1960-80 arasındaki altın çağdan sonra karakış kapımıza dayandı. Fakat neydi 80 yenilgisi? Örneğin okyanus adalarında yapılan atom bombası denemelerinin ardından yüz yıl ot bitmemesi türünden bir şey miydi? Endonezya’daki 1965 komünist soykırımına mı benziyordu? Ya da 1933’de Hitler’in iktidara gelmesinin ardından Alman komünist hareketinin -hiç olmazsa Batı Almanya’da- bir daha kendine gelememesi türünden bir şey miydi? Böyle olmadığı açıktır. Yenilgiyi amorf bir kavrama, boş çuvala, “kanaatlere” dönüştürmeden somut olarak tariflemek murat edilene bir nebze olsun yaklaştıracaktır bizi
* Bu yazı “Sosyalist hareket, yenilgi ve özeleştiri” dosyası için kaleme alınmıştır. Dosyadaki yazı ve söyleşilerin tamamına ulaşmak için tıklayınız!
Seçimlerde farklı taktik izleyen sosyalist yapıların aşağı yukarı ortaklaştıkları tespit şu: Yenilgi seçimlerden ibaret değildir; seçimler, uzunca bir zamana yayılan sürecin son halkası ya da görünümüdür. Desteklemek için vurgulayabiliriz: Şimdilerde -kafamıza taş düşmüşçesine hatırladığımız- “sokak”ın şahikası olan Gezi, cesametine kıyasla nasıl oldu da “Hiç yaşanmamış gibi oldu?” Nedir bunun anlamı? (Uzun vadeli etkileri alttan alta işleyecektir muhakkak) O halde ister sokaktan yola çıkalım ister “seçimden”, aynı olgunun farklı durum-vesilelerle kendini “hatırlatmasıyla” yüzleşmek zorunda kalıyoruz: Sol sahanın krizi, yenilgisi, tıkanması. Sendika.Org’da sürmekte olan “seçim” tartışması değildir; bir bakıma sosyalist hareketin gerçekliği ve kaderine dair bir tartışmadır.
1960-80 arasındaki altın çağdan sonra karakış kapımıza dayandı. Fakat neydi 80 yenilgisi? Örneğin okyanus adalarında yapılan atom bombası denemelerinin ardından yüz yıl ot bitmemesi türünden bir şey miydi? Endonezya’daki 1965 komünist soykırımına mı benziyordu? Ya da 1933’de Hitler’in iktidara gelmesinin ardından Alman komünist hareketinin -hiç olmazsa Batı Almanya’da- bir daha kendine gelememesi türünden bir şey miydi? Böyle olmadığı açıktır. Yenilgiyi amorf bir kavrama, boş çuvala, “kanaatlere” dönüştürmeden somut olarak tariflemek, dönemselleştirmek, nedenleri üzerine “köşeli” tespitler yapmak (en azından denemek); dahası bu tarihsel arka planla yüklü olarak güncel duruma dair önermelerde bulunmak, bu tartışmadan murat edilene bir nebze olsun yaklaştıracaktır bizi. Bu bir yazıyla çözülebilir mi ya da hatta bu tartışmanın halihazırdaki gidişatı yeterli midir? Hayır. Ama bir yerlerden başlamak iyidir; gerisi kolektif akılla ve sırtlarımızda şaklayan ihtiyaçlar kırbacının “teşvikiyle” gelecektir, öyle umalım…
