosyalistim, Boşnak’ım, Çerkez’im diyenler ne olacak? İşte Demokratik Özerklik bunun için bir çözüm önerisidir. Anadolu, Mezopotamya, Trakya’sı ile çok kimliklikledir. Sosyolojik birliğini hiçbir zaman sağlamamıştır. Buna yeltenenler katliamlar yapmıştır. Ancak hiçbir zaman tek dil, tek millet olamamıştır.
Yaşama en elverişli yer burası, Nil havzasıdır. Zaten insanlık buradan yayılmış. Henüz dünya tek kıta iken dağılmışlar ve kıtalar ayrıldığında ise birbirinden ayrılmıştır. Farklılık oluşmuştur. Kuzeye göç edenlerin teni açık kalmış. Güneye indikçe yoğun güneş nedeniyle oradaki canlıların yaşayabilmesi için tenleri giderek koyulaşmıştır. Ama ilk medeniyet burada kurulmuştur. Kurulduğu yer Mezopotamya havzasıdır. 20 bin yıldır önce dünyanın merkezi burasıydı. Ama asla hiçbir zaman tek dil tek kimlik olmadı. Anadolu coğrafyasını tek dil ile yönetemezsiniz.
Şu anda tek adam ile yönetemezsiniz. Tek millet ile yönetemezsiniz arza çıkar. Kimseye kabul ettiremezsiniz. Duruşma salonunda bulunanlara kabul ettirirsiniz belki. Milyonlarca kişiye, halka kabul ettiremezsiniz. İsyan eder. Ne lazım bize o zaman, yeni bir model lazım. Kürt halkı, siyaseti ve hareketi yıllarca bunu tartıştı. Yüzyıldır bunun tartışıyor. PKK bunun son halkasıdır. Biz bir çözüm üretmek istiyoruz, mağdurlar olarak çözümü biz üretiyoruz. Birlikte yaşamak istiyoruz, mağdurlar olarak ama muhatabımız yargıçlar hakimler oluyor. Bu bir sorun işte. Adı da Kürt sorunudur.
Neden Türkiye için en uygun model Demokratik Özerkliktir? Yerelin ihtiyacı her zaman farklıdır, hızlıdır. Dünyamız, talepler dünyasıdır. Bu talepler de sürekli değişir. O yüzden dünyada bütün ülkeler yerel yönetim modellerini uygulamak zorundadır. Oysa en çok ihtiyaç duyan coğrafya burasıdır. Herkesi demokratik ilkeler çerçevesinde yönetime dahil etmektir. Herkes ‘bu devlet, bayrak benim’ diyebilsin diye. Küçük bir elit grup ya da tek adam yönetirse kutuplaşma oluşur. Dikkat edin Kürtler ve Türkler şeklinde de kamplaşma oluşmuyor. İktidar ve muhalefet olarak kamplaşma oluşur. İkiye bölünür. Bir belediyemiz vardı. Bu modeli uygulayacak ama kayyım atandı. Muhtarlara bile kayyım atandı.
Herhangi bir yerel yönetim mekanizması diğerine baskı, büyüklük taslamaz. Görevleri eşit olmalı ve anayasada bu eşitlik sağlanmalı. Kimliğe dayalı olmamalı. Bunu biz öneriyoruz. Örneğin federal bir bölgede önerebilirdir. Ya da bağımsızlık. Ancak Türkiye’de de demokrasinin gelişmesini istiyoruz. Bu siyaseten de doğrudur ama en çok ahlaki olarak doğrudur. Onun için de demokrasi istemek zorundasınız. Yozgat’ta demokrasi olmaz ise olmaz, biz rahat edemeyiz. O yüzden geniş bir uzlaşma ile Türkiye’de bunu sağlamalıyız. Bunu savunuyoruz.
Genel adalet, güvenlik, sınır güvenliği ve diğer politikalar merkezi parlamentoda olmalı. Yerel meclislerin aldığı her karar Anayasa Mahkemesi’ne denetimine tabi olmalı. Tabii özgürlükçü bir anayasadan bahsediyorum, bunlar seçimle gelmeli ve seçim ile gitmeli. Belediye Meclisi ile halk meclislerinin ayrı olması geriyor. Vali seçimle iş başına gelmeli. Bütün özerk bölgelerin resmi dili Türkçe olmalı ama her bölge hangi kimlikten olursa talep olması halinde ikinci ve üçüncü resmi dili kullanabilme. Türkçenin yanında Trakya Boşnakça resmi dil olarak kabul etmek istiyorsa bunun kime ne zararı olabilir? Örneğin Kürdistan’da Kürtçenin ikinci üçüncü resmi dil olması kime ne zararı olur? Hindistan’da onlarca resmi dil var. Avrupa’nın pek çok ülkesinde aynı şekilde resmi dil var.
Türk’ü yeniden tanımlayalım ya da Türkiyeli diyelim. Ya da istiyorsanız yüzyıl boyunca Kürt diyelim. Türk’ün ne olduğunu Anayasa tanımlayalım. Diyelim ki bu Anayasa bütün etnik kimliklerin dillerin ortak Anayasa’sıdır. Bütün yerel ve merkezi yönetimlerin ortak Anayasa’sıdır. O zaman bu sorun olmaz. Bu mümkün mü? Türklüğü bir etnik kimlik olarak çıkarıp bu hale getirebiliriz. Türk milleti diye bir millet var. Tarihi var. Bunlar kalsın. Tekçi ulus değil, çok kültürlü ve dilli bir ulus olabilir. Biz buna demokratik ulus, özerklik diyoruz. Sivil demokrasinin gelişmesi bölge meclisleri, köy meclisleri kurulabilir. İnsanlar mescide gidiyor, cemevine gidiyor. Aynı şekilde bu meclislere de gider kendi arasında seçim yapar, kararlarını bir üst meclise götürür ve taleplerinin karşılığını alır. İnsanlar birbirleri ile temas ettiği için yüz yüze olduğu için doğrudan demokrasi gelişir. Halk kendisini yönetmeye başlar. Artık bir mahalleye kanalizasyon ya da park yapılıp yapılmayacağını ancak orada halk bilir. Meclis veya hükümet bunun kararını veriyorsa bu yanlıştır. Demokratik Özerklik yüzyıllık Kürt sorunun bitirilmesinin bir vaadidir.
Hiçbir zaman bunu zorbalık ile dayatmadık. Eğer hükümet olsaydık; referanduma götürürdük. Kürtler olarak teklif sunuyoruz, yüzyıllık Kürt sorunun gelin bitirelim. Abdullah Öcalan devrede olmalı. Kiminle savaşıyorsan onunla barışırsın. İki kere iki dört. PKK’yle savaşı yürütüyorsun gidip ETA ile müzakere yürüteceksin. Böyle olur mu?
Demokratik Özerklik uzlaşma ile olur. Rıza üzerine inşa edilir. Silah ile olmaz, hendek ve barikat ile olmaz. Ben bunu ilk günden beri böyle savundum. Demokratik Özerklik silah zoruyla olmaz. Sadece ikna ile olur. Bir arada yaşamak zorla olabilecek bir şey değildir. Abdullah Öcalan’ın yapmaya çalıştığı buydu. Siyaset ve müzakere ile. Silahın özerklik ile alakası yoktur. Kim ne yapmışsa niye yapmışsa kendisini de izah edebilir.
O dönemde yaptığım konuşmalara da bakalım. Bahçeli, Erdoğan’ın yaptığı açıklamalar devletin müdahalesi ile ortaya çıkan sonuçlara dair konuşmalar yapmışız. Bizden istenen şuydu; hükümetin yaptığı şeylere sesini çıkarma. Bir tarafta devlet bir tarafta örgüt ise, hukukun uygulanmasını devletten istersin. İnsan haklarına bir parlamenter olarak kimden beklersin? Devlet olmanın gereği budur. Devlet o dönem ne yaptı? İddianamede yok. Ondan önce biz ne yaptık onu da anlatacağım. Yine gerçeklik burada göründüğü gibi değildir. Bir algı operasyonudur. Birkaç ilçede özerklik ilan edildi. Gençler polisin ilçelere girmesini istemiyordu. Ellerinde de silah yoktu. İlk başlarda böyleydi. ‘Gidip copluyorsun, baskı uyguluyorsunuz, cezaevinde atıyorsun, hendek kazmasın da ne yapsın’ demişiz.
O sırada henüz çatışmalar başlamamıştı. Biz o dönem heyet göndermişiz. Bugün hakkımızda atıp tutan Altan Tan’ı, Sırrı Süreyya, Pervin Buldan ve Hatip Dicle’yi bölgeleye göndermişiz. Bölgede giriş çıkış uygulanmış. Görüşmeler yapıyoruz. Kime ulaşılabilmişse bu durumun bitirilmesini istedik. Örneğin Silvan’da başladığında Nimetullah Erdoğmuş ve Altan Tan başta olmak üzere Diyarbakır Valiliğine gitti. Diyarbakır Valisi de gençlerin oradan çıkmayı kabul etmesi halinde elinden gelen ne ise yapacağını söyledi. O da dedi ki ‘komutanları ikna etmek istiyorum.’ Çatışmaları bitirmek için. Böyle bir uzlaşma sağlamak için elimizden geleni yapıyorduk, biz kendi görüşmelerimizi onlar kendi görüşmelerini yaptı. Bir uzlaşma sağlandı ve bir akşam sokağa çıkma yasağı kaldırıldı ve Silvan’daki grup orayı terk etti. Dönemin İçişleri Bakanlığı ve Valisi bunu biliyor, aynı şey için Yüksekova için uygulamaya çalıştık. Çünkü halk istiyordu. Ama başaramadık.
Şırnak için bir korucu geldi. Kandil’de üst düzey kişiler ile görüştüğünü söylüyordu. Ankara’ya gelmişti. Sırrı Süreyya Önder bize söyledi. O dönem güvenlik müsteşarı Muhammet Dervişoğlu yanına gitti. ‘Bu korucubaşı bunu söylüyor’ dedi. Şırnak’ta operasyonların durabileceğini söyledi. Onlar da konuyu ciddiye aldılar ve bir gün uğraştılar. Ordunun bir kademesinde tıkandı. PKK’nin içinde de tıkandı. Biz çıkmalarını istiyorduk. Ordunun izin vermesini istiyorduk ama bunu sağlayamadık. En çok Sur için uğraştık. O dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala çıksın konuşsun. Ne kadar uğraştık? Ben Kandil’e gittim. Ulaşamadım ama aracılar aracılığı ile söz almak istedim. Oradan çıksınlar diye.
Partimiz bu doğrultuda çalışıyordu. Bir gel git yaşandı ve en son ikna oldular. Çünkü biz kabul etmiyorduk. Onların da çağrı yapacağını hükümete ilettik. Hükümetten de aynı şekilde söz aldık. Dengeli bir konuşma ile ne devlet ne de başka bir tarafı kimseyi kırmadan bir konuşma yapmaya çalıştım. Siyaset ile bunu halletmeye çalıştım. Devlet benim ne konuşma yaptığımı niçin yaptığımı biliyordu. Ancak medya öyle bir şekilde verdi ki siyasetçilerden zehir zemberek konuşmalar geldi. Efkan Ala, Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan hepsi öyle sert açıklamalar yaptı ki bir iki gün geçti ki Kandil’den daha sert bir açıklama geldi. Onlar da herhalde ‘Demirtaş bizi kandırdı’ diye düşündü. Daha sonra hükümetin devletin kontrolünden çıkan bir şeye dönüştü.
Özyönetimlere yönelik Sur’da, Şırnak’ta, Nusaybin’de, Hakkari’de operasyon düzenleyen komutanlar, valiler, hatta operasyonun bir numaralısı darbeden tutuklandı. Biz çözmeye çalıştıkça neden tırmandığını anlamaya çalışıyorduk. Darbeden sonra öğrendik. Çünkü darbenin önünün açılmaya çalışıyordu. ‘Ülke bölündü bölünecek’ görüntüsünü yaratıp, darbe yapmak istiyorlardı. Günah keçisi kim oldu, Kürtler. Gençlerde sadece silah vardı. Sen ise karşısına tank ve helikopter ile çıkıyorsun. Biz o dönemde de ‘sen nasıl böyle bir şey koyarsın? ’dedik. Şehri niye yıkıyorsunuz? diye soruyorum; bana teröristlere arka çıkıyorsun diyorlar. Helikopter ile müdahale eder mi ya bir küçük mahalleye? Sıkıştırdıkları bir gruba karşı. Bir devlet bunu neden yapar nedenleri daha sonra çıktı. Devlet Bahçeli ve Erdoğan bunu biliyordu.
