Yaşam büyüsünü kaybetti. Yaşam büyüsünü ve büyük anlamlarını kaybettiği için aşkla da şiir sevmeyle, romantizmle de dalga geçme modası var bugün. Teslim almak için kapılarımıza dayandılar. Arka odalarımıza kapanmayalım, açalım kapıları meydan okuyalım. Hakikatse hakikat, romantizmse romantizm, kavgaysa kavga
Çağımız bir yönüyle de şikayetler ve memnuniyetsizlikler çağı. Aslında, her dönemin memnuniyetsizlerinin olduğu, her dönemde “nerede o eski zamanlar” biçiminde bir nostaljiyle, yaşanan kesite dair yozlaşma değinilerinin yapıldığı bilinir. Bilinen tarihin ilk günlerinden itibaren bu minvalde belgeleri takip edebiliyoruz.
Fakat günümüzde insanın yabancılaşması ve kitlesel yozlaşmaya dair bir tespit yaparken bunun televizyonun icadından, matbaanın ülkeye gelişinden ya da kadınların az çok söz sahibi olmasından rahatsız olmak gibi muhafazakâr tutumlarla bir arada değerlendirilemeyeceği ortada. Dünyada yaşamları tümüyle kuşatan bir büyü, hissiyat ve hikaye yitimi söz konusu. Buna kapılanlar olduğu gibi, bu halet-i ruhiyeden dolayı tüyleri sürekli diken diken yaşayanlar da var. Ve bu insanların çağın gericileri olmadığı da aşikâr. Aynı insanların menkul insanlıktan hiçbir biçimde etkilenmemiş oldukları, kendi hayatlarında yeni dünyadan kaynaklı zaafların hiçbir biçimde etkin olmadığının iddia edilemeyeceği kadar açık bu.
O tür “veli”lerin sayısı zaten parmakla gösterilebilecek kadar azdır. İnsan sosyal ve değişen, dönüşen, uyumlanan bir varlık olduğuna göre herkes yeni düzenin alametlerini bünyesinde şu veya bu düzeyde taşımaktadır. Yine de denilebilir ki, teslimiyetten başka hiçbir var oluştan tatmin olmayan bu saldırı dalgasından rahatsızlık duyanların, kendilerine insanî öz, etik ve ideolojiden bir zırh örmeye çalışanların gidişata dair birkaç kelâm etme hakkı mevcuttur.
“Tarihin sonu”nun ve “ideolojilerin ölümü”nün ilan edilişinin üstünden epey zaman geçti. İdeolojinin ölümünden kastın da aslında hem bir varlık hem de bir idea olarak sosyalizm ve komünizmin geri dönemeyecek biçimde yenilgisi olduğunu da iyi biliyoruz. Yani aslında “son”la kastedilen bir “zafer”dir. Emperyalizmin ve kapitalizmin zaferi. İnsan, doğasına uygun olmayan bir ideolojik delilikten kurtulmuş ve işsiz, aç, çıplak, evsiz, örgütsüz, bilinçsiz kaldığı, tam da kendi doğasına uygun bir düzene neredeyse bir bütün olarak nihayet kavuşmuştur. Burada kolaycılık yapıp reel sosyalizmin çöküşünü tamamen dış etmenlere bağlayan ve hiçbir hücumu etkisizleştiremeyecek bir silaha elbette sarılmayacağız. Sosyalizmin hem kendi özüne içkin hem de ondan daha çok uygulamada ortaya çıkan zaafları ile uygulandığı ülkelerdeki şiddetli yozlaşma ve sapmalar polemiğe girmeye değmeyecek denli sarih gerçeklerdir. Ama her şeye rağmen bu mesele üzerine konuşurken en kötü sosyalizmin en iyi kapitalizmden daha iyi olduğu gerçeğini bir kenarda tutarak konuşmak gerektiğini düşünüyoruz.
Herkesin evinin, işinin olduğu, yeterli beslenebildiği, ulaşım, sağlık, eğitim gibi temel hakların olması gerektiği biçimde karşılandığı bir düzenin, on binlerce boş ev varken insanların kiralayacak ev dâhi bulamadığı bir düzenden iyi olduğu kuşkusuzdur.