Kanaatler, mütehakkim anlatılar, kimin nereden baktığı, unutkanlıklar, zamanın tozu vb. yerine olaylara, olgulara bakmayı ve 1980-2001 ile 2002-2023 aralıklarının verilerini, yirmişer yıllık iki dönem halinde kıyaslamayı öneriyoruz. Yöntem basit ama materyalist: 1980-2001 arasını ister onar yıllık iki dönem halinde, isterse bir bütün olarak toplumsal muhalefet ve devrimci hareket bakımından tarifleyecek verilerinin dökümüne odaklanalım. Yani grev, direniş, insan hakları mücadelesi, hapishane eylemleri, sokaktaki izdüşümleri, gecekondu, memur, işçi, öğrenci hareketleri, devrimci basının yeniden inşası, Alevi hareketinin yükselişi, çevre mücadeleleri, kadın hareketi, sendikalar, dernekler, kültür sanat cephesi, aydınların rolü, etkinliği, müzikteki arayışlar ve toplumsal etkileri, 1 Mayısların kapsamı, iniş çıkış seyri, Kürt hareketinin gelişimi, serhildanlar, gerilla eylemleri, karşıdevrimci bastırma hareketlerinin seyri, batı kentlerindeki devrimci silahlı eylemler, yargısız infazlar, Türkiyeli örgütlerin şehir ve kır gerillası denemeleri, korsan gösteriler, yasadışı sokak eylemleri, direnişler, 20 yıl boyunca kaç polis operasyonu yapıldı, kaç devrimci yakalandı, yargılandı, hapsedildi, katledildi? Sorular uzatılabilir ama bu kadarı yeter. Eğer yukarıdaki sorulara, verilere dayanan bir dökümle yanıt verilirse görülecektir ki Türkiye devrimciliği 12 Eylül’de yenildiği yerde tükenmedi, kuşkusuz 1970’lere kıyasla zayıflayarak (ve fakat yeni bir devrimci kuşakla buluşarak) yeniden mücadeleye atıldı ve bu yeni dönemin elle tutulur gözle görülür toplumsal-siyasal sonuçları oldu. (Nereye kadar, ne kadar ya da bu dönem de neden-nasıl tükendi, ayrı konu; bunu tartışmadan önce Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim etmek gerekiyor.) Devrimci hareket bahse konu dönemde de fakto anti-faşist bir direniş odağı rolü oynadı ve devrimcilerin de içinde olduğu fiili meşru mücadeleler parça parça demokratik haklar alanını genişletti. Söz, basın, örgütlenme, toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakları, yasaklar paspas gibi çiğnenerek ve büyük bedeller ödenerek kazanıldı. (Tabii ki Türkiye gibi dikenli bir ülkede her şey görelidir, her şey her an yeniden kazanılmak durumundadır.) Keza işçi sınıfı ekonomik kayıplarını büyük oranda telafi etti, sendikal örgütlülük bağlamında DİSK’in açılması, KESK’in kurulması türünden kazanımlar elde etti. Aleviler Madımak’ta, Gazi’de katliamlara uğradı fakat devrimcilerin önderliğinde yürütülen mücadeleler Alevi hareketine geri dönüşsüz bir meşruiyet alanı açtı. Kürt hareketi salt “terör” bağlamından çıkıp bir daha sökülüp atılamaz bir siyasal-toplumsal varlık haline geldi 1980-90’larda. Öğrenci hareketi hem güçlü bir mücadele dinamiği hem de devrimci hareketin kadro kaynağı olarak 90’ların başına-ortalarına kadar etkili oldu. Üstelik bu işler ferah feza koşullarda değil, 20. yüzyılın en kötü dönemlerinden birinde, üç gericiliğin üst üste bindiği bir tabloda başarıldı: 12 Eylül yenilgisi, dünya çapındaki neo-liberal gerici saldırı dalgası ve reel sosyalist sistemin çöküşü. İsterseniz bunlara Kürt özgürlük hareketini bastırmak için gündemleştirilen ve Kürdistan’ı kasıp kavurmakla kalmayıp batıya da ateş düşüren kanlı 1993 konseptini de ekleyebilirsiniz.