Devlet Bahçeli, Nusaybin için ‘taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayın’ diye açıklama yaptı. Bu şiddete çağrısı mı değil mi? Bir de size okuduğum bizim açıklamalar ile karşılaştırın. Bizim açıklamamız mı bu açıklama mı terör? Terör işte budur. Sivil gözetmeksizin orayı yerle bir etmek. Erdoğan da Bahçeli’den iki gün sonra açıklama yaptı. Ülkenin Cumhurbaşkanı top atışları ile vurulmasını istedi. F-16 neden kullanılmıyor diye tartışıldı. Gazze’ye yapılan ile aynısı o dönemde yapıldı. Şimdi biz bundan yargılanıyoruz. Savcı, Bahçeli’nin, Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun konuşmalarının niye koymuyor? Kürt halkının yaşam hakkını savunduk. İddianamedeki konuşmalarım orada duruyor. İddianamede olmayan konuşmalarımızı okuyayım size. Biz bir karar aldık ve dedik ki eylül ayında bütün bu hendek ve sokağa çıkma yasaklarının olduğu yerde miting yapma kararı aldık. Her yere gittik ve silahların susması için çağrı yaptık. Tek birinin burnu kanamasın diye konuşmalar yaptık. Bunlar niçin iddianamede yer almıyor? ‘Eller tetikten çekilmeli’ şeklinde açıklamalar yaptık. Bunu dediğimiz için neredeyse bize küfrediyorlardı. Müzakere çağrısı yapıyorduk, ama ‘terörist ile müzakere olmaz’ diyorlardı. Ama üç yıl boyunca yaptı değil mi?”
Demirtaş verilen aranın ardından sözlerine şöyle devam etti:
O dönemde yaptığı konuşmaları mahkeme salonunda okuyan Demirtaş, “Bu konuşmalarda da tek bir gencin silah tutmasına gerek olmadığını söylüyordum. Ben böyle dediğim sırada ‘Taş üstünde taş kalmasın’ diyenler vatansever, biz ise ‘terörist’ olarak gösteriliyorduk. Devlet barış istese bugün barış olur. Hemen bugün diyalog masası kurulur ve barış sağlanır. Diyalog ile sorunun çözümü mümkün iken bunu yapmıyorlar. Türk halkı bunu sormayacak mı? ‘Ülke işgal altında, bölünme tehlikesi var yalanlarını ne kadar sürdüreceksiniz?” diye sordu.
Sokağa çıkma yasakları döneminde operasyonları yürüten Adem Hududi ve diğer pek çok komutanın ismini tek tek okuyan Demirtaş, bu komutanların tümünün darbeden dolayı tutuklandığını söyledi. Demirtaş, “Medyada Sur ve Cizre’yi temizleyen komutan olarak duyurulurdu. Aynı medya darbenin ardından ‘baş hain’ diye manşet attı. Bu adam oradaki operasyonların baş sorumlusu. Gerçekten hukuka uygun hareket ettiklerine inanıyor musunuz? O zaman parlamentonun bombalanması da yalandır. O zaman iftira atıyorsunuz bunlara. Kim emir verdi bunlara? Ahmet Davutoğlu. ‘Ev, ev mahalle mahalle temizleyin’ dedi. Üç beş genci bahane ederek ilçeleri yıktılar. Karşıda bir direniş var mı o da bilinmiyor. Bakın aylarca çatışma yokken bombaladıklarını biliyorum. Bakın bir askerin itirafları var onları da şimdi paylaşacağım. Bunların kafalarında darbe planları var. Bir kaç ay sonra bir darbe planları var. Sizce kafalarında darbe planı olanlar vatanı ve milleti mi koruyorlardı?” diye kaydetti.
Demirtaş, “Bir devlet bunlar hiç yokmuş gibi nasıl davranır? Alnı secdeye giden duymuyor, sosyalisti duymuyor. Kardeşim siz bunları yaptınız. Bize iftira attınız. Kürt halkına zulüm yaptınız. Siviller, çocuklar ölüyor dedikçe bize terörist dediler. Aha size devletinizin komutanları. Bir kişi çıksın savunsun bakalım. Yüreği yeten çıksın savunsun bakalım. Hepsi darbeci ve tutuklu. Ama bunların işlediği suçlardan dolayı biz tutukluyuz. Şırnak’taki operasyonların komutasını sürdüren Semih Terzi Ankara’da devlet kurumlarını bastı. Kürt’ün evini mi basmayacak? Tank ile şehirlere girmişler. Öyle yıktılar. Hem Kürt’ün evini başına yık hem de darbe yap ve devleti ele geçir. Böyle bir rezillik olabilir mi Semih Terzi darbenin bir numaraları arasında yer alıyor. Bunların bir kısmı cezalarını yattı bitirdi bu arada. Biz hala içerdeyiz” diye konuştu.
Sadece Şırnak’ta 780 kişinin “FETÖ”den soruşturulduğunu ve 200’e aşkın kişinin tutuklu olduğunu dile getiren Demirtaş, “Sizin Kürt’e madalya takmanız gerekiyordu. Siz de darbecilere karşı savaştınız diye. Ama bunu görmüyorsunuz. Ancak size göstereceğiz” dedi.
Yaşamını yitiren çocukların fotoğraflarını mahkeme heyetine gösteren Demirtaş, “Bunları kim yaptı? Bakın anneler çocuklarını günlerce soğutucuda tuttu. Cenazesi bozulmasın diye. Burası Gazze değil, Şırnak’ın ilçesi Cizre. Buyurun, bunların ben mi yaptım? On beş kişilik bir militan grup mu yaptı bunları? Burası da Cizre bodrumları, çoğu sivildi. Çıkarmaya çalıştık. Üçlü konferans yaptık. Karşıda Sağlık Bakanı vardı. Kafalarını çıkardıklarında ateş ediyorlardı. Cizre bodrumlarında onlarca genci diri diri yaktılar. Daha sonra ‘Aşk bodrumda yaşanıyor güzelim’ dediler. O bodrumlar işte bu bodrumlar. Kürtler bunları biliyor. Bunlara insan armut değil” şeklinde konuştu.
Demirtaş, “Bunu Hamas yaptı diyebilir misiniz? Bakın biz yapmış olabilir miyiz? Ya da az önce size gösterdiğim komutanlar yapmış olabilir mi? Hangimiz daha şüpheliyiz. Biz bu halkın seçilmişleri olarak sessiz mi kalsaydık? Zulüm yok mu deseydik?” diye sordu.
Demirtaş, daha sonra “Katliam yaptık, emri senden aldık uzun adam” yazılı bir fotoğrafı göstererek, bunun bir itiraf olduğunu ve bunların yargılanıp yargılanamayacağını sordu.
Demirtaş, şunları söyledi: “Duvara ‘Devlet geldi’ diye yazmışlar. Devlet nereye geldi? Silvan’a. Kürt’ün duvarına ‘Piçler nerede?’ diye yazmışlar ve üstüne de Türk bayrağı çizmişler. Ben Türk bayrağını bir siyasetçi olarak Kürt’e nasıl sevdireceğim? Hadi gel de sev sevebiliyorsan. Bakın bir başka duvar yazısında Allah’ı da işin içinde karıştırmışlar. Allah’ın zaferi diye yazmışlar. Halkları birbirine düşürmek için neler neler yaptılar.
Hiçbir savcı hakim darbeden önce sen Şırnak’ta, Hakkari’de ne yapıyordun diye sormadı. Biz mi halkları kışkırtıyoruz? Biz zavallı, korkak olduğumuz için mi barış diyoruz? Bunlar yüzünden 7 yıldır bizi hücrede tutuyorsunuz. Bunların işlediği suçtan dolayı Kürdü cezalandırıyorsunuz. Bakın burada (fotoğraf gösteriyor) Kuran’ı Kerim yakmışlar. Hakkari’de yaktılar. Bunlar bulundu mu, ceza verildi mi? Bu döneme ilişkin savunmaları bu detaylar ile yapmak da istemiyorum. Neler yapmadılar ki bize? Bütün o acıları durdurmaya çalışırken yetmezmiş gibi terörist katil olarak cezaevine atıldık. Bunu yapanlar ise keyif yapıyor.
Tek tek evlere girerek, altınları paraları çaldılar. Kadınların makyaj malzemeleri ile çamaşırları ile neler yaptılar, bunları anlatmak dahi istemiyorum. Af Örgütü, İnsan Hakları Derneği, Diyarbakır Barosu ve pek çok kurumun raporları buradadır. Okumak isterseniz duruyor. Evlere, yaralılara, cenazelere yapılanlar tek tek hepsi yer alıyor. Ancak biz bu raporları okuyarak, öğrenmedik. Biz bunları yaşadık. Vergi ödediğimiz devlet gelip şehirlerimiz yıktı, bizi öldürdü. Devlet kendisine silah çekene gül mü uzatacak? Hayır, yasa var. Ama sen on iki şehri kasabayı nasıl kökünden silersin?
Silvan’da Figen Yüksekdağ’ı öldüreceklerdi. Olayların büyümesi için bu provokasyon yapacaklardı. Ancak biz bunu engelledik ve Yüksekdağ’ı oradan çıkardık. Efkan Ala, Meclis oturumunda Mithat Sancar’ın sorusu üzerine itirafta bulundu. Diyor ki; ‘Evet, diyor bizim de kontrol edemediğimiz güçler var.’ Bu Meclis tutanaklarına geçti. Ben ne yapmışım o dönemde? Onlar duvarlara bu yazıları yazarken ben ne yapmışım? Belki de Kürtlerin bir kısmı bu sözlerimden dolayı bana kızgındır. Hala da diyorlar. Sırf barış dediğim için bana kızgınlar. Çünkü namuslarına el uzatılıyordu. Bu yetmezmiş gibi bu halkın temsilcilerini de cezaevine koymuşsunuz. Bunların Müslümanlığı sahtedir. İnsan olan yapmaz da Allah’a ve Kuran’a inanmış biri bunları nasıl yapabilir? Bunlara insan dahi diyemezsiniz. Bu kadar kul hakkı nasıl yiyilir? Kimin katliam yaptığı ortadadır. Yapılan şey Kürde zulümdür. Biz bunları yapmadık diye ve insan haklarını savunduk diye kimse bizi suçlayamaz.”
Demirtaş, sokağa çıkma yasakları operasyonlarına katılan ve daha sonra basına “Ahmet Gün” ismiyle konuşan bir askerin itiraflarını paylaştı. Bu kişinin kendisini ülkücü olarak tanımladığını ve daha sonra ihraç edildiğini söyleyen Demirtaş, bu askerin Kürt halkına yönelik saldırı ve katliamlara dair beyanlarını paylaştı. Gün’ün sözleri şöyle; “Devlet tamamen bir suç makinesine dönüştü. Orada üç bodrum vardı. İçinde kadın, çocuklar ve gençler vardı. Onların terörist olmadığını biliyorduk. Medyada hepsine terörist deniliyordu. O bodrumlarda 120 cenaze çıkarıldı. Örgüt militanları en fazla 7 veya 10 kişi bir arada durur. Orada görev yapan tüm güvenlik mensupları bunu bilir. Savaş hukuku bile ortada kalmadı. Ambulanslara ateş açılıyordu. Çok kirli bir işti. Maalesef daha önce bunu görmemiştim. Emir de yoktu. Emir olsaydı sınır olurdu. Ancak sınır yoktu. Asker ve polis kimi zaman kavga ediyordu. Devlet onları oradan çıkarabilirdi. Ancak tanklar ile müdahale edildi. Size düğmeyi gösterseler yaparsınız. Polisi ikinci faktörde tuttular. Askeri sürdüler. İş başından kurguydu. Hendekler göz göre göre kazındı. Esedullah Timleri bir anda türedi. Nereden geldiklerini bilmiyorum.”
