İşçi sınıfının “Ali hocası”, diğer bir deyişle bizim mahallenin “Nusret abisi”… Doktor Hikmet Kıvılcımlı geleneğinden gelen bir komünist. Ama komünist dediğime fazla kulak asmayın siz! Ömrü boyunca Nusret’in severek sırtında taşıdığı o sadece bir elbise. Üstelik dikişsiz ve yamasız, düğmesiz ve falsosuz. Bir derviş çuhası gibiydi üzerinde sanki. Kumaşı kendisindendi, terziliği de
“Kar yağıyor
yaktığım bütün ateşlere
İçimde kül kalabalığı bir isyan
Daha beni anlatacak kadar
kalabalık değil bu sokaklar…”
Adnan Yücel
Aramızdan ayrılışının üzerinden tam otuz yıl geçti…
Oysa her şey hâlâ dün gibi.
Nusrettin Yılmaz…
İşçi sınıfının “Ali hocası”, diğer bir deyişle bizim mahallenin “Nusret abisi”…
Doktor Hikmet Kıvılcımlı geleneğinden gelen bir komünist.
Ama komünist dediğime fazla kulak asmayın siz!
Ömrü boyunca Nusret’in severek sırtında taşıdığı o sadece bir elbise.
Üstelik dikişsiz ve yamasız, düğmesiz ve falsosuz.
Bir derviş çuhası gibiydi üzerinde sanki.
Kumaşı kendisindendi, terziliği de.
Neredeyse bütün hayatı “terzilik” yaparak geçmişti zaten.
Elindeki makası çok iyi kullanır, kumaş zayiatlarına ise hiç izin vermezdi.
Ne parada pulda gözü vardı ne de malda mülkte…
Bu yüzden yaşamında komünistlikten başka hiçbir elbisesi de olmamıştı.
Dahası, bizim mahalledeki çoğu insanın üzerinde bu “elbise” çok sırıttığı halde, Nusret’in üzerinde hiç sırıtmaz, aksine ona fazlasıyla yakışırdı.
Bu sırıtma ya da yakışmanın kuşkusuz en temel nedeni, ilk bakışta çoğumuzun hemen fark edemediği, elle tutamadığı, komünistlikle insanlık arasında sıkı sıkıya yaşanan, o görünmeyen diyalektik bağlantıda gizliydi.
Mevlana’nın, “Ne insanlar gördüm sırtında elbise yok, ne elbiseler gördüm içinde insan yok” dediği gibi, burada asıl mesele insan olabilmekte yatıyor, hayatın anlamı ve önemi; insanın insanlaşma mücadelesi içerisinde yeni değerler kazanması ya da kaybetmesiyle, elbisedeki o kumaş farkları ister istemez bu sürecin içerisinde eninde sonunda açığa çıkıyordu.
En sıradan işçilerin bile Nusret’le daha ilk tanıştıklarında, sırtındaki elbisenin kumaşını hemen fark etmeleri, hiç tesadüfi bir şey değildi.
Öyle ki, bazılarının sırtında omuzlarındaki rütbeler ve apoletlerin “ihtişamıyla(!)”,çirkin bir kibir abidesine dönüşen o elbise, Nusret’in üzerinde ipekten dokunmuş, incecik, son derece şeffaf, kırmızı bir pelerine benzerdi.
Çok güzel türküler söyler, hele hafif çakırkeyif olup sıra “Huma Kuşu”na gelince, dinleyicilerin hepsi kendinden geçerdi.
O doyulmayan muhabbetine, İstanbul ağzıyla konuşması ve yazmasına aldanmayın siz!
Aslen Diyarbakırlı, 1952 doğumlu, Ergani nüfusuna kayıtlı…
Gürcistan göçmeni bir babayla, Kürt bir ananın altıncı çocuğu. Bir kardeşi daha doğuyor sonradan.
Dili daha çocukken kırılıyor aslında.
Önce köyde ilköğretim, sonra Dicle’de öğretmen okulu ve ardından ver elini Bursa Eğitim Enstitüsü.
1970’li yılların başı…
Terzi çıraklığı asıl işte burada başlıyor! Terzi de kendisi, çırak da yine kendisi.
Ve Hikmet Kıvılcımlı külliyatıyla tanışması…
Komünizm sevdası…
Ve böylece çeliğe ilk su veriliyor…
Bulunduğu yer pırıl pırıl, kızlı-erkekli zaten kumaş dolu.
Coğrafya kaynıyor…
Etrafındaki en güzel, en parlak kumaşlardan biri Nurvet abla.
Kırım göçmeni bir ailenin kızı.
