KESK yirmi sekiz yaşında. En basite, kuruluş tarihine indirgersek yirmi sekiz yıldır meydanlarda, sokaklarda, işyerlerinde, mahkeme koridorlarında, direnişlerde ödenen bedellerle kamu emekçilerinin hikayesini anlatıyor. Ancak biz bu tarihin çok daha derin kaynaklardan geldiğini biliyoruz
De te fabula narratur, senin hikayeni anlatıyorlar… Alman işçilerine İngiltere’de kapitalizmin gelişme sürecinin kanlı canlı bir anlatısını haber veren bu Latinizm, Marks’ın birinci sözü… “Ama eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker ya da iyimser bir biçimde Almanya’da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim:
De te fabula narratur! Senin hikayeni anlatıyorlar…
Tarihin yeryüzüne çıkışını basitçe iktisat temelli olduğunu anlatanlar makro tarihle çağları ve toplumları indirgemeci bir mantıkla anlamlandırmaya, tarihi düz bir çizgi olarak tarif etmeye çalışmaktadırlar. Oysa ki Thompson’ın sınıf oluşumu anlayışına göre tarih; her zaman doğru bir rota izlemeyen karmaşık ve geri dönüşümlü bir süreçtir. Egemenlerin yaratmak istedikleri makro tarihin karşısında, mikro tarihi yani çeşitli örgütlenme biçimlerini, sendikal hareketleri, kapitalizmden farklı olarak sosyalist devlet deneyimlerini ve nihayetinde yaratıcı sınıf deneyimlerini yok sayarsak egemen tarihin örümcekli iktisat ağlarında kayboluruz. Makro tarihin tekdüzeliği ve sığlığı çelişkiler ile doludur. Ve bu çelişkiler her daim üstekilerin kişisel hırslarına bağlanmıştır. Örneğin Alman faşizmini yaratan gerçek sınıfsal nedenler görmezden gelinip sadece Hitlerin kişisel hırsı olduğu algısı yaratılmaya çalışılmış ve bu konuda da nispeten başarılı olunmuştur. Dünya kamuoyunun büyük bir kısmına faşizm Hitlerin kişisel meselesi olarak gösterilmiş ve maalesef bu algıya inandırılmıştır. Bu örnekler gereğinden çoktur. Mussoloni, Franco gibi… Oysa ki faşizm sınıfsaldır! Anlatılmayan tarih sınıfsaldır. Filistin sorunu sınıfsaldır.
Ancak biz tarihin kişisel mesele olmadığını toplumsal alanların uzlaşmaz-çelişkili (sınıfsal) meselelerinden doğduğunu Marks’tan biliyoruz. Ve alttakilerin yani ezilen toplumların tarihinin bir çok şanlı deneyimler ve göz kamaştırıcı mücadelelerle dolu olduğunu da alttakilerin tarihi yazarken kanlarıyla yazdıklarını da biliyoruz. Yukarıdaki metnin altını çizdikten sonra bir şeye daha dikkat çekmek zorundayız. Sendika ve siyaset ilişkisine.
Egemen siyaset kavramının tarihsel gelişimini incelerken, özellikle sendika ve siyaset ilişkisinin anlamlandırılabilmesi için bu noktada birtakım tespitlerin yapılması zorunluluktur. Egemen siyaset düşünürlerinin siyaset yapma biçimleri ve yaklaşımlarında çok sayıda ortak nokta vardır. Bu noktalardan belki de en önemlisi, tüm egemen siyaset algılayışlarının “yönetme odaklı olması”dır. Onların ayrılıkları, yöneticinin üstün vasıflarının doğa kaynaklı mı, yoksa ilahi kaynaklı mı olduğu; ilahi kaynaklı ise hangi ilaha hizmet etmek üzere görevlendirildikleri tartışmasından çıkmaktadır. Aksi halde egemen siyasetçinin üstün vasıflı olduğundan kuşku yoktur. Ve tüm egemenler halka en iyi hizmet ettiklerine inanırlar.
Bir şeyin daha altını kalınca çizmemiz gerekiyor.
Hak mücadelelerine ekolojiden sağlığa, eğitimden barınma hakkına ve benzerlerine kadar, birleşik ve sürekliliği olan sınıfsal bir atıfta bulunmadığımız müddetçe hak mücadeleleri yalnız ve yanıltıcı olacaktır. İfadeyi netleştirirsek; pasif mücadele alanları diyebileceğimiz lokal mücadele alanları sadece kendi mecrasının ötesine geçememekle kalmayıp, yeni insanı, yeni ve eşit paylaşım düzenini, iktidarı ele almayı, dolayısı ile yeni ve daha ilerici bir toplumu var etme iddiasını taşımadığı müddetçe kendi mecrasında kamuoyu oluşturduktan bir müddet sonra unutulan mücadele alanları olarak kalacaktır/kalmaktadır. Oysa ki sınıf oluşumu sadece siyasal hukuksal ve iktisadi faktörlerin belirlediği pasif bir kazanım alanı değil, sınıfın devletle ve diğer sınıflarla kurduğu ilişkiler ve siyaset yapma pratikleriyle kazandığı deneyimlerle gelişen dinamik ve aktif bir süreç olduğu gibi nihayetinde hedefinin odağında ise iktidarı almasının yanı sıra üretim araçlarının el ve biçim değiştirmesi vardır.