Ancak geçmişin reel sosyalizminin kaçırdığı noktalardan biri insanların tek ihtiyacının barınma, beslenme vesaire olmadığı, insanın daha “incelikli” ihtiyaçlarının da olduğu gerçeğiydi. Bunu kaçıran sosyalizmler biteviye kökleşen bürokratik yozlaşmayla ideolojik edimlerini, yetilerini, mücadele karar ve azimlerini yitirerek durmadan siyasal/ kültürel hegemonisini sivrilten emperyalist kapitalizm karşısında çözülüp gitti.
Şimdi Rusya, dünyayı tekrar çok kutuplu bir biçime sokmak için, biraz da dış müdahalelerle aslında içine çekilmiş olduğu bugünkü mücadelesinde elindeki tek aygıt olan “kültür”le kendine bir beslenme membaı bulmaya çabalıyor. İdeolojik planda pek farkının olmadığı düşmanlarına karşı manevî cepheyi sağlamlaştırmak için elinde bir ideolojik güç olmaması sebebiyle kültüre ve uygarlığa sarılıyor. Bunun da kuşkusuz gerici, muhafazakâr çıktıları oluyor.
Rusya büyük örneğinde izlediğimiz Batı emperyalizmine karşı geliştirilen mücadelenin olumsuz semptomları, mikro örneklerde de izlenebilir: Ayaklanmalar.
Eşitsiz gelişimin hiç olmadığı kadar kökleşip, derinleştiği, zenginin daha zengin fakirin daha fakir olduğu bu yeni çağda ayaklanmalar sosyal, ekonomik içeriği fark etmeksizin her devletin ensesindeki soğuk nefestir. Fakat, işbu ayaklanmaların çoğu da yine aynı politik komuta zaafı/eksiği, ideolojik yönsüzlük/biçimsizlik sebebiyle saman alevi olma, sonuçsuzluk hatta yer yer gericilikle maluldür, malul olacaktır.
Bu hususları fazla uzatırsak, bu yazıyı yazmaktaki asıl amacımızdan saparak bambaşka bir yazı yazmaya koyulmuş bulacağız kendimizi. Bu kadarla yetinip buradan hemen dönelim.
Yukarıda “eşitsiz gelişim” dedik. Ancak bugün eşitsiz gelişmeyen, neredeyse herkesin eşit bir biçimde ulaşabildiği bir alan var: Sosyal medya. Kuşkusuz önemli ve büyük de faydası olan bir gelişme. Öyle ya, böyle bir alan olmasaydı mesela bu yazı yirmi bin kişiye değil de anca üç yüz kişiye ulaşacaktı belki.
Gerçi geçmişte gazetelerde, dergilerde yazdığımız yazılardan aldığımız geri dönüşler daha yoğun ve nitelikli oluyordu, şimdiyse potansiyel olarak daha fazla insana ulaşmakla birlikte böyle bir ilgi bulmakta zorlanır olduk. Ama o da yine başka bir mesele -Ve aslında tam da bir sorun olarak sosyal medyaya ve bu medyanın sebep olduğu dikkat dağınıklığı ile konsantrasyon bulanıklığına içkin bir durum. Tweet okumak varken neden makale okusun insanlar.-
Yazmanın ameleliği şüphesiz ki bir aşkla ve vazife bilinciyle, disiplinle ilişkili bir durum. Eh tabiî işin bir tatmin boyutu da vardır. Ancak marifet iltifata tâbiyse de yazınız bir “like” alsa bile siz yazı yazmaktan geri durmazsınız. Ama sanırım bu da artık geçmişte kalmış soylu bir duygu. Öyle ya, yukarıda saydığımız “aşk”, “vazife” hiçbiri bu çağla uyumlu kavramlar gibi durmuyor.