“Ben bir göçmen kızı gördüm
Tuna boyunda
Elinde bir deste gül var
Hasret koynunda…”
Tavır, davranış ve duruşuyla, kendine has güven ve edasıyla, yakıyor ortalığı o zamanlar Nurvet abla…
Kendisiyle Nusret’i konuşmak için Kadıköy’de buluştuğumda, o günleri kadınca bir gurur ve sitayişle anlatırken, hafif utangaç, gözlerinin içi hınzırca gülüyor.
Hoşlanıyor anlatmaktan. Gözleri buğulanıyor sonra. Üst üste sigara yaktığının farkında bile değil.
Belli ki bizim terzi çırağı, kumaşların iplik ve dokusunu, kıymetlerini, rengârenk desenlerin önemini, ilk bu tezgâhtan geçerken öğrenmeye başlıyor.
Yabancılaşmanın çok az yaşandığı yıllar yani.
Hoş, herkes şimdi adımını atarken, önce birbirinin cebine bakıyor.
Şiirini kaybeden masalsız aşklar, hayalsiz ve metalaşan hayatlar…
Sonrası ise malûm…
Üst üste yığılan top top kumaşlar, iplik ve dokusuna göre, artık Nurvet ablanın da katılımıyla birlikte dikilen, birbirinden güzel o elbiseler.
Ve hızla siyasallaşan hayat…
İşçi sınıfı denilen denizin kabaran dalgaları, yoksul gecekondu semtleri ve bilcümle üniversiteler.
Bu hengamenin içerisinde Zeynep doğuyor. Bir jinekolog şimdi.
Kesintisiz ve soluksuz örgütlenme çabaları, bir taraftan diğer bir tarafa sürekli koşuşturmalar, darbeler, ölümler, tutuklanmalar, kaçlar ve göçler.
“Kendimizi hiçbir zaman yorgun hissetmedik!” diye anlatıyor o yılları Nurvet abla.
Ve 1989 yılları…
Tarihsel bir milat gibi.
Göçüveren o koca Sovyetler Birliği ve ardından domino taşları gibi yıkılan o sözde sosyalist devletler.
Terzinin saçları bembeyaz.
Kimse krizin farkında değil.
Ne kendisiyle bir hesaplaşma ne tarihle en ufak bir yüzleşme.
Kaldığı yerden her şey olduğu gibi devam ediyor.
O sırada sözünü kesiyorum Nurvet ablanın.
Rosa biyografileri okuyorum bu sıralar Nurvet abla. Ekim Devrimi ve külliyatını bugüne kadar biz, Roma İmparatorluğu’nun Hristiyanlıkla baş edebilmek için yazdırdığı, “resmi İnciller” gibi okuduk hep. Alman Devrimi üzerinden Ekim Devrimi’ni hiç okumadık mesela. Buradan en ufak bir sorgulama kendimize yapmadık. Oysa Lenin dâhil, Ekim Devrimcileri yaşayabilmek için tüm umutlarını Alman Devrimi’ne bağlamışlardı. Beklenen o büyük Alman Devrimi niçin yenildi? Neden Ekim Devrimi’nin yardımına yetişemedi? O tarihle ilgili “resmi incil okumaları” dışında, biz ne biliyoruz, hangi çapraz okumaları yaptık Allah aşkına!
“Çok haklısın!” diyor Nurvet abla.
Ve aramızda epey uzun, derin bir tarih tartışması, tüm ezberleri bozan tarihsel bir yüzleşme başlıyor.
“O günleri siz nasıl yaşadınız, bana biraz ayrıntılarıyla anlatsana” dediğimde ise Nurvet abla, oldukça sinirli, donuk ve mat gözlerle yüzüme bakıyor.
Ben de bilmiyorum ki nasıl anlatsam. Bana yaşadıklarını fazla anlatmazdı zaten. Ama bir gün, “Kendimize açıklayamadığımız şeyleri işçi sınıfına nasıl açıklayacağız ki Nurvet” deyip, Vatan Partisi’ndeki tüm görevlerinden istifa etmişti.
Ve bizim terzi böylece geldiği denize tekrar geri dönüyordu.
Sahi…
Nerede yenilmiştik biz?
İlk kırılma nerede yaşanmıştı?
Büyük Ekim Devrimi şimdi neredeydi?
Çin devriminin o koskoca “Uzun Yürüyüşü” hangi dağları aşıyordu?
Enver Hoca’nın Arnavutluk’u, Che Guevara’nın Sierra Meastra’sı, Kongo’su, Bolivya’sı, Paulo Condor zindanlarındaki Niguenlerin Vietnam’ı, Sandinistlerin Nikaragua’sı, bu dünyanın acaba şimdi neresindeydi?