Demirtaş, şunları söyledi: “İktidar bizi içerde tutmanın nimetlerini yiyor. İki dönemdir bu nedenlerden ötürü kayyım atıyor. Burada gördüğünüz kişiler Kürt ve Türk halkının onurudur. Yıllarca barış için çabaladık. Hepsi yoksul halk çocuğudur. Türkiye’nin yönetiminin nasıl teslim alındığını görün. Yapamıyorsunuz davadan çekilin ama bu ahlaksızlara alet olmayın. Burada tek yalan konuşmadık. Netenyahu ile aranızda ne fark var? Kanlı cenaze fotoları, parçalanmış cenaze fotoları, sokakta bırakılan cenaze fotoğrafı…Taybet ana 7 gün sokakta kaldı. Çürümeye terk edildi yaşlı bir kadının cenazesi. Cenazesini almak isteyen bir çocuğu öldürüldü bir çocuğu ayağından vuruldu. Sokağın başında keskin nişancı vardı. Ateş eden de kendine ‘Esedullah, Müslüman’ diyordu. Ahmet Davutoğlu da kendine ‘Müslüman’ diyor. Bunları yapan alçaktır, namussuzdur. Ona emir veren de yapan da namussuzdur. Terör örgütü propagandası ise bin defa söylüyorum.
Teslim olmayacağız
İddianameyi yazan savcı savunuyordu. Siz bu askerleri savunuyor musunuz? Bu hadsizlere hadlerini bildirenlere de terörist diyorsunuz. Meclis’i bombaladılar ya! Siz yargılanmadınız mı bunları? Şimdi de bizi aynı salona tıkmışsınız. Allah, halk, kanun katında da masumuz. Zulme uğruyoruz. Ama onurlu ve gururluyuz, teslim de olmayacağız.”
Demirtaş, sözlerine şöyle devam etti: “Kürt çocuğu da Kürt dilinin anadil olmasını istemesin de kim istesin? Keşke Türkler çıkıp istese. Bakın size bir devlet büyüğümüzün bir demecini okuyayım. Benim de katıldığım bir demeç. ‘Ey Almanya! Sen benim vatandaşımın anadili nasıl yasaklarsın. Sen nasıl Türkçeyi yasaklarsın’ demiş. Erdoğan diyor bunları. Biz de sonraki gün çıkıp kendisinin haklı olduğunu savunmuşuz. Almanya’da bir Türkiye bölgesi yok bu arada. Ama Türkiye’de Kurdistan var yahu Kurdistan! Ancak anadilde eğitimi bırak isim koymasını yasaklıyorsunuz. Bu da iki yüzlü siyasetin başka bir örneğiydi. Erdoğan ya da Bahçeli çıkıp anadili savunsun ben yapmayacağım Bahçeli bizim yerimize bizim hakkımızı savunuyor deyip yapmayacağız.
Kürtçenin eğitim dili olması için yaptığımız etkinliğin üzerinden 9 yıl geçmiş, FETÖ’cü savcı hakkımızda fezleke hazırladı. Kim hakkımızda fezleke hazırlasa kurtuluyordu. Kim ki bize çok ceza verdiler bakan yardımcısı HSK’ye aldılar. Bu fezlekeleri hazırlayanlar ödüllendirildi. Bakın bir konuşmada ‘Putin ile görüşmek için dört takla atıyorsunuz’ demişim. Bana Cumhurbaşkanı hakaretten 3 buçuk yıl ceza verildi. Bu hakim bana sırf ceza versin diye Mersin Mut’tan getirdiler. Bu da seçim ayarlıydı. Bu sırada Akın Gürlek de ceza verdi.”
Demirtaş’ın 28 Aralık, 29 Aralık ve 2 Ocak’ta yaptığı savunmasının tamamı şöyle:
Demirtaş, hakkında çeşitli tarihlerdeki farklı konuşmalarıyla ilgili hazırlanan ve 31’i dava dosyasında toplanan 122 adet fezleke hakkında değerlendirmelerde bulundu. Parti yöneticilerinin birbiriyle yaptıkları telefon görüşmelerinin illegalize edildiğine dikkat çeken Demirtaş, kimi suçlamalara dikkat çekti: “Hasta bir yurttaş için bir belediyemizin ambulansını Hakkari’ye göndermemize dair yaptığımız görüşme örgütsel iletişim sayılmış. Yine Kamuran Yüksek ve Nadir Yıldırım kendi aralarında konuşmuşlar. Erzurum Cezaevi’nde açlık grevleri varmış. ‘Milletvekilleri oraya ziyaret etse iyi olur gibi şeyler söylemiş’ yanlış hatırlamıyorsam. Ben de Grup Başkanvekili olduğum için kendi aralarında konuşurken ‘onu arayıp söyleyelim’ demişler. Kamuran Yüksek genel başkan yardımcımız. Nadir Yıldırım da Parti Meclis üyemiz.
Osman Baydemir beni aramış. Murat Karayılan çözüm sürecine dair bir açıklama yapmış Osman Bey de bunu önemsediğini belirtmiş ve beni arayarak ‘sen okuyabildim mi önemli bir açıklama’ diye bana söylemiş. Osman Baydemir Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı. Onu da KCK üst düzey yöneticisi olarak yaptığım görüşmeler arasında saymışlar.”
Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) kuruluş ve örgütlenme sürecine dair 2 nolu fezlekedeki iddialara cevap veren Demirtaş, “DTK’nin önünden geçmiş olmak örgüt üyeliği olarak kabul ediliyor” dedi.
Osmanlı yönetiminin merkezi olarak Kürdistan eyaletinin özerk statüsüne müdahale etmeye başladığından beri bu coğrafyada Kürt sorununun devam ettiğini ifade eden Demirtaş, “Bana sorarsanız Kürt sorunu 1071’den sonra başladı. Bin yıldır sadece kazık yiyoruz. Kürtlere, kendi anavatanında bir türlü kendini yönetme hakkı tanınmadı. Herkes Zagros halkını sınır bölgesinin jandarması olarak düşünmüş. Zaman zaman o taraftan, zaman zaman bu taraftan vurmuş bu halkı” dedi.
Demirtaş, şöyle devam etti: “2010’lu yıllardan itibaren ise Kürtler, bir arada yaşamanın bir tecellisi olarak sivil örgütlenmeye gittiler. Benim partimin çizgisi Türkiye’de birlikte yaşamanın ve Kürtlerin bu coğrafyasında kendisini ifade etmesinin mücadelesini yürüttü. Bütün Türkiye genelinde yönetim modelinin değişmesi gerektiğini savunduk. Kürtlere has toprağa veya bölgeye bağlı bir eyalet sistemindense bütün Türkiye’de yerelden yönetimin güçlendirilmesini savundu. Türkiye’nin genelinde yerelden yönetim güçlendirirse Kürtlerin de kendi kaderini tayin hakkın bölünmeden kazanmış olur. Neden her yerde yerel yönetim diyoruz? Türkiye’nin her yerinde farklı kimlikte insanlar yaşıyor. Bir bölgeye has federatif yapı, Türkiye’nin geri kalanıyla bu bölge arasındaki farklılıklar gerilimlere yol açabilir. Bir ülkede bütünlüklü demokrasi oluşmuyorsa bir bölgenin federatif yapısı o halkın sorunsuz yaşamasına yol açmıyor. Bizim savunduğumuz demokratikleşme programındaki idari model işin resmi tarafındadır. Yerel yönetimlere verilen yetki arttıkça devlet demokratikleşir. Türkiye yerinden yönetimi uygulamayan istisnai bir ülkedir. Uzaktan yönetmek artık çok zor.
DTK bunun neresinde yer alıyor peki? Resmi olarak idarenin demokratikleşmesi dışında toplumun demokrasiyle buluşması ayağı var. Devlet demokratikleşince otomatik olarak toplumdaki demokrasi anlayışı benimsenmiyor. 1071’den itibaren Kürt sorununu yaşayan Kürtler bin yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti ile parlamentosunda, Oslo’da, İmralı’da bunu açıktan konuştu. ‘Bin yıldır hem kardeşiz hem sorun yaşıyoruz’ denildi. Bölünme olmayacak, şiddet olmayacak, devlet operasyonu olmayacak. Tamam nasıl çözeceğiz o zaman? Türkiye Cumhuriyeti’nin de 600 yıllık Osmanlı geleneği var. Elmalı şeker verip kandıramazsınız. Bu görüşmelerden biri de İmralı’da oldu. Aynı zamanda Oslo’da devam ediyor. Bu bahsettiğim konular görüşülüyor işte. Ortaklaştıkları nokta ne? Şiddet, terör olmayacak. Bölünme olmayacak. Kürtler inkar edilmeyecek. Kürtlerin yönetime katılma hakkı tanınacak. Devlet gitmiş konuşmuş bizzat. Savcı diyor ki: DTK Öcalan’ın emir ve talimatlarıyla kurulmuş, hayır. Halkın talepleriyle kuruldu. Orada yürüyen tartışmalarla sivil hayattaki tartışmalar birbirini beslemezse barışın hayata geçme şansı yok. DTK işte toplumun demokratikleşeceği sivil bir yapı olarak hayata geçti. DTK’nin içerisinde bazı AKP ve CHP temsilcileri de vardı. Bütün inanç temsilcileri de vardı. Hayatı boyunca birbirine selam vermemiş insanlar DTK’de kaynaştı. Hayvan hakları savunucuları da orda, kasaplar da orada. Herkes kendi sorunlarını, beklentilerini açıkça konuşurken herkes duysun amacıyla toplandı. Bu kültürün gelişmesi lazım. İnsanlar kararların inşa süreçlerinin içerisinde oldukça demokrasiyi anlarlar. DTK toplumun demokrasi kültürüne kavuşması, toplumun sorunlarını resmi kurumlara taşıması için kurulmuştur.
DTK hakkındaki tüm iddiaların tamamı konferanslar, toplantılar. Nerede bombalı saldırı düzenledi DTK? Şimdi TC’nin bir karar vermesi gerekiyor artık. Kürtler kararını verdi. ‘Çözüm yöntemimiz budur’ dedi. Bütün Türkiye için lazım. TC de buna karşı beklentilerinde haklıdır. Şiddet olmayacak, savaş olmayacak diyor. Olmaması lazım tabii. Bunun yolu müzakere. Film nerede koptuysa oradan tekrar başlamak gerek. Türkiye’nin 81 kentinde de demokrasinin konuşulduğu bir yöntemin konuşulması gerek. Ne yapmayı düşünüyorsunuz?
Kürtlere 1915’te Ermenilere yapılanı yapmaya düşünüyorsanız aklınızdan bile geçirmeyin. Yapılacak tek şey barıştır. Türkiye Suriye Kürdistan’ını bombalasın, içeride soykırımı dayatan anlayışlara yol versin, siyasetçilerini tutuklasın. Kürtler ne yapacak? Suriye’deki, Irak’taki Kürtler ne yapacak? Buldukları ilk fırsatta devletlerini kuracak. Kim onlara hain diyebilir? Yazık değil mi, sırf Kürt anasını görmesin diye Türkiye felakete sürükleniyor. DTK’yi terör örgütü olarak görüyorsun ama aynı zamanda Filistin’de HAMAS ile görüşülsün diyorsun, güzel. Yahudi halkının da Filistin halkının da devlet hakkı var. Doğru. Peki kendi ülkene dönüp bakınca neden bunları söyleyemiyorsun? Biz düşman ya da vatan haini değiliz ya. Biz kendi vatanımızdayız. Kürdün vatanına ihanet ediliyor. Bizim dilimize hakaret ediyor. Küçük bir sivil toplum platformu denemesi bile yıllar sonra Kürtlerin yıllarca cezaevine girmesine yol açıyor.”