Devrimcilerin -Kürt hareketini dışta tutarsak- bu dönemde geniş işçi emekçi kitlelerle organik, sağlam, istikrarlı bağlar kuramadıkları açıktır. Fakat somutlanması ne kadar güç olsa da varlığı o kadar kesin olan etkileşimler olduğunu söyleyebiliriz; meşhur deyişle “ispatlayamam ama doğruluğuna yemin edebilirim”. İşçi emekçiler, cunta yılarında büyük ekonomik-demokratik kayıplar yaşadılar. Fakat 12 Eylül öncesini yaşamış işçi-memur (ve öğrenci) kitlelerinin anıları hala sıcaktı, keza “köşesine çekilmiş” çok sayıda devrimci kadro ve sempatizan da fabrikalarda, mahallelerde sessiz sedasız “toprağı sürmeye” devam ediyordu. Bu mecra, devrimci hareketin kendi cephesinden yürüttüğü mücadelelerden güç ve cesaret bulurken; işçi hareketinin ilk kıpırdanışları da devrimcileri coşku ve iyimserlikle kamçılıyordu. Bu türden karşılıklı etkileşimler ve farklı kanallardan aksalar da, iki hareketin toplamı cuntayı gerileten, demokratik hak ve özgürlükler alanını fiilen genişleten toplumsal-siyasal bir etki gücüne/anlama kavuştu. Bir bakıma “hava/atmosfer değişti”, toplumsal muhalefetin toplamı kelimenin geniş anlamıyla sol değerlerin etkisi altına girdi ya da düpedüz bu temelde şekillendi. Bu dönemi sokakta yaşayan kadrolardan biriyim ve dönemin anlamı, ne olup olmadığı kafamda gayet açık. Fakat dönemi devrimci örgütler bünyesinde yaşamak ile Kuruçeşme tartışmaları mecrasından izlemek arasında -algıları/tespitleri apayrı kılan- farklar olduğu açıktır. Tıpkı bugünün hafızasız, yenilgici, hatta ultra keskin devrimci fetvacılığının zaviyesinden dönemin hiç anlaşılamaması ya da “unutuluşa terk edilmesi” gibi. Tüm bu algı, değerlendirme farklılıklarını (benim kanaatlerimden başlayarak) olayların, olguların nesnel mihengine vurmak dışında gerçeği arama/bulma yöntemi yoktur. Sorular yukarıdadır, ciddi araştırmacıları beklemektedir. Ama biz araştırma sonuçlarını bekleyemeyiz. Bazı nesnel veriler açıktır: Son kırk yılın özelleştirmelerinin % 85’i Tayyip Erdoğan döneminde gerçekleşti; demek ki 1980-90ların mücadeleleri 12 Eylül-24 Ocak programının baş maddesinin uygulanmasına ancak %15’lik bir fırsat tanımış! Bu örnek diğer mücadele sektörlerine teşmil edilirse aşağı yukarı benzer sonuçlarla karşılaşılacaktır. Değerli iktisatçı Ümit Akçay ve değerli gazeteci-yazarlar Bahadır Özgür ve Hakkı Özdal, 90’larda özelleştirmeler ve işçi hareketinin seyri bağlamında sağlam verilere dayanan analizler yaptılar çeşitli yayınlarda. Şimdilik şahidim kanaatlerim değil onların değerlendirmeleri olsun. Dönemi hiçleştirenlerin de kanaatlerine değil, verilere dayanarak tezlerini temellendirmelerini bekleme hakkına sahibiz…
Peki sorun neydi? Madem her şey yolundaydı da neden 2000’lerin başında tren raydan çıktı? En iyisi soruya soruyla karşılamak: Yukarıdaki fotoğrafı çekmek neden “her şey yolunda” demek olsun ki? Dönemi ele almada iki temel savrulma var. Birincisi, miladı 12 Eylül’den ötesini görmemek. Bunun türevleri olan tutucu ya da yenilgici, inkarcı bakışlar. Nesnellik adına memleket ve dünya şartlarının “yapılandan ötesini mümkün kılmadığını” savunan kaderci ve şartlara teslim olan anlayışlar vb. Esaslı ideo-politik, sınıfsal/sosyo-kültürel mütekabiliyetleri vardır bu anlayışların; kısaca önceki dönemde esaslı rol oynayan radikal orta sınıfların yorulması ve devrimcilikten sol muhalifliğe evrilmesinin tezahürüdür diyebiliriz. Bahse konu ideo-politik pozisyonlara karşı dönemin gerçekliğini nesnel olarak denetlenebilir verilere dayanarak savunmak kaçınılmazdır. Çünkü inkarcılık salt geçmişin çarpıtılması değildir; bilakis bugüne ve geleceğe dair umutsuzluk yatağıdır. Başka sözcüklerle, bugüne ve geleceğe dair umutsuzluk geçmişin mücadelelerini de görünmez kılar, değersizleştirir.