1990’ların başı…
Benim de teşkilatla yollarımın ayrıldığı, beş parasız, vurgun yemiş bir balık gibi, kendi başıma acaba neler yapabilirim diye kara kara düşünüp, ortalıkta serseri dolaştığım günler.
Mülteci olmaya hiç niyetim yok ama. Ve tesadüfen Nusret’le ilk karşılaşma. Bizim mahalleden arkadaşlarım götürmüşlerdi, Beşiktaş’taki evindeyiz.
Maocu bir gelenekten gelmiş olmama rağmen aramızda yaşanan kanlı bıçaklı günler artık geride kalmıştı.
Önce aramızda sıcak bir sohbet, sonra birbirimize hızla ısınma. Kırk yıllık dost gibi oluvermiştik birden. Nusret “Haydi gel, DİSK Deri-İş’te beraber çalışalım seninle, yapacak daha çok işimiz var!” dedi.
Sokağın yalnızlığı ve o soğukluğu. Bizim mahallenin kalabalığı ve o sıcaklığı. Ve en zor günlerimde ardına kadar sorgusuz sualsiz açılıveren o kapılar…
Yüreğimde yeniden bir kıpırtı, bir heyecan.
“Doğru söylüyorsun Nusret abi, daha yapacak çok işimiz var gerçekten!”
“O zaman haydi, bir an önce toparla kendini!”
Ve o günden sonra Nusret’le gece gündüz, yediğimiz içtiğimiz bile hiç ayrı gitmemiş, arkadaşları arkadaşım, arkadaşlarım yoldaşı olmuştu.
Üstelik o zamanlar DİSK’in para içinde yüzdüğü yıllar…
12 Eylül’ün sendikaları kapatarak el koyduğu tüm paralar, DİSK’e çoktan iade edilmiş, sendika ve sendikacılar para içinde yüzmeye başlamışlardı.
Buna rağmen bizler, DİSK’in hâlâ Kızılderilileri gibiydik. Bir yemek fişini ya da çayı dahi bize çok görüyorlar, ancak çok bunalıp zorlandığımız zaman, Nusret’in bir sürü yorucu bürokratik görüşmeleri sonucunda, ara sıra DİSK’ten kısmen yardım alabilirken, göbeğimizin bağını daha çok kendi yarattığımız imkan ve olanaklarla kesiyorduk.
Fakat bu şartlar altında yine de ülke çapında sendikal barajı aşarak hemen örgütlenmeye girişmiş, İstanbul’un çeşitli yerlerinde, Bursa ve Çorlu’daki tabakhanelerde, İzmir’de bir kundura fabrikasında hızla örgütlenmiştik.
Ne var ki örgütlendiğimiz her yerde haklarımızı alabilmek için, işçilerle birlikte zorla sokağa atılıp, fabrika önlerinde günlerce, bazen aylarca parasız-pulsuz, aç-susuz direniyorduk.
En son İkitelli’deki dört yüz kişilik Akgündüz Bağırsak Fabrikası’nda örgütlendik. Burada da sendikaya izin verilmeyince, yine direnişe geçtik.
Sendikamız her gün işçilerle dolup taşıyordu…
Öyle ki, bizim mahallenin neredeyse tüm eğilimlerinden sendikada işçi arkadaşlarımız vardı. Ara sıra aramızda küçük, hoş çekişmeler de olsa, söz konusu sınıf örgütlenmesi olunca, tüm enerjimiz bir anda toplu bir seferberliğe dönüşüyor ve hemen aramızda gönüllü bir imece oluşuyordu.
Sendikadaki bu havanın oluşmasında, terzinin kuşkusuz çok büyük bir rolü vardı…
Habersiz ve davetsiz gelen misafirlerimiz de hiç eksik olmazdı. Bir gün bir arkadaşım kucağında akvaryumla geldi.
“Bu da benim sendikaya hediyem olsun!” dedi.
Akvaryumun içinde üç tane Japon balığı…
İşçiler hemen o anda balıklara isim verdi: Birlik, Dayanışma ve Mücadele
O günden sonra akvaryum, sendikanın en değerli demirbaşı ve maskotu haline gelmiş, hatta işçiler yaşadıkları hayatı bile, akvaryumla özdeşleştirmişti.
Kendi durumlarının kritiğini hep akvaryum üzerinden yapıyorlar, “Baksana şu Birlik ve Dayanışma’nın yüzüşlerine, yüzmeyi bile doğru dürüst beceremiyorlar. Birlik ve Dayanışma yok ki zaten, onlar ne yapsın! Ama bak şu Mücadele’ye, nasıl da güzel yüzüyor, tıpkı bizim gibi” diyerek, günlük gelişmeleri hep akvaryum üzerinden yorumluyorlardı.