DTK’nin sadece sivil toplum örgütleri tarafından değil, Meclis tarafından da muhatap olarak kabul edildiğini aktaran Demirtaş, Meclis Anayasa Uzlaşı Komisyonu’nun DTK’nin gerçekleşen kongresi öncesi yazdığı resmi yazıyı okudu. Demirtaş, “Eğer Cemil Çiçek’i DTK’den tutuklayıp yanımıza getirirseniz, o zaman kabul ederim. Meclis Başkanı kendisi muhatap almış. Çağırmış, dinlemiş. DTK de gitmiş Meclis’te komisyona sunum yapmış. Ki devlet muhatap almasa da DTK meşrudur” dedi. Demirtaş, “Ankara 22’nci Ağır Ceza Mahkemesi gerekçeli kararında, ‘Ben bu DTK’de herhangi bir suç görmedim’ diyebilmelidir. Ben DTK çalışmalarına katılmış, destek vermişim. Heyetiniz hiç değilse bu konuda özgürlükçü yaklaşmalıdır” sözlerini kullandı.
Türkiye ve Kürdistan halklarının geleceği için diyalog kanallarının açılması gerektiğini dile getiren Demirtaş, “Bizimle, İmralı’daki Abdullah Öcalan ile, partilerle görüşülmesi gerekiyor. Bunlar sağlanırsa gelen fırtınadan Türkiye kendini korumayı başarır. Her açıdan bu coğrafya dünyanın merkezidir. Dünyanın merkezini yöneten insanların aklının başında olması lazım. Her gün yalanlarla, kumpaslarla, küfürlerle yönetilecek bir ülke değil burası. Çok kıymetli bir coğrafya burası ama bu kadar rezil bir hale getiren yönetim daha ne kadar ülkeyi yönetecek bilmiyoruz. Biz elimizden geleni yapıyoruz. 2007’den beri DTK konusunda aynı şeyleri söylüyoruz ama iktidarda istikrarsızlık var. Bir gün Öcalan ile görüşülebilir, diğer gün yasak. Bir gün öyleler, bir gün böyleler. Kumpası yapanlar da algıları yaratanlar da bunlardır” dedi.
İddianamede yer alan suçlamaların tamamını reddettiğini belirten Demirtaş, “Biz de bilirdik Erdoğan’a bir özür mektubuyla serbest kalmayı. Yapanlar olmadı mı? İşte Nazlı Ilıcak’ları görüyoruz. Bu duruşma salonunda dahi oldu. Ama bunun barışa bir faydası olmaz. Biz barış için bu bedelleri ödüyoruz. İki halka da çok yazık. Biz savunduğumuz barışçıl, insani, ahlaki, hukuki fikirlerimizden vazgeçmeyeceğiz. Hangi dinden olursanız olun ona uygundur. Hiç kimseyi dışlamadan, birleştiren bir anlayışı savunuyoruz. Biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yöneteceğiz. Bitti o iş. Türkiye’yi bu zihniyet yönetmelidir. Bizim zihniyetimizde kimse zulüm görmez. Herkesin dili, inancı özgürdür. Doğaya, cinsiyetlere saygılıdır. Biz bundan geri adım atarsak insanlığımızdan, onurumuzdan taviz vermiş oluruz. Biz cesaretimizi haklılığımızdan alıyoruz. Başka bir gücümüz yok” diye konuştu.
***
Beyanlarına kaldığı yerden devam eden Demirtaş, 13 Kasım 2012’de Mêrdîn’de yaptığı bir konuşmasının mütalaada suç olarak lanse edildiğini paylaştı. Demirtaş, suçlama konusu yapılan konuşmasını Kürtçe yaptığını, içeriğinin açlık grevleri ile ilgili olduğunu ve açlık grevinde bulunan tutsakların talepleri arasında bulunan PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın özgürlüğüne vurgu yaptığını hatırlattı. Yaptığı konuşmanın üzerinden altı yıl geçtikten sonra konuşması hakkında fezleke hazırlandığını kaydeden Demirtaş, “Fezlekede benim konuşmalarım ile Ahmet Türk’ün konuşmaları da bir biriyle karıştırılmış” dedi.
“Çözüm süreci”nin ilk adımlarının nasıl atıldığına dair beyanlarını sürdüren Demirtaş, “Konuşma içeriğinden anlaşıldığı gibi suç suçluyu övme yok. AİHM ve AYM kararlarını hatırlamak istemiyorum ama ‘suçu ve suçluyu övmek’ bu değildir. Bir kişi yaptığı suçtan dolayı övülürse suç olur. Örneğin hakeme yumruk atan Ankaragücü Başkanını alkışlayanlar, suçu ve suçluyu övmüştür. Sayın Öcalan’a sayın demek suç ve suçlu övmek ise Türkiye’nin yarısı suçludur. Peki burada bir ‘terör örgütü propagandası’ var mıdır? Mesela hangi örgütün propagandası var? Ne fezlekede ne iddianamede böyle bir şey yok. Ya da Demirtaş Kürt olduğu için akla PKK mi geliyor deyip yazmayı gerek duymamışlar mı? Yazma gereği duyulmamış bir suçlamanın savunmasını nasıl yapabilirim? Şimdi hangi örgüt olduğunu bilmediğim için savunma yapmasam yerindedir. Fezleke iş olsun, dostlar alışverişte görsün diye hazırlanmış bir fezlekedir” dedi.
Demirtaş, hukuki olmayan bir fezleke ile karşı karşıya olduklarını belirterek, “O dönem devam eden açlık grevlerine ilişkin taleplerinin yerine getirilmesi için yapılan bir konuşma var. O dönem hükümetine yönelik eleştiriler var. Bir konuşmanın propaganda sayılabilmesi için açık ve yakın bir tehlike oluşturması gerekir. Bir şiddet çağrısı, bir övgü varsa, bu tek başına propaganda sayılmaz; açık ve yakın bir tehlike olması lazım. Ayrıca yerel makamların yapması gereken de şudur; o gün o konuşma nedeniyle bir şiddet dalgası var mı, ona da bakması lazım. Yargıtay kararları var. Örneğin ‘Yaşasın PKK’, ‘Yaşasın Apo’ ve ‘Yaşasın gerilla’ propaganda değerlendirilmemiş. Bizzat bir şiddeti teşvik etmesi lazım. Konuşmada da böyle bir şey yok. Yeni bir sürecin sosyopsikolojik alt yapısını hazırlamak üzerine yaptığımız bir mitingden bir konuşmadır. Aralık sonu itibari ile bir heyet, PKK Lideri Abdullah Öcalan ile görüşmüştür ve sonrasında süreç resmi olarak başlamıştır” diye konuştu.
Demirtaş, Meclis grup toplantılarında PKK Lideri Abdullah Öcalan’a ilişkin yaptığı konuşmaları da hatırlattı. Demirtaş, söz konusu konuşmaların, “PKK Liderine yönelik kurgulanan 9 Ekim 1998 komplosunu anımsattığını, bunun son bulması gerektiğini ve Kürt sorununun çözümünün Öcalan’ın muhatap alınması ile çözülebileceğine” dair olduğunu söyledi. Demirtaş’ın, bu doğrultuda paylaşımda bulunurken mahkeme başkanı tarafından sözü kesildi. Mahkeme başkanı, Demirtaş’ın paylaştığı bu bilgilerin yazılı olarak da mahkemeye sunulmasını istedi.
Demirtaş, “Bir bütün olarak yaptığımız her şey ve konuşma siyasi faaliyettir. Hangi amaç ile yaptığım bellidir. Dönem itibari ile de bellidir. Ortada bir şiddet yoktur. Şunun altını da çizeyim; biz bunları söylerken diğer arkadaşlarımız da bunları yürütmek ile görevlidirler. Aynı suçlamalar onlara yönelik de var. Onlar da bizim gibi siyasi faaliyette bulunmuşlardır” diye kaydetti.
Diyarbakır’da 27 Kasım 2012’de yapılan bir mitingdeki konuşmasının da fezlekeye dönüştüğünü belirten Demirtaş, söz konusu fezlekede de PKK Lideri Abdullah Öcalan’a dair kullandığı ifadeler ile açılan poster ve sloganların suçlama konusu olarak yer aldığını söyledi. Konuşmasında PKK liderinin Kürt halkının özgürlüğü için yaptığı fedakarlığa ve çözüm rolüne işaret ettiğini anımsatan Demirtaş, “Fezlekenin de bilirkişi raporunun da sağlıklı hazırlanmadığı görülüyor. Burada her ne kadar anlaşılmasa da buradaki konuşma bana aittir. Açlık grevinin bitmesi için hükümete, halka yaptığım duyarlılık çağrısıdır. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Sincan’da bulunan arkadaşlarımızı ziyaret etmişti. Bu adımın devam edilmesi gerektiğini işaret etmiştim” diye kaydetti.
Bu konuşmalar ve atılan adımların ardından PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın açlık grevlerinin son bulması için not gönderdiğini ve bununla birlikte bittiğini ve yeni bir sürecin adımları atıldığını ifade eden Demirtaş, “Toplumsal bir sorunun siyasi çözümü için elinde mekanizmalar var. Parlamenter ise içtüzüğün kendisine tanıdığı hakları kullanır. Soru önergesi, araştırma önergesi verebilir. Gündem dışı konuşabilir. Bütün hakların kullanarak siyaset yapabilir. Aynı zamanda Meclis dışında da siyaset yapabilir. Yaptığımız bu konuşmalar tabanımızın bize oy verme gerekçesidir aynı zamanda. Bu konuşmalar bizim siyasi faaliyetlerimizdir” dedi.
KCK Ana Davası’na da değinen Demirtaş, şöyle devam etti: “Mahkeme başkanı cemaatten alındı. Sizlerde o dönemde büyük ihtimale yargıçtınız. Bu salon gibi büyük bir salon yapıldı. Tamamı bizim parti üyelerimiz, arkadaşlarımız tutuklandı. Biz de duruşmaları izlemeye gidiyorduk. 3 buçuk yıl sadece şu yaşandı; Arkadaşlarımızı çeşitli cezaevlerinde getiriyorlardı. Yoklama yapılırken arkadaşlarımız Kürtçe buradayım diyordu. Mahkeme başkanı bu sırada ‘kapat mikrofonu’ deyip konuşmayı kesiyordu. Bu durum o kadar büyük bir krize dönüştü ki avukatlar çeviri yapmak istiyorlardı. Ancak hiçbir talep kabul edilmedi. Beş yıl boyunca tutuklu kaldılar. Cemaatin yargıçlarından ancak uzun tutukluluk süresinin dolması ile kurtuldular.
O sırada partinin eşbaşkanıydım. Arkadaşlarımızın bir kısmı açlık grevi yapıyordu. Bir kısmı milletvekili seçildi. Açlık grevi taleplerini az önce okudum. Kendileri için bir şey istemiyorlardı. Onların sesinin duyurabilmek kamuoyu ile paylaşmak en azıdan arkadaşlarımızın ölümünün önüne geçmek için yaptığımız şeyler. Biri açlık grevine başlamış ise onu ondan çeviremezsin. Kendi kendine karar verip bunu yapan birini döndürmek mümkün değildir. Zaten etik de olmaz. Bu faaliyetlerimiz de doğrudan barış ile ilgilidir. Şimdi cemaatin yaptıkları unutuluyor. Bu davalara bakan başkan darbe girişimi gerçekleştiren kişi olarak tutuklandı, cezasını yattı ve çıktı. O kadar zulmü, haksızlığı yaptı. Bizden kısa bir süre önce tutuklandı, hüküm aldı, infazını çekti ve çıktı. Biz hala savunma yapıyoruz. Bu nasıl bir adalet duygusu, vicdan anlamış değiliz.
Siyasi konuşmalarımız ‘bölücü terör örgütü, anayasal, cinayet, bayrak yakmadan’ gibi başlıklar altında değerlendiriliyor. Her şeyden yargılanıyoruz. Değişen ne oldu bu süreçte? Cemaat gitti, ortaklar değişti. Cemaat gitti, MHP geldi. Ortak düşman; Kürtler, kadınlar, Aleviler olarak görülmeye devam ediliyor. Bu fezleke hazırlandığında fezlekeyi hazırlayanlar da içinin boş olduğunu biliyorlardı.