Peki inkarcılığa karşı çıkma adına, “her şey yolundaydı” saçmalığına sarılmak? Dönem güzellemesine savrulmak? Güzellemelerin, verilen kavgaların, ölümsüzlerimizin anılarının, dönemin kazanımlarının arkasına zaafları, açmazları gizlemek? Gelinen yerde inkarcılık kadar tehlikeli hale geldi bu tutucu, kısır, giderek samimiyetsizleşen tutum… Yenilgi bahsinde ateşin yoğunlaşması gereken asıl mevzu budur; salt geçmişi değil, bugünü anlamanın anahtarı da -bir bakıma- buradadır. Buna döneceğiz. Ama önce dönemin manzarasına dair ana çizgileri hatırlayalım.
12 Eylül sonrasında geçmişin devrimci çizgisinde ısrar temelinde mücadeleyi sürdürenler oldu ve bu ne anlamsızdı ne de önemsiz. (Sorun devrimde/devrimcilikte ısrarda değil, 12 Eylül yenilgisini getiren zaaflarla malul devrimcilik anlayışında ısrardadır.) Öte yandan yenilgiye yanıt olma, geçmişin zaaflarını aşma, yenilenme vb. adına farklı bir yönelim de 1990’ların başından itibaren şekillenmeye başladı. 1991-96 arasında Kuruçeşme tartışmaları, TBKP, SİP, ÖDP, EMEP’de ifadesini bulan ve 1970’lerin (çoğu) silahlı yeraltı yapılarını legal alana taşıyan oluşumlar, Türkiye devrimci hareketi (TDH) bünyesindeki esaslı ayrışmalara işaret ediyordu.
Yeraltı ve üstünü kategorik olarak karşı karşıya koymaya gerek yok; hiçbir mücadele aracı reddedilemeyeceği gibi mutlaklaştırılamaz da. Ama adı konmasa da yeraltının o günden sonra bir daha semtine uğranmaması ve yasal yapılanmaların sınırlarının aşılmaması, belli türden bir mutlaklaştırmaya işaret eder ki sorun buradadır. Halbuki mesele şu veya bu biçimden çok, ne yapılıyorsa onu hakkının verilememesindedir biraz da. Tupamarolar Uruguay’da enternasyonal planda incelemelere konu olabilecek şehir gerillası tecrübeleri bıraktılar arkalarında. Aynı hareket çizgi değiştirip yasal mücadele alanına geçtiğinde bu alanın da hakkını verdi; merkez kadrolarından Jose Mujica yoldaşı Cumhurbaşkanı seçtirmeyi başardı. (Her şey Twitter “kıvamında” aktığına ve bu kolaycılık, tembellik, emeksizlik marifetmiş gibi yüceltildiğine göre, biz de modaya uyup hiç olmazsa Wikipedia’daki Jose Mujica maddesine bakmalarını önerelim okurlara, eh sıkılmazlarsa “Duvardaki Sarmaşık Gibi” kitabını da okumalarını ve C. Gavras’ın Sıkıyönetim filmini izlemelerini.) Sosyalist bir ülke olmadı Uruguay ama Tupamaroların mücadelesi her iki mecrada da enternasyonal planda değerli dersler bıraktı ardında. Türkiye ne Uruguay’dan daha önemsiz bir ülkedir ne de Türkiyeli devrimciler Tupamarlardan daha az bedel ödediler. Peki bizden geriye kalan birikimler, dersler, deneyler nelerdir? Sadece Tupamarolar değil, neredeyse bütün Latin Amerikalı eski gerilla hareketleri yasal partilere dönüştüklerinde bu mecrada da son derece etkili oldular, seçim kazandılar, toplumsal hareketlerle hemhal oldular, pembe-kızıl vs. adlarla anılan akımlar yarattılar; ezcümle köklü