Bir gün sendikayı açan arkadaşımız, “İyi beslensinler” düşüncesiyle, akvaryuma bu kez çok yem atmış, iki balık ölmüştü.
Ölen balıklar işçilere göre kuşkusuz Birlik ve Dayanışma’ydı.
Onlara göre üstelik balıklar ölmemiş, sendika ve işçilerin durumuna çok üzülerek “intihar” etmişlerdi.
“Mücadele” ise hâlâ yaşıyordu…
“Mücadele”nin yaşamasına, tüm arkadaşlarımızın hayalleri ve olağanüstü gayretlerine rağmen ne yazık ki bir türlü yol alınamamış ve bir süre sonra o kavşakta, sendikayı geçici de olsa kapatma kararı alınmıştı.
Akgündüz’deki işçi önderi Hıdır’la o günlerde sendikada koyu bir sohbetin içerisindeyken Hıdır, “Abi, Mücadele’yi bana ver istersen, kızım Dilara’ya götüreyim!” deyince, ben de “Al o zaman hiç düşünme, Mücadele Dilara’nın olsun!” demiştim.
Aradan bir altı ay geçmişti…
Hıdır bir gün yeni çalışmaya başladığım arkadaşımın işyerine ziyaretime geldi.
Kapıda onu görünce aklıma birden akvaryum düşmüştü. “Mücadele’ye ne oldu Hıdır?” diye sordum hemen.
“Hiç sorma be abi, Birlik ve Dayanışmasız Mücadele hiç yaşar mı? Bir hafta içinde o da ölüp gitti işte!”
Yüreğim o an burkuluvermişti.
Hıdır doğru söylüyordu gerçekten…
Birliksiz ve dayanışmasız, mücadele ne zaman yaşayabilmişti ki şimdi yaşayabilsin!
Cahilliğin ve parasızlığın gözü kör olsun!
Nurvet ablayla Kadıköy’de buluştuğumuz yer, oldukça şık, nezih bir kitabevinin kafesi.
Etrafımızdaki tüm raflar, tavana kadar kitap dolu. Sohbetin içerisinde zaman nasıl da su gibi akıp gitmiş, farkında bile değiliz.
“Haydi artık kalkalım!” dedi Nurvet abla, “Buraya kadar gelmişken Serpil’e de bir uğrayalım, uğrayacağımızı ben önceden haber vermiştim zaten.”
Kitabevi kafesinden çıkıp birbirimizin koluna girerek Bahariye Caddesi’nde yürüyoruz…
Pastırma yazından kalma bir güneş. Cadde her zamanki gibi kalabalık. Sohbete kaldığımız yerden yine devam ediyoruz.
Nurvet abla emekli ikramiyesini de almış, ısrarla kolumdan çekiştiriyor.
“Karnımız da acıktı, gel sana şurada bir köfte ısmarlayayım!”
“Hayat çok pahalı be Nurvet abla, ne gereği var ayrıca, nasıl olsa Serpil’e gidiyoruz. Hem onun evinde sıcak yemek, hiç eksik olmaz.”
Ne kadar ısrar etse de Nurvet ablayı sonunda ikna ediyorum. Acıbadem’e doğru yürürken aramızdaki sohbet, ister istemez ideoloji ve âhlak arasındaki diyalektiğe gelip dayanıyor.
Serpil’in sokağına geldiğimizi geç fark ediyoruz. Zili çaldığımızda kapı sonuna kadar açık.
Bir öğretmen arkadaşıyla birlikte Serpil, kapıda bizi bekliyor.
İçerde sıcacık bir yoldaşlık ve çorba kokusu…
Ne kadar hasret kaldığımı nereden bileceksiniz?
Çok özlemişim, çok…
Laf dönüp dolaşıp tekrar Nusret’e geliyor.
Aramızdan ayrılmadan daha bir gün önce, Nusret’le yine beraberiz.
Bu kez hep birlikte güle oynaya Nevzat’ın arabasına atlayıp, siyasi bir tartışma için Kadıköy’deki bir arkadaşın evine gidiyoruz.
Evdeki tartışmayı daha çok Nusret götürüyor.
Bir ara, “Kolum ağrıyor benim” dedi.
Sonra oturduğu yerden sessizce kalktı, yandaki kanepenin üzerine kendisini bırakıverdi.
Siyasi tartışmaya biz kaldığımız yerden hararetle devam ederken, Nusret tartışmaya bir daha hiç dönmedi. Yaklaşık bir ya da iki saat sonra, arabaya tekrar binmiştik.