Cemaat ‘çözüm sürecinin’ başlayacağını biliyordu. Bu nedenle bütün siyasi faaliyetlerimizi engellemeye çalışıyorlardı. Suç olarak görüp fezlekeler hazırlıyorlardı. Biz burada barış için miting, yürüyüş yapıyoruz. Emniyet ve valilik bunları engelliyorsa demek ki barışı engellemek istiyorlardı. Bunu Batman’da yaptığımız mitinglerde de söyledik. Bizim bakan ile görüştüğümüzü biliyorlar. Buna rağmen bunu yapıyorlardı. Müzakere ederken bile rakibimizi eleştiririz. Karşımızdakilerin tavrı ise ‘sizin ile müzakere ediyorsak biat edeceksiniz’ şeklindeydi. ‘Bugün hem görüşüyor hem Erdoğan’ı eleştiriyorsun hem de yolsuzluk yaptığını söylüyorsunuz’ diye bizi eleştirenler var.
Kürdistan’da hiçbir zaman bir cemaat bu kadar baskın değildi. 2004 ile başlayan süreç ile bölge tamamıyla Fethullah Gülen cemaatine teslim edildi. İstihbarat, medya temsilcileri, adliye, emniyet, yargı, özel okullar, Nil Kolejleri açıldı. Her yerde Nil Koleji vardı. Bölgede buna rağmen taban bulamadı ama bürokraside çok etkindi.
Ben Diyarbakır’da avukat iken bisikletle ile bir gazete dağıtıcısı gazete dağıtırdı. Her sabah adliyeye gelirdi. Ve her hâkim ile savcının odasına dağıtırdı. Gazete ise Zaman gazetesi idi. Girdiğiniz her hâkim ile savcının masasında muhakkak Zaman Gazetesi olduğu beli olacak şekilde dururdu. Yaka kartı gibi savcı ve hakimlerin masalarında dururdu. Bunu yapmayan fişleniyordu. Yapmayan üç beş kişi vardı onlar da daha sonra sürüldü. Kürtleri Fetullah Gülen’e teslim etmelerinin nedenini ideolojikti. Bize düşmanca davrandılar.
Cemaat, Saidi Kurdi’yi referans aldığını ileri sürerdi ancak tüm kitap ve çalışmalarından Kurdi ifadesini kaldırdılar. En çok Kürt düşmanlığı yapanlara dönüştüler. Onlara biat etmediğimiz ve Türkleşmediğimiz, Kürt olduğumuz için düşman olarak gördüler. Bu arada Kürtler arasında örgütlenemediler. Çünkü siyasal İslam, Kürtler arasında örgütlenemez. HÜDA-PAR ve tarikatlar ile cemaatler ile girmek istiyorlar ama giremiyorlar. Siyasal İslam’ı içine alamayacak kadar İslam dini yaşamın her alanına girmiştir. Bu nedenle cemaat ile teslim alınmak istendi. Kürt halkı bu coğrafyada ilk İslam’a geçen halkalardan biridir. Hep özerk yaşamıştır. Kendi dilini, kültürünü bu nedenle korumuştur. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk Dil Kurumu ile ilan ettiği resmî ideolojisini pratikte uygulayamamıştır. Bunun nedenleri arasında medreselerde kendi dilinde aldıkları eğitim etkili olmuştur. Burada İslam eğitimi de almışlardır. Ayrıca coğrafya olarak da mümkün değildir. Zagros Dağ silsilesi bölgesinde bugünün teknoloji ve iletişime rağmen hâkim olması pek mümkün değildir. Kürtler dağlı halk olarak bilinir. Bu dağların eteğinde yaşam kurmuşlardır. Bunları niçin anlatıyoruz; belki bu kadar tarih bilgisi ne diyebilirsiniz. Bakınız Selçuklu geliyor yapamıyor, Bizans yapamıyor hiç kimse fethedemiyor. İslami kültür olarak almış Kürtler. IŞİD’ten züppelik hocadan, TRT veya diyanetten öğrenmişler. İlk dönemlerden ne öğrenmişler ise o saf hali ile korumayı başarmışlar.
İslami çarpıtan, rant, güç kullanan hiç kimse kendi İslam anlayışını bu topraklarda egemen kılamamıştır. Fethullah Gülen’e de devlet de göz yummuştur. Yeter ki Kürtleri fethetsin. Ne yaptılar ettiler edemediler, bu sefer dini satmaya geldiler. Sonra Fethullahçılar da defolup gittiler. Ayrıca başaramazlar. Oraya damgasını vuran bir dayanışma, dürüstlük, doğruluk kültürü vardır. Bu kültüre göre Kürdistan coğrafyasında kadın erkek yan yana olur. Halayda yan yana olur. Orada İslam’ın formu ile Kürt kültürü ile bir sentez oluşturmuş. Bir yaşam formu oluşturulmuş. O yüzden Gülen ve ekibi saldırı ve tehditleri yaparken arkasında Erdoğan ve Türkiye Cumhuriyeti devleti vardı.
İletişim Başkanlığı binasından 7/24 ve üç vardiya olarak bizlere karşı algı yürütülüyor. 24 saat binlerce personel, bakanlık bütçesi kadar bütçeyi ne yapıyorlar? Ben söyleyeyim; bu dava başta olmak üzere algı yaratmak için bir operasyon ekibi var. Çıksın inkâr etsin Erzurumlu Kürt Fahrettin. Senin istihbaratçılarla, sosyologlarla, beden dili uzmanları dahil olmak üzere pek çok işin erbabı kişi ile emniyetten, istihbarattan, gelen veriler derleyip toplayıp algı yarattığını biliyoruz. Hatta hangi spot ile linç edilecek kişi, üst katta belirleniyor. Bunları biliyoruz.
Fahrettin Altun da günün konusuna bakarak, kimin linç edileceğine karar veriyor. Her şeyin ayrı bir birimi var. Bir toplum farkında olmadan algı ile yönetiliyor. Şimdi biz bu davada yargılanıyor ve anlatmaya çalışıyoruz. Herkesin hesabını iyi yapması lazım. Çağ algı çağıdır. Eski tarz ve yöntemler ile faşizme karşı mücadele edilemiyor. Bu fezlekeleri cemaatler yazdı. Cemaatci polisler tutanak tuttu. İddianameyi hazırlayan savcı cemaatçi çıktı. Şu anda bir mahkemede yargılanıyoruz. Hakimler cemaatçi değil herhalde olsa ortaya çıkardı.
İçinde şiddet olmayan bu konuşmalar nedeniyle savcı bizim niçin cezalandırılmamızı istiyor. Belki rahatsız olduğunuz şeyler vardır. Öyle bir algı oluştu ki belki bundan dolayı rahat da değilsiniz. Belki de Fahrettin iyi çalıştı deyip ‘işimiz kolaylaştı’ diyorsunuz. Adalet falan yok, algı var. Siyasi çıkarlar var. İktidarın, kendi iktidarını sürdürebilme beklentisi var. Buna da her gün söylüyorlar zaten. Örneğin Bahçeli açık söylüyor. AYM’ye Kandil’in ‘arka bahçesi’ diyor. Ben onların yerinde olmak istemezdim. AYM’ye nasıl der bunu Bahçeli? Bunu yaparak tam olarak neye hizmet ediyor? AYM’yi gözden çıkarıyorlar. Şimdi Türklerde devlet töredir. Töre önce gelir. Türkün tanrısı devlettir. Türkün Allahları da devlettir. Peki niye devletin Anayasa Mahkemesi’ni bu hale getiriyorlar? AYM’nin gözden çıkardıklarına göre daha büyük bir şey kazanıyor olmalılar.
Kürtler binlerce yıl sonra Anadolu coğrafyasında merkeze oynuyorlar. Merkez siyaseti yapıyorlar. Onların belirlediği çeperden çıktılar. Bütün Türkiye’yi demokratikleşme iddiası ile yürümeye başladılar. Onlar açısından tehdit büyüktür. Bu nedenle AYM de parlamento da gözden çıkarılır. Yeter ki bu HDP merkezi olmasın. Arkadaşlarımıza uyarımdır; HDP’den sapma bunlara hizmet eder. Beklentileri bu yöndedir. Öyle yaparsak bize karışmayacaklar. ‘Kendi mahallende oyna arada bir bombalar, atar döveriz ama mahallende oyna’ diyorlar. Ama herkesi yönetmeye talibiz dersen; Türk devlet aklı devreye girer. Sen devleti soyup soğana çeviriyorsun. Bırakın bir on yıl yönetelim halk görsün. Çünkü biliyorlar ki gelsek bir daha esameleri okunmayacak. Halk demokrasinin tadına varsa bir daha vazgeçmez. Biz devlete karşı, hükümete karşı en büyük demokrasi savaşını içimizde yaptık, hala yapıyoruz.
Bizim partimizde kimse kimsenin önünde eğilmez. Ben partide eş başkan iken yaptığım her hata arkadaşlarım tarafından eleştirildi. Biz demokrasi için bedel ödüyoruz. Onun bunun kara kaşı, kızıl sakalı için bedel ödemiyoruz. Bu orada, bu parti içine yönelik bir mesajdı.
Başka bir konuşmamda gerilla kelimesi suçlama konusu yapıldı. Bu bir suç değildir ve gerilla gerilladır. Güney Amerika’da da burada da anlamı aynıdır. Bir kişi yaptığı terör eylemi nedeniyle terörist olarak görülür. Bu bir polis de olabilir bir sivil de olabilir. Aynı zamanda bir devlet de terör eyleminde bulanabilir. Bir de Kurdistan ifadesi var. Açıkçası buna dair suçlamanın olmasından utanıyoruz. Kurdistan yok diyenler var. Bu utanç verici bir durum. İnsan vatanını, dilini savunur bu milliyetçilik değildir. Eğer dilini ve milletini birinden daha üstün görürsen bu milliyetçiliktir. Biz sokakta, biz Kürdüz deyip bağırmıyoruz. Biri Kürt, Kürdistan olmadığını söylediğinde varız diyoruz. Yüz yıldır bunun için çalışılıyor. Şu anda İletişim Başkanlığı bunu sürdürüyor. Yıllardır burada kendimi paralamamın nedeni budur. Daracık hücreden bunu görüyoruz. Gelinen süreç ortada. Bazı arkadaşlar popülist deyip duruyor. Partinin önüne geçti diyor ama gelinen süreç ortada.”
***
Türkiye’de ve dünyada siyasetin etkisinin azaldığını ifade eden Demirtaş, buna karşın Kürt siyasetçiler olarak siyasetin değiştirici gücünü öne çıkarmaya çalıştıklarına değindi. Polonyalı düşünür Zygmunt Bauman’ın “İnsan ilişkilerinin kırılgan olduğu günümüz dünyasındaki ilişkileri tanımlayacak gerçek kavram likit modernliktir” ifadesini alıntılayarak devam eden Demirtaş, “Siyasetin eli kolu bağlı. İnsanlar siyasete güvenmiyor. Çünkü siyasete insanlara beklediğini veremiyor. Türkiye’de siyaset neden çöktü? Güç kimin elinde? Bizi hapiste tutan kimdir, hangi güçtür?” diye sordu.
“Biz tarihi gerçekleri ne unutacağız ne de unutturacağız” vurgusu yapan Demirtaş, “Bu dava vesilesiyle bir kez daha gerek insanlık tarihinin, gerek halklarımızın tarihinin bir kez daha gün yüzüne çıkması için elimizden geleni yapacağız. Binlerce insan, elmanın düştüğünü gördü ama sadece Newton neden diye sordu. Newton’un yerçekimi kuramına ulaşana kadar sorduğu soru nedendir. Biz de soruyoruz neden? Bize bu kötülükler yapılıyor; neden bu kadar saf ari kötülük yapılıyor? Yıllardır bunları anlatıyoruz. ‘Pantolonu kazak gibi başınızdan çıkaramazsınız’, bu da Murat Menteş romanından bir alıntı. Tıpkı bu kumpas gibi pantolonu başından çıkarmaya çalışanlar gibi ayaklarına dolaştı. Karmaşayı yaratan biz değiliz, ters yüz olan, her şeyi yerli yerine oturtmaya çalışıyoruz. Öyle ki bu mücadele bizi demokrasi ve insan hakları uzmanı haline getirdi. Tabiri caizse bu yargılama süreci bilgeleştirdi bizi. Biz işe yarasın diye uğraşıyoruz. İnsanlar da toplumlar da devletler de olgunlaşma çağını yaşarlar esas bilgiliğe o zaman ulaşırlar ama çoğu zaman işe yaramaz. Ama çoğu zaman toplumlar bireyler de ergenlikten çıkmadan haddini bilmeden ölürler. Hiç değilse biz bu dava nedeniyle ulaştığımız insan hakları, barış konusundaki bilgeliğimiz bir işe yarasın istiyoruz, o yüzden susmuyoruz, o yüzden inatla konuşmaya devam ediyoruz” diye konuştu.