Sosyal medyanın herkese görünürlük sağlaması, kişisel gelişim şarlatanlığıyla birleşince bir “ben” çılgınlığı sübut etti dünyada. Herkesin gösterme, görünme derdinde olduğu, herkesin “iyi”, “mutlu” olmak zorunda olduğu bir gösterme/gösteri çağı. Bir yerleri gezip görmekten ziyade gezdiğini göstermek, birini sevmektense sevildiğini göstermek önemli. Kişisel gelişim de buyuruyor ki “sen her durumda haklısın”, “hiçbir şeyden dolayı kimseye karşı sorumlu değilsin/kimseye hesap vermek zorunda değilsin”. Emperyalizm ve kapitalizm buyuruyor: Sen sadece bir bireysin. Sosyal bir varlık olduğumuz neredeyse unutulacak. Böylece kendinin çok farklı olduğunu iddia eden milyonlarca ağızdan tek bir ses çıkıyor: Ben. Konuşanlar farklı farklı ama söylenen aynı. Herkes biricik lâkin herkes birbirinin kopyası.
Bu iklimden de işçinin maaşına, kediye-köpeğe, yaşlıya-çocuğa düşman yığınların çıkması bir sürpriz olmuyor. Gerçekten düşmanlık beslenecek odaklar (devlet, patron vs.) ya tanrılaştırıldı ya da korkuyla dokunulmazlaştırıldı. Ama biat bugün korkudan ziyade rızayla şekilleniyor, bu da ortada. Bunun da temeli kuşkusuz ideolojik. Envai çeşit sağcılık, gemisini kurtaran kaptanlar, sınıf atlama hayalleri, kutsal devletler… Bunların her biri hiç olmadığı kadar güçlü yönelimler ve inançlar.
Gördüğümüz insan malzemesi sosyal medyaya özgü değil, kanlı canlı bir gerçek. Hayatın her alanı ve her kişi de bu gerçeklikten etkileniyor.
Sol da elbette… Mevcut insan birikimi içinden kişiler bu siyasal alana aktığı için ve sosyalist sol ciddi bir biçimde Batı’nın ideolojik hegemonyası altında kaldığından burada da gariplikler, çelişkiler bir hakikat.
On beş sene öncenin sosyalist hareketi ya da gençliğinin gerçekliğiyle şimdikiler arasında dağlar kadar fark var. Andığımız dönemin anlı şanlı bir süreç olmadığı ortada lâkin bugünkünden katbekat iyi olduğu da aşikâr. En azından alanlar korunabiliyordu, en azından dövüşülebiliyordu. Peki şimdiki farkın sebebi ne? Sadece baskı koşulları ve nicelik kaybı mı? Peki ya nitelik? Orada da bir problem yok mu? Yahut on beş sene öncenin niceliği neydi ki? Ben söyleyeyim geleneksel olarak hâkim olunan kampüslerde örgütlü devrimci sayısının şimdikinden çok da bir farkı yoktu.
Bugün solun gettolaşmadan dâhi geriye gittiği ve sadece kültürel bir cemaate indirgendiği söylenebilir. Sınıfsal olarak da bir içerik farklılaşması olduğu ortada ki şu dönemde dâhi Instagram akışımız yurt dışında tatil yapanların, sürekli dışarıda eğlenebilenlerin “post”larıyla dolu. Bayramda köyüne gidebilmişse gitmiş ve orada hiç masraf yapmadığı hâlde durumunu üç ayda toparlayamayan bir sosyal toplamla pek bir koşutluk olmadığı açık.
Sosyalist solun epey bir bölümünün de ilgi alanı en yoksullar değil, “beyaz yakalılar” denilen sosyal/psikolojik açıdan karmaşık küme. Laisizm vesaire gibi vurgularla da merkez siyasete yaklaşan sol, bu insan malzemesiyle de radikallikten biteviye uzaklaşıyor. Sorun bu kesimde örgütlenmekte değil, bu kesimin içindeki çok küçük bir bölük dışında hiçbir yerde örgütlenememekte, kendine yakındaş bulamamakta. En yoksullar milliyetçi, muhafazakâr, İslâmcı sağın çekim alanında. Hâliyle seçim sonuçları da bir sürpriz olmuyor. En büyük gündemi seçim olan sol, bu uğurda öteki sağa koşulsuz destek sunan akımlar buna bir çare bulamadılar. Bulmaya uğraştılar mı peki?
