Bugün yaşadığımız servet transferi çıkmazında artan enflasyon, pahalılık geleneksel işçi ailesindeki dinamikleri de değiştirmektedir. Bir yanda çözülen klasik işçi aile yapısı, bir yanda sermaye açısından gelişen ucuz ve güvencesiz çalışabilecek kadınların piyasaya katılım kanalının açılması zorunluluğu…
Son aylarda emeğin ve sermayenin en önemli gündemlerinden biri asgari ücret. Türkiye’de asgari ücret civarında bir ücretle çalışanların genele oranı yaklaşık yüzde 50 olduğunu[1] dikkate alırsak bu hiç de şaşırtıcı değil. Asgari ücretin belirlenmesi ülkedeki birçok kesimin ücretinin belirlenmesi anlamına gelmekte ancak buna rağmen kadınların bu konuda söz hakkı oldukça az. Henüz bu yıl iki asgari ücretli kadın işçinin Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na dahil edilmesinden bunu görebiliyoruz.
DİSK-AR’ın araştırmalarına göre 7 milyon kadın işçinin yüzde 61,4’ü asgari ücretin altı veya asgari civarı ücret almakta. Ülke nüfusunun yarısını oluşturan 43 milyon kadının sadece 7 milyonunun “çalışan” olarak kayıtlı olması durumun ne kadar trajik olduğunu göstermektedir. Ücret ilişkisinden dışlanan derin bir kadın yoksulluğunu, ücretli-ücretsiz emeği gasp edilmiş kadın yığınlarının oluştuğunu görebiliyoruz. Bu nedenle de asgari ücretin belirlenme sürecinde kurulan pazarlık masasında yalnızca işveren ve devlet oturmuyor, patriyarka da masada yerini alıyor.
Asgari ücretin ortaya çıkış sürecine baktığımızda bu durumun tarihsel dayanaklarını daha yakından görüyoruz. 19. yüzyılda Sanayi Devrimi sonrası proleterleşme sürecinde kadınlar ve erkeklerin ve hatta çocukların birlikte emek piyasasına dahil edildikleri bir dönemin sonucu, kadınların ev içerisindeki yeniden üretim faaliyetlerine ek olarak işyerindeki ağır ve uzun çalışma saatleri eklendi. Bu durum düşük, ölü doğan çocuk, sağlıklı beslenememe ve hastalıklardan korunamamadan kaynaklı çocuk ölümü oranlarının artmasına sebep oldu. Bu durum 1867’de Çocuk İstihdam Komisyonu’na şu şekilde yansımıştır:
Sabah sekizden akşam beşe kadar çalıştırılan (evli kadınlar) eve yorgun ve tükenmiş olarak dönmekte, haneyi rahat edilir hale getirmek için daha fazla çaba göstermek istememektedir. Erkek eş eve döndüğünde içeride rahat edemez, ev pistir, yemek hazırlanmamıştır, çocuklar yorgun ve kavgacı, eşi ise pasaklı ve kederlidir; evi o kadar nahoştur ki meyhaneye gidip ayyaş olmaktan başka şansı kalmaz.[2]
Sermaye işgücünün üretimini elbette ki riske atmadı. Erkek işçiye verilecek “aile ücreti” uygulaması ile kadınların üretim alanından kısmi olarak çekilmesine, ev içerisindeki yeniden üretim faaliyetlerinin tamamen kadının üzerine yıkılmasına, yani patriyarkal ilişkilerin perçinlenmesine neden oldu.
Teoride asgari ücret yalnızca ücret alan erkek işçinin değil, bir işçi ailesinin ihtiyaçlarının ücretidir. (Türkiye’de asgari ücretin belirlenmesinde bu ölçü esas alınmıyor.) Bir erkek işçinin ve “işçi ailesinin” yeniden üretimine dair faaliyetlerin piyasa değerini de içerir. Burada elbette dile dökülmeyen şey, bu yeniden üretim faaliyetlerini gerçekleştiren görünmeyen, ücretlendirilmeyen kadın emeğidir. Bugün yaşadığımız servet transferi çıkmazında artan enflasyon, pahalılık geleneksel işçi ailesindeki dinamikleri de değiştirmektedir.