İnsanlık tarihine ilişkin tespitlerde bulunan Demirtaş, tarihteki belirsizliklerin yine tarih aracılığıyla netleştirilebileceğine dikkati çekerek, “Yaşadığımız anın bir gün tarihe dönüşeceğini bilerek yaşamalıyız” dedi. Tarih boyunca en büyük düşünürlerin, “kendini bil ya da haddini bil” düsturunu benimsediklerini belirten Demirtaş, “Biz de kendimizi haddimizi bilerek başlayalım. Bugün yaptığım konuşmaları bir ağır ceza mahkemesinde yapmak trajik olsa da bu benim tarihe topluma borcumdur. Bugün kötülüğün kaynaklarını anlatmaya çalışırken saf kötülüğün kaynaklarına dikkat çekeceğim” diye konuştu.
Dünya genelinde 4200 farklı dini grubu olduğunu, bunların başka inanç ve mezhebin kötülüğünü vaaz etmediğinin altını çizen Demirtaş, bütün düşünce akımlarının, sanatın, kültürün de iyilik iddiasında olduğunu belirtti. Demirtaş, savunmasına şöyle devam etti: “Peki o zaman bütün bunlara rağmen neden bu kadar kötülük var? Ya biri bize yalan söylüyor ya da başka bir durum var. Gezegenin asıl tarihi insanın ortaya çıkışıyla başlar. İlk insanlar hayvanlar gibi açıkta çiftleşiyor ama yavaş yavaş insanın zekâsı gelişiyor. Avcıyı çoban, yaban sürülerini kabile, kabileleri millet haline getiriyor. Ama insan savaşmak, daima savaşmak, sonsuza kadar savaşmak zorundadır. İlk savaşı doğaya, vahşi hayvanlara karşıdır. İnsan hep bir savaşçı olacak ve kahraman olacaktır. Nihayet kralları ve tanrıları ile savaşacaktır. Ölülerin ve tanrıların resimlerini taşlara oyacaktır ama insan ve insanlar arasındaki savaş hiçbir zaman son bulmayacaktır. Krallıklar kendileri arasında savaşacaktır, güçlenecek, zayıflayacak ve son bulacaktır. Doğu batıya, Afrika Avrupa’ya, kıtalar kıtalara karşı savaşacaktır. Çöken yıkılan şehirlerin yerlerine yenileri kurulacak. Gömülmüş şaheserler ışığa kavuşacak. Şairler; gariplerin, mağlupların destanlarını yazacak. Filozoflar Pîrsus kıyılarında, Atina temelleri altında dünyanın özünü arayacaklar. Akdeniz’in güzel köklerine bakan açık hava tiyatrolarında bakireler ve ihtiyarlar korosu amansız kaderden şikayet edecekler. Katedraller, amfiler, adalet sarayları yükselecek ve bütün bu dağınık mucizeler üzerinde zaman zaman saz şairlerinin şarkıları duyulacak.
Birçok yerde benzer süreçlerden geçerken birbirimizden haberimiz bile olmaz. Farklı diller, farklı kültürler ve farklı diller geliştirirken de birbirimizden haberdar değildik. Ne zamanki nüfus doyamayacağınız kadar kalabalıklaştı ve yakınlıkla karşılaştık, işte o zaman başka topluluklarla ticarete ve savaşa başladık. Ancak hep bir aynı motivasyonla, aynı amaç doğrultusunda savaştık. Başka toplumların mallarına topraklarına el koymak için. Bizi birleştirecek daha güçlü moral değerlere ihtiyaç duyduk, işte o zaman etnik kimlikleri, halkları ve ulusları icat ettik. Sonra bu kimlikleri dinle, bayrakla, şanlı tarihlerle, devletle, zaferlerle yücelttik. Öyle abarttık ki bir noktadan sonra kendi icadımız olan kimliklerimizin tutsağı haline geldik.
Tıpkı para icadımızda olduğu gibi. Biz onu kullanmak için icat ettik ama bir süre sonra o bizi kullanır hale geldi. Bütün bu hengame, savaş, kan, gözyaşı, kıyım ve korkunç acıların; kimliklerimiz, inançlarımız, onurumuz için yaşamamız için gerektiğine sadece 5 bin yıl içinde iman edercesine kesin ve geri dönülmesi imkansız şekilde inandık. Oysa biyolojik 15 bin 20 bin yılda ancak bir milim evrimleştik. Biyolojimiz son 5 milyon yıldır olduğu gibi son 5 bin yılda da aynı kaldı: Karnını doyur, üre, yaşa ve bunun için savaş.
Barbarlık, vahşilik diyoruz ya yanlış… Biz barbarken, vahşiyken bunları yaşamıyorduk. Medeni olduğumuz için bunları yaşıyoruz. Bugün Kurdistan’da Rojava’da yaşanan kıyım, vahşilik, barbarlık değil, medenileştiğimiz için bunlar yaşanıyor. Kötülüğü yaratıp başka bir şeyi keşfettik. Erdemi, etik değerleri keşfettik. Çünkü hiçbir güç içimizdeki özgür ruhu engelleyemez. Modernitenin bize dayattığı şey; toplumsallıksa bunun da yolu etik değerlerdir. Bizi bir arada tutan şey, anayasa değil yasala değil… Bugün Van Bahçesaray’da yolların 6 ay kapalı olduğu bir köyde insanlar birbirini boğazlamıyorsa, malını mülkünü gasp etmiyorsa, bunun nedeni TCK değil evrensel erdemliliktir. Medeniyet var olduğu günden beri bir yandan da erdemlilik akar ve gelişir. Bu davada medeniyetin iki ayrı nehri birbiriyle çatışıyor. Kötülük ve erdemlilik. Bütün bu kötülüklerle baş etmenin yolu olarak özgürlüğe bizi zorlayan doğal halimize zorlayan öte yandan kültür olarak bizi sınırlayan din ideolojiye karşı beynimiz sürekli isyan eder.
Bütün yarattığımız çatışmanın altında yatan neden budur. Bedenimiz ve kültürümüz çatışır. Bütün bunlar edebiyata sanata dönüştü. Başka türlü ruhlarımızı iyileştiremiyoruz. Geri dönüp edebiyata sanata müziğe sığınıyoruz. Çünkü ruhumuzun yarattığı gerilim başka türlü dinecek gibi değil. Biz barbar vahşi halimizden çıkmadan şu anda uzaya gidebilecek teknolojiyi yarattık. Biyolojimiz milyonlarca yıllar önceki biyolojidir. Bir lokantanın önünden geçerken biyolojimiz, ‘o kebabı al ye’ der. Ama medeniyet der ki ‘paranız yoksa yiyemezsiniz?’
Halkımız anavatanımızda karnını doyurmak ve yaşamak istiyor. Türker de bin yıl önce geldi. Onlar da karnını doyurmak ve yaşamlarını sürdürmek istiyor. Tıpkı Fransızlar, Almanlar Yahudiler, Aborjinler ve Afrikalılar gibi. Hepimiz karnımızı doyurmak ve neslimizi sürdürmek isteriz. Herkes haklıdır ama güçlü değildir. Doğada sadece güçlüler ayakta kalıyor. Hani kültür icat etmiştik; ona ne oldu? Ahlak erdem onlara ne oldu? Kültüre göre haklı olan biziz. Sizin ve benim mensup olduğumuz devlet bizim anavatımızı zorla işgal etmiş. Erdemlilik anlaşmasını bozan devlettir, burada bir suçlu aranacaksa o biz değiliz, biz bunun mağduruyuz. Bizim de hatalarımız oldu, o da doğrudan ve hakikatin peşinden gitmeme gibi hatalardır. Erdemlilik sözleşmesini ihlal ederek binlerce yıllık bir arada yaşama akdini bozanlara karşı direnmemizdir. Bugün yargılamamızın nedeni budur.”
Erdemlilik sözleşmesinin bozulmasıyla insanların binlerce kez isyan ettiğini hatırlatan Demirtaş, “Dünyanın her yeri sömürgeleştirildi. Amerika Birleşik Devletleri’nin, Avrupa’nın zenginliğinin, Kanada’nın zenginliğinin temelinde Asya ve Ortadoğu’nun sömürülmesi yatar. Bu sözleşmeyi bozanlar suçludur. Afrikalılar, Asyalılar, Mezopotamyalılar suçlu değil. Daha genç avukatken Lizbon’da bir sempozyumda konuşmacı olarak katıldım ve oradaki parlamentoyu gezdim. Görkemli bir parlamentoları var. Beni gezdirdiklerinde bir yandan da anlatıyorlardı. ‘Şu mermerler, sütunlar Afrika’dan’, bilmem nerden. Bunu anlatan bir sosyalist bir milletvekiliydi. ‘Size ait bir şey var mı’ diye sordum. ‘Hepsi bizim’ diye baktı. Hayır yani çalmadığınız size ait olan bir şey var mı diye. Adamın kafasına dank etti, dünyanın her yerinden çalıp getirmişler bizim diye övüne övüne anlatıyorlar. Çünkü etik sözleşmesini bozdu İspanyollar ve diğer ülkeler” diye konuştu.
Demirtaş, savunmasına şöyle devam etti: “Bugün göç dediğiniz, zorunlu göç dediğiniz çaldıklarınızın peşinden geliyor insanlar. Çünkü o zenginlik dediğiniz zaten o insanlara ait. Biz buna emperyalist sömürü diyoruz. Konuşmalarımızda bunlar var. İspanya Batı Sahra’dan çekilirken arkasından bir avukat, bir doktor bıraktı. Avrupa oradan sömürdüğü altın petrol madenle zenginleşirken dünyanın doğusu geri bırakıldılar.
Dünyadaki inanç ve dinler iyilik vaazı vermelerine rağmen insanlık kötülükte ısrar ediyor. O zaman neden bu kadar kötülük var. Siyasal İslam’ın bu konudaki rolünü anlatmıştım. Bunları anlatmaya devam edeceğim. Birbirini boğazlayan İrlandalı Katolik ve Protestanların çoğu İncilin 10 emrini bilmiyor. Yalanın üzerine kurulu bir düzen var. Din uğruna, inanç uğruna birbirini kesmeyen kalmadı. IŞİD’lilere sorun bakalım İslam adına bakın tam olarak neyi biliyorlar. Ya da sokağa dökülen linç güruhlarını genel merkezimizin önüne gidip sarı torba bırakan gruplara bir sorun bakalım uğruna uğraştıkları dinin ve kimliğin ne kadar farkındalar. Farkında değiller, bunlar sadece karnını doyuran neslini sürdürmeye çalışan gruplardır. Homo sapiens bunlar. Kültürle alakaları yoktur. Erdemlilik sözleşmesi bozulmuşsa bir arada yaşamanın imkânı yoktur ki onu bozan biz değiliz.
Normalde doğada bulduğumuz ve serbestçe yiyebildiğimiz bir yiyeceği fırından öylece alıp gidemeyiz. Seni hapse atarlar. ‘Ama param yok?’ ‘Açlıktan öl ama çalamazsın’. ‘Sen benim ülkemi, vatanımı çaldın!’ ‘Ülkenin adını bile söyleyemezsin, Kürdistan diyemezsin. Dersen seni içeri atarım, vatan haini ilan ederim. Türk Ceza Kanunu yazıyor burada. Kürt Ceza Kanunu yazmıyor.’ Güç sizde. Biz de bunu yıkmaya çalışıyoruz. Erdemliler ile kötülerin savaştığı bir davadır bu. İlk günden itibaren erdemliliği savunduğumuz için kazandık biz zaten. Davanın sonucu kazananı belirlemeyecek. İyiliği savunduk ya biz kazandık. Bunun da bir bedeli var. Biz ödemeye devam ediyoruz.