Beyaz yakalılar burç yorumlarını okuyup, yogaya, kişisel gelişime merak sararken (kesinlikle karikatürize etmiyorum), yoksul mahallelerdeki gençlerimiz birbirinin kopyası ve kendi türü içinde en kötü, en özensiz rap şarkılarını dinliyor (arabesk modasından daha mı kötü tartışılır, arabeskte en azından müzik, makam ve ses var), kolay yoldan zengin olma hayallerine kapılıp uyuşturucu ve gayrimeşruculuğun batağına çekiliyorlar.
Topyekûn bir yozlaşma ve farklı farklı görünümlerde bir gericileşme. Gericilik sadece tarikatlarda, cemaatlerde olmuyor ki, spiritüalizm de bunun bir görünümü, onunla işbirliği hâlindeki kişisel gelişim de.
Yazdıklarımız kimilerince “muhafazakârlık”, “gericilik” olarak addedilebilir ama İkizler burcu diye bir şey olduğuna inanan bir kişinin eleştirisini ciddiye almakta zorlanırım. Yeni olan her şey iyi, eski olan her şey direkt kötü olarak kodlanamaz. Bir şeyin iyi ya da kötü olduğunu belirleyen şey onun içeriği, onun neye yaradığıdır. “Haklıyız Kazanacağız” denildiğinde eskiden akla Grup Yorum ya da devrimci savaş geliyordu, şimdi Fenerbahçe geliyor. “Güzel günler göreceğiz çocuklar” deyince eskiden kitlesel mitingler akla gelirdi, şimdiyse Beşiktaş. Hangisi daha iyi?
Aynı şey solun Batı’dan direkt ithal ettiği kavramlara doğru da bükülebilir. Sol bu tüm ithal kavramları neden bir bütün olarak, hiç sorgulamadan ya da tartışmadan benimsemek zorunda? Sosyalizm kendi başına, kendi sandalyesinde bir akım değil mi? Onun kendine has bir yorum ve yordamı yok mu? Ya da ilişkilere dair herkesin yaşadığı ve hemen herkesin birilerine yaptığı şeyleri -sistematik ve kasıtlı değilse- yeni yeni kavramlarla statik bir şey olarak formüle edip “devlet meselesi” hâline getirmenin mânâsı nedir? Özel olan bu kadar da politik değildir, kişilerin kendi aralarında çözmesi ya da âhirete havale etmesi gereken her şey sosyal alana olduğu gibi boca edilemez. İnsan ve onun ilişkileri bu kadar düz, monoton, hiçbir zaaf ve çarpıklık barındırmayan bir şey mi? Ahlâkı pejoratif mânâda kullananlar işlerine gelince ahlâkçılığın Allah’ını yapmıyorlar mı?
Yukarıdaki benzeşme, benzerlik mevzuu etrafında dönerek siyasete tekrar gelelim. Solun kendi başınalığı, kendi sandalyesi dedik. Farz-ı misal, diyelim bir solcunun bir liberal demokrata yakınlığı bir İslamcıya olan yakınlığından fazladır. Hatta sosyalizm, komünizm bir ideoloji olarak varlığını burjuva devrimlerine, ideolojisine borçludur bir yönüyle de. Burjuva ideolojisinin eleştirisi ve onun kendi sınıfsal çıkarları gereği girişemediklerinin tamamlayıcısı olan, onu alaşağı edecek yıkıcı ve yapıcı bir ideolojidir sosyalizm. Kapitalizmden sonraki aşama ve devrimci sınıf tartışmasıyla kendini ilkel komünizmden ya da sonrasında yaşanmış komünalist deneyimlerden ayıran bilimsel, sistematik bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır.[1]
Bu az çok ortak olan köklerden dolayı da kimi konularda liberal demokratlarla benzerlikler söz konusu olmakta. Örneğin Selefîlerin, Şiîlerin devam ettiği bir camiyi bombaladığını, bir kitle katliamı yaptığını düşünelim. Bunu liberaller de Leninistler de kınayacaklardır.[2] Bu şiddete karşı çıkacaklardır. Ancak ikisinin de şiddete karşı çıkışı farklı bir içeriğe sahiptir, zira bunlar bambaşka ideolojilerdir. Liberaller bir bütün olarak şiddete karşı olduklarından -aslında devletin “meşru” şiddeti ya da Batı emperyalizminin Nijer’e müdahalesi gibi durumlar dışında bütün şiddet biçimlerine karşı olduklarından- bu eylemi kınayacaklar. Sosyalistlerse şiddeti önsel olarak reddetmezler, “devrimci şiddet” diye bir tanım ortaya koyarlar ve uygulayacakları şiddeti kastre ederler. Diğer şiddet biçimlerine yaklaşımlarını bu anlayış belirler.[3]
Tıpkı özgürlük, demokrasi[4], eşitlik, hukuk, hak gibi liberal demokratlarla ortak olan kavram setlerini başka içeriklerle doldurdukları gibi.