Sınıfsal tarih anlayışına atıfta bulunduktan sonra kamu emek hareketinin en dinamik örgütü KESK tarihi aynı zamanda kamu emekçilerinin tarihidir. Meydanlarda kurulmuş ve memurdan kamu emekçisi yaratmış olan KESK, sınıf tarihinin emekçi birikimi olarak çoktan yerini almıştır. Ancak tarihi ilerletmemiz için irdelememiz gereken meseleler hâlâ önümüzde durmaktadır. Öncelikle içsel meselelere bakmakta yarar var. Emek hareketinin taşıyıcı kolonlarını belirleyecek olan kongre süreçleri aynı zamanda nitelikli kadroları öne çıkarma süreçleridir de. Örgütün en kılcal damarlarından gelen kadrolar sınıfsal deneyim ve pratikleriyle sendikal harekete ilerici değer katarlar. Yukarıdan aşağıya başta “yürütmeler olmak üzere” işyeri temsilciliğine kadar var olan dikey örgütlenme içinde, sınıf karakterli kadroların olması KESK’in kitlelerle ve işyerlerinde kurduğu dil açısından çok önemlidir. Aynı zamanda sendikal bir hat olarak; neoliberal talan politikalarına karşı kamuculuğu daha fazla görünür kılmak, gericiliğe karşı laikliği, parçalı çalışma şekillerine karşı güvenceli çalışmayı savunmak ve benzeri mücadele başlıklarını net öne çıkarmak için ideolojik bütünlüklü bir hat kitlelere daha net ve anlaşılabilir bir sendikayı tarif etmekte daha kolay olacaktır. Marks’ın Kapital’i, emekçilerin açıkça kavrayabildikleri tarihsel bir gerçekliktir. Bu böyle olmuştur, çünkü emekçiler anlatılan “yalın dille kurulmuş tarihe” (senin tarihine) can gözüyle bakmışlardır. Bizim de yapmamız gereken tıpkı Marks gibi sınıfsal çelişkileri sade ve yalın bir dille kitlelere aktarmaktır. Emek siyasetine uzak olan dil ve düşünce biçimleri; neoliberalizmin yarattığı kurumsuzlastırmayı, aşırı esnekleştirmeyi, güvencesiz çalıştırmayı tali sorun olarak gördüğü için sermayenin kendini yeniden üretmesine neden olmaktadır.
Emekçiler arasında anlatılan hikaye zayıfladıkça örgütün işyerlerinde kurması gereken sınıfsal ideolojik bağ kopuyor, hatta kendi üyeleri ve kadroları arasında da net bir fikri hegemonya oluşturulamadığından örgüt nitel ve nicel olarak işyerlerinde zayıflıyor. Hem zihinsel hem de nitelikli; inanmış, etiyle dişiyle inanmış kadrolar yaratılamıyor. Böylelikle KESK kadroları klâsik bir görev sorumluluğunun ötesinde, kitleler arasında sınıfsal-sendikal bilinci açığa çıkarmakta zorlanıyor.
Evet KESK yirmi sekiz yaşında. En basite, kuruluş tarihine indirgersek yirmi sekiz yıldır meydanlarda, sokaklarda, işyerlerinde, mahkeme koridorlarında, direnişlerde ödenen bedellerle kamu emekçilerinin hikayesini anlatıyor. Ancak biz bu tarihin çok daha derin kaynaklardan geldiğini biliyoruz. İlk kaynak, tarihte, her zaman ilk anlatandır. Köken, Heidegger’in istediği gibi, varlık ile hakikat arasındaki ilk bağlantıyı kuran Logos değil, Oluş ile Logos, yani dil arasındaki ilk bağı oluşturan anlatıdır. Öyleyse tarih yazımının tarih felsefesine ve onu taşıyan “evrensel özne” tasarımına bir önceliği olmalıdır. Marx’tan önce tarih yoktur, çünkü “senin hikayeni anlatıyorlar” formülü, tarihe yeni bir bakışın tarihe giriş anını oluşturuyor. Althusser’in hatırlattığı gibi, eğer fiziğin kıtasını Galileo açtıysa tarihin kıtasını Marx açıyordu.
Evet, tarihi anlatış biçimi tarihi dönüştürebilir.
Yaşasın KESK
*Erbil Karakoç, Yapı-Yol-Sen Genel Örgütlenme Sekreteri
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.