Cezaevlerinde büyük hırsız bulamazsınız onlar küçük hırsızlardır. Karnını doyurmak için ailesini geçindirmek için çalmıştır. Kendisine ait olanı almak için yanlış bir yol seçmiştir. Hırsızlığı meşrulaştırmayalım ama gerçek budur. Dünyanın en büyük teröristleri emperyalistlerdir. Ben bu teröristi bırakmam diyenler emperyalistlerle sarmaş dolaş değil mi? Amerika’nın İsrail’in yaptıklarını saymayalım. Sonra bunlar kameraların karşısına geçip masum halkı terörist olarak ilan ederler. G-20 katiller zirvesidir, BM öyledir. Netanyahu katildir, HAMAS katildir ama Filistin halkı İsrail halkı Kürt halkı mazlumdur. Halkların diline kültürüne el koyanlardır katil olanlar, biz değiliz.
Biz sadece halkımızın onurunu kimliğini savunduk, kendi topraklarında insanca yaşama hakkını savunduk. Buradaki hangi Türk ve Kürt arkadaş kimin hakkına el koydu. Devleti de yönetmedik. Gültan ablayı yolsuzlukla, Türkçe tabelaları belediyeden sökmekle suçlayabilir misiniz? Burada Türkçe konuşulamaz diye suçlayabilir misiniz? Hayır ben size binlerce böyle faşist belediye başkanı sayabilirim. Kesk u sor u zeri söktüler, trafik lambalarını yasakladılar. Kim suçlu. Kimin tavuğuna kış dedik. Vatan bizim, toprak bizim, emek bizim. Ankara’yı mı işgal ettik? Gelip orada halkın dilini kültürünü inancı mı yasakladık? Türkler işgale karşı çıktılar mı? Yunanlılar, İngilizler, Bizanslılar vardı, Türkler buna karşı direndiler. Kürtler direnince neden terörist oluyor? Üstelik siyasetle lafla direnmiş. ‘Bu kadarı bile senin için ölüm fermanıdır’ denildiği an erdemlilik sözleşmesi bitmiştir. Yalan iftira budur. Bize yönelik tarihi ve güncel yalanların kaynağı budur saf kötülüğün kaynağı budur. Daha büyük kötülük nasıl yapılabilir dediğimiz an devreye giren budur. Arkadaşlarımız suçsuz yere tutuklu bunu bilmeyen mi var. Yok.
Biz insanlara iyi olmayı hatırlatıyoruz. Dünya iyiliğin yüzü suyu hürmetine dönüyor. Bizi birleştiren şey bu iyilik halidir. Bizim konuşmalarımızı bilirkişiye değil yaşasaydı keşke Hallacı Mansur’a, Mevlana’ya gönderseydiniz. Bilirkişi sadece duyduğunu söyler.
Adaleti çıkarırsanız sizden hukukçu olmaz, kasap olur kasap. Hepimiz yoksul çocuğu olarak okuduk hâkim savcı avukat olduk. Zenginlerin çocuğu hakim savcı olmaz. Bakın babam 7 çocuğunu okuma yazma bilmemesine okuttu, hepinizin babası annesi öyle. Annem gece yarısına kadar başkalarının elbiselerini dikti. Bizi okutmak için.”
Verilen aranın ardından savunmasını sürdüren Demirtaş, Kürt ve Türk halklarının tarihsel ilişkilerine değinerek, “Türkiye’de Kürt varlığı tanınmıyor. İki ayrı halkın tarihi, iki ayrı halkın sosyolojisinden bahsediyoruz. Neden tarihlerimiz birbiriyle çatışıyor bugün nasıl bunları çatıştırmadan düzenleyebiliriz onları anlatacağım. Kürtlerin tarihi anlatılmıyor. Kürtlerin tarihi yaşadığı acılar bilinmez. Bir Kürtler bir de onları yakından takip eden dostları bilir. İnkılap tarihi kitaplarında birkaç yerde Kürtlerden bahsedilir o da zararlı cemiyetler olarak bahsedilir. Kürtlerden hiçbir yerde iyi bir şekilde bahsedilmez. 1514 yılında gerçekleşen Çaldıran Savaşı ile Kürtlerin coğrafyası ikiye bölündü. Kürt tarihinde de tartışmalı bir kişilik olan İdrisi Bitlisi hem Yavuz Selime danışmanlık yapar hem de savaşın akıl hocalığını yapar. Çaldıran Savaşı Osmanlı’nın zaferi ile sonuçlanır ve Kürdistan coğrafyası defakto olarak ikiye bölünür. Daha sonra bunun resmileşmesini 1639’da Kasrı Şirin anlaşmasıyla görürüz. Ama aşağı yukarı 1514 yılından beri Kürdistan coğrafyasının 3’te biri İran Safevi Devleti’nin sınırlarındadır” diye konuştu.
Osmanlı döneminde gerçekleşen Kürt isyanlarına dikkati çeken Demirtaş, Abdülhamit döneminde Kürdistan madalyası bastırıldığını ve Kürtlerin özerk ve otonom örgütlenmelere sahip olduğu bilgisini hatırlattı. Demirtaş, şöyle devam etti: “Kürtler bütün yaşadıklarını yazılı tarihle değil ama sözlü tarih ve dengbêjler yoluyla bugüne taşımıştır. Kürtlerin hafızalarında o dönemlerde dahil her şey canlıdır. Mir Bedirxan ihanete uğrayarak yenilgiye uğrar. Bedirxan dönemi Kürt, Kürdistan tarihi açısından önemlidir ve kimi fezlekelerde geçtiği için değineceğim. Bedirxan beyliği ortadan kaldırılırken Kürtçe ve Kürdistan yasaklanmıyor. Kürdistan emirliği Osmanlı tarafından kabul ediliyor. Hamidiye alayları ile Kürtler kendi örgütlenmelerini korur ama verdikleri zararlar daha büyüktür. Bugünkü koruculuk sistemine benzer. Kürt aşiretleri Hamidiye Alayları eliyle birbirlerine zulmederler. Hamidiye Alayları, Kürdistan tarihinde olumsuz bir role sahiptir ama bunu olumlu bulan Kürt İslamcılar da vardır. Ben olumlu bulmuyorum” dedi.
Kürdistan tarihine dair anlatımlarını sürdüren ve Skyes-Picot Anlaşması’na da değinen Demirtaş, günümüzdeki sınırların büyük oranda Skyes-Picot anlaşmasıyla belirlendiğini söyledi. Kurdistan’ın 1514 tarihinde fiilen ikiye, 1916’daki anlaşma ile 4’e bölündüğünü kaydeden Demirtaş, “Kürdistan’ın bölünmesiyle emperyalistlerin bize armağanıdır ki daha sonra kendi hatalarımızla bu sorunu büyüttük. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Antlaşması’nın imzalanmasında da Kürtlere yönelik hükümler yer almaz. Kürtlere dair herhangi bir hüküm yoktur. Çünkü İsmet İnönü, ‘ben Kürt ve Türk halkının temsilcisiyim’ der. Kürt mebuslar da bunu teyit eder. Lozan Antlaşması bir başarı olarak görülür” diye konuştu.
Demirtaş, 1925’te gerçekleşen Şeyh Sait isyanına işaret ederek, Şeyh Sait’in kafasında büyük bir isyan fikri olmadığını ancak Azadî Örgütü’nün teşvikiyle ve yanlış anlaşılma sonucu isyanın patlak verdiğini belirtti. Demirtaş, şunları anlattı: “Kürtler Türklerle birlikte hareket etmemiş olsaydı kaderimiz nasıl olurdu bilemiyorum. Birlikte hareket etmeyi seçtiğimiz için bugün trajedi yaşanıyor. 1925 çok önemlidir Türk Kürt ilişkilerinin önemli bir kırılma noktasıdır. Yeni tarih yazımında Kürtler arkadan vurdu yazımına kadar giderler. Burada kandırılan Ankara değil Şeyh Sait ve arkadaşlarıdır. Hepsi halifeliğin devamı için savaştılar hepsine özerklik sözü verildi. Bunlar tarihi gerçekler. İki ayrı anlatı ve iki ayrı duygu kırılması var. Biri için vatana ihanetle suçlanan öteki için kahramandır. Sabah anlattığım tehlike kodları Kürtler için başka Türkler için başkadır. Ağrı isyanı da kanlı bir şekilde bastırıldı. Zilan Deresi’nde Kürtler katledilir ve orası uzun süre yerleşime kapatılır. 1930’da Ağrı İsyan başlatılırken Barzani öncülüğünde Irak’a karşı isyan başlar. Dersim Katliamı da Alevi Kürtler açısından kırılma noktasıdır. Dersim bir isyan değildir. Şeyh Sait isyanı Sünni Kürtler için, Dersim Katliamı da Alevi Kürtler için kırılmadır. Dersim’de bir isyan hazırlığı da yoktu. Dersim Kürt Aleviliğin yaygın olduğu bir bölgedir. Dersim bölgesi özerktir ve oradaki katliamın nedeni de bu özerkliği dağıtmaktır. İsmet İnönü’nün hazırladığı raporlar nedeniyle Dersim katliamı kararı alınır ve ‘çıban’ olarak görülür. Seyid Rıza vatan haini olarak nitelendirilir, İsmet İnönü raporunda Şeyhlik düzeninin kaldırılmasını söyler ama Dersim’de şeyhlik yoktur. Eylül’de Seyit Rıza yakalanır ve 6 kişi ile kendi oğluyla birlikte katledilir. Seyit Rıza Aleviler ve Kürtler için önemli bir simgedir. Bunu Kürtler bilir, Aleviler bilir. İstendiği kadar yasaklanmış olsun, gerçekler kendi içerisinde anlatılmaya devam edilir.
Bu katliamların ardından 49’lar vakasına kadar Kürtlerde yaprak kımıldamaz. Musul’da içinde Kürtlerin de olduğu bir grup tarafından Türklerin katledilmesi duyulunca Ankara’da siyasetin havası gerilir ve orada öldürülen Türkmen kadar Kürdün öldürülmesi CHP’li bir milletvekili tarafından teklif edilir. O dönemde ‘Türkiye Kürtleri’ olarak imza toplanır. Bu bütün o sessizlikten sonra Kürtler adına atılan ilk imzadır. Dersim ve Ağrı katliamların ardından Kürtlerin asimile edildiğine inanılır. Ankara’da tartışmalara sebep olan bu dilekçe sonrasında aralarında Ape Musa’nın da olduğu 50 Kürt ileri geleni, öğrenci, aydın tutuklanır. Yargılamalar uzun sürer. En son zaman aşımından dava düşer. Bu dava Kürtlerin hafızasında önemli yer bırakır. Onların tek suçu imzaladıkları dilekçeye Türkiye Kürtleri yazmalarıdır. Bu tabir, Ankara’nın tüylerini diken diken etmiştir.
Cumhuriyet döneminde yaşanan diğer katliamlara ve PKK’nin kuruluşuna değinen Demirtaş, 1990 yılında HEP’in kurulmasıyla Kürtlerin demokratik siyasete attığı ilk adıma dikkat çekti ve sonrasında yaşanan faili meçhul cinayetleri, parti kapatmaları Türkiye ve PKK arasındaki müzakere süreçlerini, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın barış çağrılarını ve gelişen siyasal süreci kronolojik şekilde anlattı.