Ön koltukta Nusret oturuyordu.
Benim üzerimde para olduğunu düşünmüş olmalı.
Ihlamur Caddesi’ne yaklaştığımızda, kafasını arkaya doğru çevirdi, göz göze geldik.
“Haydi Beşiktaş’taki sahile inelim hep beraber. Orada bir iki bira içer, belki rahatlarız!”
Oysa o gün ben şirketten yola çıkarken ihtiyacımız olmaz düşüncesiyle, üzerime hiç para almamıştım.
“Geç oldu be Nusret abi, istersen yarın içelim!”
Durumumu hemen anlamış, hiç ısrar etmemişti.
“Tamam o zaman, yarın içelim…”
Onu evine bıraktıktan sonra, kendi evlerimize bizler de geri dönmüştük.
Sabahleyin çalıştığım işyerinin kapısına geldiğimde ise, kapıda arkadaşım beni bekliyordu.
“Nerede kaldın sen, sabahtan beri telefonlarımız hiç susmadı. Hani senin Beşiktaş’ta oturan bir arkadaşın vardı ya, akşam o kalp krizi geçirmiş.”
“Yaşıyor mu hâla?”
“Bilmiyorum, sadece haber ver dediler.”
Haberi alır almaz doğru Beşiktaş’a koşmuştum.
Eve girdiğimde herkesi kadınlı-erkekli iki gözü iki çeşme görünce, kol ağrısıyla kalp krizi arasındaki bağlantıyı göz yaşları içerisinde ilk defa orada öğreniyor, akşamki züğürtlüğüme ise sürekli kahredip duruyordum.
“Ah be Nusret abi, keşke birazcık ısrarcı olsaydın!”
O günden sonra hep, “Nusret abiyle akşam iki bira içmiş olsaydık, gece belki de o kalp krizini atlatabilirdik” diye düşünmüş ve üzerinden yıllar geçse de o akşamı hiç unutamayıp arkasından sadece “Cehaletin ve parasızlığın gözü kör olsun!” diye yazabilmiştim.
Ertesi gün DİSK büyük bir cenaze töreni düzenlemişti.
Rüzgâr çok sert esiyor, İstanbul’a lapa lapa kar yağıyordu.
Hasdal Mezarlığı’nda Nusret toprağa verilmişti.
Daha kırk iki yaşındaydı.
Resmi tören bitip kalabalıklar mezarlığı çoktan terk ettiği halde, birkaç arkadaşımla birlikte biz, mezardan bir türlü ayrılamamıştık.
Etrafımızı yavaş yavaş polis kameraları çeviyordu.
Arkadaşlarımdan biri yüzünü bana döndü.
“Kameraya alıyorlar!”
“Varsın çeksinler, boş ver!”
Mezar başındaki bu ölü sessizliğini ise o anda diğer bir arkadaşım bozuverdi.
“Huma Kuşu’nu söylesene be Hasan!”
Bu türküyü Nusret’in ağzından onlar da kim bilir kaç kez dinlemişlerdi?
Fakat bu kez yanık, içli ve gür bir sesle mezar başında, “yavri yavri” diye Huma Kuşu türküsü yükseliyor, polis kameraları yakınımıza kadar geliyordu.
Umurumuzda bile değildi.
Türkü söylenmeye devam etti.
Türkü bittiği zaman Nusret’in mezarından ayağa kalkabilecek kadar kendimizde güç bulabilmiş ve o gün ancak bu sayede, mezarlığı zar-zor terk edebilmiştik.
Ölüler üşümüyorlardı galiba!
Üşüyen bizlerdik!
Ertesi sabah ise mezar başındaki bu yası bazı televizyonlar, “Aykırı bir cenaze töreni!” diye vermişlerdi.
Ve işte o günden bugüne, tam otuz yıl…
Her şey hâlâ dün gibi…
Ve çekirdek kadrosu hiç değişmeyen fakat bazen azalan, bazen de çoğalan katılımlara Nusret’in her 3 Aralık’ta, ölüm yıldönümünde hiç aksatmadığımız o ritüel…
Önce mezar başı anması…
Bırakılan kırmızı karanfiller ve güller…
Sonra hep birlikte gidilen bir meyhane.
Baş köşede, yine Nusret’in şahsında, kandilimizde fitil olanlar…
“Boşuna çekilmedi bunca acılar…”
Hiç birisini unutmadık.
Unutmayacağız…
Ve şarkılar, türküler, şiirler…
Gerçi onları anlatacak kadar, kalabalık değil henüz bu sokaklar…
Sahi…
Nerede yenilmiştik biz?
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.