Özellikle metropollerde önceden işçi ailesinden tek kişinin çalışması asgari geçimleri için yeterli olurken şimdi pek çok aileden en az iki kişinin asgari ücretle çalıştığını görüyoruz. Bu durum, asgari ücretle çalışan kesimlerde (tarım sektörü, özel olarak mevsimlik tarım işçileri, göçmen işçiler…) aile formunun geniş aile formuna doğru biçimlenmesine yol açabilmektedir.[3] Kadınların ücretli iş ilişkisine girmeden ev içerisinde yaptıkları yemek, temizlik, çocuğun bakımı-eğitimi, yaşlı bakımı gibi “ev işlerine” artık parça başı, günübirlik alınan işler eklenmektedir. Bu nedenle son bir yılda kadınların 2500 lira altında ücret aldıkları kayıtdışı işlerde çalışma oranları artmaktadır.[4] Kayıtlı sektörlerde asgari ücret civarı bir ücret alan kadınlar ise önceki yıllara nazaran çok daha yoğun emek sömürüsüne, doğrudan iş ilişkisi içerisinde taciz ve şiddete maruz kalıyorlar. Bunun en görünür yansıması, son yıllarda gelişen işçi direnişlerindeki ücret talebinin yanı sıra en az onun kadar öne çıkan işyerindeki taciz ve çeşitli erkek şiddeti biçimlerine karşı taleplerin yer almasıdır.
Şuraya dikkat çekmek gerekir: Yüksek enflasyon ve alım gücünü hızla eriten pahalılığın yarattığı zor koşullarda işçi ailesinin yaşamının sürdürülebilirliğini sağlanması, kadın emeğinin sömürüsünün yoğunlaşması anlamına gelmektedir. Pazardaki, marketteki pahalılığa rağmen her akşam sofraya üç çeşit yemek çıkarılması, kırtasiye malzemelerinin pahalılığına rağmen çocuğun kaleminin, ders kitabının alınması, her hafta yıkanması gereken çamaşırlar için fiyatları her geçen gün artan deterjanın alınması, ütüsünün yapılması gibi işlerin kesintisiz sürmesi gerekiyor. Elbette yüksek enflasyon koşullarında bu biçimiyle sürdürülmesi imkansız olan bu durum karşısında kadınların daha yoğun bir şekilde bu işlerin nasıl yapılacağına kafa yorması, daha çok market-pazar gezmesi, fiziksel ve zihinsel emeğinin sömürüsünün yoğunlaşmasına yol açmaktadır. Diğer taraftan bu durumun kadınlar açısından sonucu, yoğunlaşan yeniden üretim emeğinin sürekli denetimini sağlayan, gün geçtikçe artan erkek şiddetidir. Tabii bu biçimiyle ücretli işlerde de kadının çalışmaya başlamasıyla yaşanan ev işlerinin yapılmasından, eve giren paranın paylaşılmasına kadar olan değişim aile içerisindeki patriyarkal dinamikleri de etkilemektedir.
Geçtiğimiz haftalarda Aile ve Sosyal Hizmet Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş’ın “Kadınların ev ve iş hayatı arasında bir tercih yapmak durumunda kalmaması için esnek ve uzaktan çalışma modeli, hibrit çalışma modeli ve mahalle tipi kreşler üzerinde çalışıyoruz. Çalışmalarımız nihayete erdiğinde kadınların iş ve aile dengesinin sağlanmasında öncü adımlar atmış olacağız” açıklamasını da bu bağlamda okumak gerekiyor. Bir yanda çözülen klasik bir işçi aile yapısı, bir yanda sermaye açısından gelişen ucuz ve güvencesiz çalışabilecek kadınların piyasaya katılım kanalının açılması zorunluluğu… Bunların dengesini sağlayamaya çalışan AKP iktidarı için son dönemde özel olarak “aile” vurgusunu öne çıkarmak bir yandan yeniden üretim faaliyetlerinin ve kadın bedeninin denetlenmesi açısından, diğer taraftan da kadın emeği sömürüsünün yoğunlaştırılabilmesi için önem arz ediyor.
Ücretli çalışan kadınların yüzde 60’ının asgari ücrete hiç erişemediği ya da zaten ev içerisinde çalışan kadınların işçi sınıfının hem parçası hem değilmiş gibi görüldüğü bir anda iktidar açısından asgari ücret gündeminde kadınların muhatap alınması gerekmiyor. Sınıf mücadelesi ve feminist mücadele arasında genişleyen makas aralığını kapatmaya yönelik adımlar, belki de bu gündemin kadınlar açısından bir okumasını yapmayı kolaylaştırır.
[1] DİSK-AR, Asgari Ücret Araştırması 2024, 1 Aralık 2023.
[2] Ücret Patriyarkası, Silvia Federici,Sel Yayıncılık, s.111
[3] Domatesler ve Aileleri: Bağımlı Bir İlişkinin Hikayesi, Emine Erdoğan, Praksis, 53. sayı
[4] Kayıtdışı çalışanların ise yüzde 90’dan fazlası asgari ücretten az bir ücret karşılığı çalışmaktadır. DİSK-AR, Asgari Ücret Araştırması 2024, 1 Aralık 2023.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.