Yakın Türk tarihinin birçok düşünce biçiminden etkilendiğini dile getiren Demirtaş, “Jön Türkler faşizmden, sosyalizme, komünizmden siyasal islama kadar her düşünce akımını takip etti. Bütün bunları karışınca ortaya çorba çıktı. Kemalizm de bütün bu akımlar arasında bocaladı. Yaşasaydı bugünkü Kemalizmi herhalde Mustafa Kemal’in kendisi bile tanımlayamazdı. Cumhuriyet’in kuruluş döneminde faşizm ve komünizm revaçtaydı. Türklük de o mertebeye çıkarılmak istendi. O yüzden her İtalya ve Sovyet Rusya’ya ziyaretler yapılır. Kadro diye bir doktriner dergi çıkarılır ve o dergide faşizm övülür” dedi. Türklük tanımının dönemsel olarak değiştiğine dikkat çeken Demirtaş, “Bazen herkes Türk’tür, bazen sadece Türkler Türk’tür. Bazen Kürtler Kürt’tür, bazen Türk. Bazen de Kürtler yoktur. Bazen bütün dünya Türk’tür. Bazen Kıbrıs ve Azerbaycan Türk’tür. Duruma göre, ihtiyaçlara göre değişen pragmatist bir Türklük tanımından bahsediyoruz” şeklinde ifadeler kullandı.
Türkiye’de sol-sosyalistlerin “vatan haini” olarak yansıtılmaya çalışıldığını aktaran Demirtaş, “Bu büyük bir yalandır. Solun hataları vardır ama hiçbir zaman vatan haini değildir, bu halk için her zaman en büyük bedeli ödemiştir. 80 darbesinin asıl hedefi soldur. Kemalist devrim yaptığını iddia eden Kenan Evren Alevi köylerine camiler inşa ederek ve pek çok benzer uygulamalarla solun yerine İslamcı bir anlayış yerleştirmiştir. Bu darbe Kemalist bir darbe değil yeşil İslamcı bir anlayışın sonucudur. 80 darbesi henüz bitmiş değildir, 80 darbesi bütün kurum kuruluşları ve zihniyeti ile devam ediyor” dedi.
Demirtaş, şöyle devam etti: “1968’lerde öğrenci hareketleri başlayana kadar Kürtler sindirilir, aleviler sindirilir, solcular sindirilir, Cumhuriyetin 3 temel tehdidi sindirilir. CHP’nin kafası Cumhuriyetin başından beri karışıktır halen de böyledir. Ortanın solundan ortanın sağına kadar savrulur durur. Deniz Gezmiş ve arkadaşları Hüseyin, Yusuf mesela Mahir Çayan vardır, Kürt hareketinde Mazlum Doğan 24 yaşındadır, İbrahim Kaypakkaya 24 yaşındadır. Bunların hepsi büyük teoriler yazarlar. O yıllarda Türkiye’nin 20’li yaşlarındaki gençleri dünyayı sarsacak teoriler yazdılar ve bunları hayata geçirmek için pratiğe geçtiler. Sonrasında sol kendi içerisinde fraksiyonlara ayrıldı, paramparça oldu ancak o döneme damgasını vuran gençler bugün halen Türkiye sol sosyalist hareketinin öncülüğünü yapıyorlar. TİP’in varlığı Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, bunların Kürt hareketiyle ilişkileri kendi içlerinde kıpır kıpır bir tartışma yürütürler. Belki iktidara gelemiyorlar da Türkiye’deki ana vicdanı bozulan erdem sözleşmesini yeniden kurmaya çalışan en önemli düşünce akımlarıydı bunlar. Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli yeniden sol ve sosyalist tartışmalarını topluma taşımaya çalışmalarının yanı sıra Cumhuriyetin hatalarıyla yüzleşmeye çalıştılar. Bu Türkler için ilkti.
Mahir Çayan Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını en net ifade eden öncülerden biridir. İbrahim Kaypakkaya aynı şekilde. Bunlar Türk halkının değerleridir. Bunları bugün terör örgütleri diye anıyorlar asıl bunlara kıymet vermelidirler ki. ‘Topal Osman’ı anacağınıza bunları anın’ diyecem ama nerden anlayacaklar. Bunlar anti emperyalistilerdi. Kürt halkının dostlarıydılar. Biz Kürt halkı olarak geri dönüp baktığımızda o dönemin anlaşılmayan şeyin ne olduğunu çok iyi anlıyoruz. Kaypakkaya 24 yaşında Kürtlerin tarihini Kürtlerden daha cesur sahiplenebiliyordu. Deniz Gezmişler idam sehpasına giderken yaşasın Kürt ve Türk halkının kardeşliği diye slogan atabiliyorlardı. Onların takipçileri bugün bizimle HDP’de siyaset yürütüyorlar. Maalesef sol 80 darbesinden sonra uzun yıllar kendisine gelemedi. Nasıl ki Kürtler demokratik siyaset yapmaya çalıştıysa sosyalistler de bu yollar çok sayıda parti kurdu. Örneğin ESP İslamcılardan çok daha sert ve net bir şekilde 28 Şubat darbesine karşı tavır sergiledi demokrasiyi savunmak adına. Bütün bu onurlu insanlar bu mahkemelerde yargılandılar. İşkencelerde katledildiler geri adım atmadılar. Bugün bizimle hareket ediyorlar çünkü ortak ve onurlu yaşamın ancak böyle mümkün olduğuna inanıyorlar. Bu bizim için büyük bir onur ve gururdur. Onlar bizi gururlandırdılar biz de ortak mücadeleden vazgeçmeyerek onların emeğine ve tarihsel mirasına saygılıyız.”
Demirtaş, devamında hakkında hazırlanan ve iddianamede yer alan sekiz adet fezlekeye dair savunma yaptı. 10 No’lu fezlekede, “Kandil’de örgüt yöneticileriyle fotoğraf çekme” suçlamasıyla karşı karşıya kaldığını belirten Demirtaş, “Propaganda amaçlı değil, barış sürecinin ciddiyetini, olabilirliğini göstermek amacıyla yapılan sosyo-psikolojik bir çalışmaydı. Türkiye’de artık silahların susacağını göstermek için çekilmiş bir fotoğraftı” diye ifade etti. 17 nolu fezlekede oturma eylemi sonrası izin alınmadan toplantı-yürüyüş gerçekleştirdiği iddiasının olduğunu belirten Demirtaş, “Örgütün çağrısıyla yaptığım iddia edilmiş, partinin eş genel başkanı olarak partinin programı yetmiyor mu ki örgütten talimat alacağız. Bunların hepsi iftira” dedi.
Demirtaş, 2011 tarihinde Diyarbakır’da gerçekleşen yürüyüşü konu alan 18 No’lu fezlekeye dair “Bize yönelik şiddet suçlaması yok ama partimize dönük saldırılara karşı gösterilen müsamaha bize gösterilmemiş, dava açılmış. 2911 ya da örgüt propagandası gerçekleşmemiş” sözlerini kullandı. Demirtaş, 19 No’lu fezlekede ise Dağkapı’da Kürt sorunundaki çözümsüzlüğe karşı yapılan oturma eyleminin kriminalize edildiğini belirterek, “Kürtlerin kendi şehirlerinde oturma eylemi yapması dahi terör eylemi olarak nitelendirilmiş. İfade özgürlüğüne aykırıdır. Bir diğer fezleke demokratik çözüm çadırıdır. Bir halk çözüm istiyorum diye nasıl suçlama konusu olur. Bu sabahtan beri anlattığım trajedinin bir başka örneğidir. Ortada bir suç yok hakkı ihlal edilenler Kürtler” dedi. 2011 yılındaki Lice Kültür Sanat Festivali’nde yaptığı bir konuşmanın konu olduğu fezlekeye dair ise Demirtaş şunları söyledi: “Savcılar nerede ‘direniş’ sözcüğü varsa altını çizmiş. Cımbızlayıp alınmış cümlelerim. Sanki biz silahlı direnişi selamlamışız gibi o şekilde ele alınmış. Direniş eşittir terör. Bizim jargonumuz farklı, tarih bilincimiz farklı, kullandığımız kavramlar farklı” diye belirtti.
Demirtaş, “Barış için direniyoruz bu savaşı bitireceğiz bunun için direneceğiz demişiz’ bunun altını çizmişler. Biz direniyoruz, hapiste direniyoruz, parlamentoda direniyoruz. Zulme karşı direniş haklıdır meşrudur. Gece gündüz Gazze için direniş çağrısı yapıyorsun. Hilafet çağrısı yapıyorsun o niye suç değil, biz özerklik isteyince niye suç. Onlarınki barışçıl e bizimki de barış. Türklerin ve Kürtlerin hafızası başka aktı. Yüz yılda iki ayrı korku ve travmaya sahip halk aynı ülkenin çatısı altında mecburlar, mahkumlar ve aynı zamanlarda cezalılar. Bizim için ceza gibi Türkler için de ceza gibi. Başka bir çaremiz de yok. Türk devletinin Kürtlere bakışı şöyle ya benimsin ya kara topraksın. Slogan yasak, pankart yasak siyaset yasak sivil toplum örgütü yasak dağ gidince terörist. En çok barış isteyenler en çok baskıya maruz kalıyor. En çok korkulan şey HDP’nin barış çizgisidir. Resmî ideolojinin kodlaması ve gerçek tarih başka bir şey. Türkiye’nin yüzde 80’i bu çelişkinin farkında. İnsanların çoğu devletin resmî ideolojisi ile çelişir, öyleymiş gibi görünür. İşini kaybetmemek için. Herkeste kişilik bölünmesi var. Devletle iyi geçin kendi düşünceni kendi içinde yaşa, özel yaşamında yaşa. Burjuvazi ve aydınlanmadan nemalanmış ulusalcıların oluşturduğu yüzde 10’luk kesim hariç” diye belirtti.
Parlamento’da Kürtçe konuşmaların engellenmesine de tepki gösteren Demirtaş, “Yahu Süryanice bile konuşturmadılar. 2023 yılından söz ediyoruz utanç verici bir şey. Özür dilenip el üstünde tutulması gereken inançlar halklar bunlar ama utanmadan hakaret ediyorlar. Yahu bunu alkışlamanız gerekiyor. Bunu yapması gereken adam ırkçı faşist hezeyanlarla Süryanice konuşanı kovmaya çalışıyor. Anlattığım şey 1800’lerden değil. 1800’lerden anlatmaya başladım. Bitmiyor aynı zihniyet devam ediyor. Bunu yapan kim en zengin milletvekili. Kürtçeye Süryaniceye iki kelime tahammül edememenin adı faşizmdir ırkçılıktır. Bu fezlekeler işte bu zihniyetle hazırlanmış. Savcının bu fezlekeyi fırlatıp atması lazım. Ama ne yapıyor kabul ediyor, Ey savcı sen kimsin ya? Ben anavatanımda Kürdistan’ın kalbinde Amed’te bunları konuşmuşum sen fezleke hazırlıyorsun” şeklinde konuştu.
“Hepimiz Erdoğan’ın hayranı mı olacağız, O zaman biz biz olmayız onurumuzu kaybederiz” diye devam eden Demirtaş, “Kürt sorunun bir tek çözüm yolu var Kürdün olduğu gibi kabul edilmesi. Türk neyse o, biz Türkçe şekil vermeye çalışıyor muyuz? Bunu yapma hakkımız da yok. Zihniyet olarak böyle bir düşüncemiz yok. Türk, Fatih Sultan’ı anmasın, anarsa savcı soruşturma açar. İstanbul Fethi’ni anmayın. Biz kendi tarihteki büyüklerimizi andık diye yargılanıyoruz. Qazi Muhammed’i andık diye suçlama yapılmış, Kürtler kutuplarda hak elde etse bile ona karşı çıkarlar. Bir iblo yapsa deseler ve Kürtlerin evidir Türkiye Cumhuriyeti Devleti kutuplara nota verir. Bahçeli derki derhal tuzla buz edilmeli. Omuz üstünde baş konulmamalı, Türkün gücü gösterilmelidir diyecek., Yapılmadı mı” şeklinde ifadeler kullandı.
Kürdistan’da yapılan katliamlardan sonra kolluk güçlerinin yaptığı yazılamaları ve paylaştığı fotoğrafları gösteren Demirtaş, “Bunları ben yazmadım. Bunu bir Kürt yapsa lanetleriz” dedi. Bir yazılamadaki “Türksen övün değilsen itaat et” ibaresini okuyan Demirtaş, “Yüzyılın özeti budur. Siz Türk olarak övünüyor musunuz bilmiyorum ama biz Kürtler olarak itaat etmiyoruz. Birlikte yaşamaya varız ama bu zihniyete karşı sonuna kadar direneceğiz” dedi.
Kaynak: Mezopotamya Ajansı