İşte günümüzde bu belirleyici farklar, ayrım çizgileri bulanıklaşıyor. Herkesin birbirine benzediği çağda, ideolojiler de birbirine benzemeye başlıyor. Kazanan ve kaybeden belli. Bunların yerini değiştirmek için de farklılığı, başka bir yolu, ayrılığı, kopuşu keskinleştirmek gerektiği de.
Yaşam büyüsünü kaybetti. Yaşam büyüsünü ve büyük anlamlarını kaybettiği için aşkla da şiir sevmeyle, romantizmle de dalga geçme modası var bugün. Aşk, sevgili değil, flört, partner; şiir değil, “spoti”den birbirinin benzeri pop, rap şarkılarını tüketmek; romantizm değil, her şey için hesap kitap, pazarlıkçılık, duygusuzluk gerek.
Her mükemmelliği ve zaafıyla insanı değil de ondan geriye kalan posayı istiyorlar.
Teslim almak için kapılarımıza dayandılar. Arka odalarımıza kapanmayalım, açalım kapıları meydan okuyalım. Hakikatse hakikat, romantizmse romantizm, kavgaysa kavga.
İnsan olmanın erdemi kurtarılmak için aklı başında hayalcilerin savaşa girmesini bekliyor.
[1] Marifet iltifata tâbidir. Geçerken önerelim, Teori ve Politika’nın “Marksizm ve Arkeoloji” sayısı çok iyi bir sayı olmuş.
[2] Elbette illa bir mukayese yapılacaksa kendini liberallerdense İslâmcılara daha “yakın” bulacak solcular da vardır. Her şeyin bir istisnası var. Selefîleri meşru bulan solcu da vardır hatta. Bu aydınlanma meselesine nasıl yaklaşıldığıyla da ilişkili zaten biraz. Ve söylediklerimiz, bizim de bazı konularda İslâmcılara liberallarden daha yakın olabileceğimiz gerçeğini de dıştalamıyor. Bazı solcuların bazı İslâmcılara doğası gereği daha yakın olabileceğini ise hiç ihtimal dışı tutmuyor. Orada zaten ortada İslâm’dan etkilenmiş bir sol akım ya da soldan etkilenmiş bir İslâmî akım vardır.
[3] Şiddeti, yöneleceği hedefler açısından ayrımsız teorize eden bir sol da vardır. Bunun geçmişte de örnekleri var. Mesela Bulgar komünistlerin kitle kıyımına sebep olan bir eylemleri aklıma geliyor (16 Nisan 1925 St. Nedelya kilisesi eylemi. Birçok üst düzey devlet görevlisiyle birlikte çocuklar dâhil siviller de öldü.) Fakat bunlar istisnalardır. Devrimci şiddeti sınırları olan bir şiddet türü olarak tanımladığı hâlde sol içi şiddete de bulaşılmıştır örneğin. Ama bu da bir sapmadır.
[4] Örneğin şeriatçılar, liberallerden ve sosyalistlerden farklı olarak demokrasi kavramına bir bütün olarak karşı çıkarlar. Bunu tabiî “kötü çocuk” olmak için yapmazlar. Demokrasi, Allah’ın dediğinin üzerinde bir söz kurmak olduğu için bu düzende haram ve helâl düsturları yoktur. Haklar, görevler, yasaklar vardır ve bunlar da Kur’an’a göre şekillendirilmez. Kur’an’da haram olan bir şey anayasada pekâlâ serbest olabilir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.