dönüşümler, devrimler yaratamasalar, hayal kırıklıklarına yol açsalar da anlamlı, hesaba katılır siyasal-toplumsal varlıklar olmayı başardılar. Ve yenilgileriyle dahi irdelenmeye değer dersler bıraktılar arkalarında. Soru şudur: 1990’ların ortalarından itibaren bizdeki yasal partileşme tecrübelerinin akıbeti ne oldu? Neden dişe dokunur sonuçlar yok ortada? Bizdeki tek başarılı tecrübe HEP-DEP-HADEP vb. geleneğidir; ki o da “hiçbir mücadele aracını reddetmeme, hiçbirini de mutlaklaştırmama” aksiyomunun örneğidir, keza farklı mücadele araç-yöntemleri arasındaki senkronizasyonun… O halde sorun salt şu veya bu mücadele aracı-yönteminde değil; tercih edilen mecranın devrimci ya da reformcu/tasfiyeci eksende ele alınıp alınmadığındadır. Türkiye’de 1990’ların yasal particilik tecrübesi devrimci eksende değil, reformcu-tasfiyeci eksende tecelli etmiştir ne yazık ki.
Parantez açıp vurgulayalım, kaderci şartlar teorisi de vaziyeti kurtarmaya yetmiyor. “Şartlar”ın birinci maddesi 1991’de SSCB’nin çöküşü ise, neden bu olgu bütün dünyada standart, bir örnek sonuçlara yol açmadı? Meksika’da Zapatistalar, tekmil Latin Amerika’da gerilla mücadelelerinden toplumsal hareketlere, oradan etkili parlamenter mücadelelere uzanan dinamizm, Tamiller, Nepal’de devrim ve bizim açımızdan hepsinden sarsıcı olan yanı başımızdaki Kürt Özgürlük Hareketinin yükselişi, kaderci “şartlar” teorisini yerle bir etmeye yetmez mi? Bütün bu aykırı örnekler -ki hiç de marjinal değil, önemli bir yekündürler- şartlara teslim olmadan, irade ve yeteneğin mümkünatları kapsamında farklı yollar denenebileceğini göstermiyor mu? Ve bizim devrimci geleneğimizin tüm bu dinamiklerin uzağında ya yasalcı tasfiyeciliğe savrularak ya da kaskatı bir devrimci sekterliğe hapsolarak bir başka yoldan tasfiye/etkisizleşme anaforuna kapıldığı açık değil mi? Ne gösteriyor son yirmi iki yılın toplumsal- siyasal pratiği ve bizim o pratik içindeki rolümüz/etkisizliğimiz? Şunu: 71 devrimciliğinin açtığı parantez 2001’e kadar salt kendini sürdürmede değil, toplumsal-siyasal planda da bir şekilde etkili oldu. Ardından gelen 2015’e uzanan süreç hem sosyalist hareketin etki alanı ve bileşimindeki değişim ve kaymalarla hem de toplumsal hareketlerin iniş çıkış ve arayışlarıyla bir tür geçiş dönemi oldu. 2015’ten itibaren ise tüm cephelerde ricat, hatta çöküş manzaralarıyla yüz yüzeyiz. Kürt özgürlük hareketi (KÖH) de kendi ağırlığı ve özgünlüğüyle bu sarsıntıdan azade değil. Son sekiz yıldır 1960’dan bu yana tarihinin en kötü dönemini yaşıyor sosyalist hareket, 12 Eylül’den de kötü! Çünkü, örnek olsun, üzerinden sekiz yıl geçtiğinde 12 Eylül’ün yenilgi atmosferinin yerinde yeller esiyordu; umut, iyimserlik, coşku ve atılganlık çoktan kasvetli havayı dağıtmıştı ve bunun esaslı sonuçları oldu. Artık yüzleşmek zorundayız ki kapsamı, derinliği, sürekliliği itibarıyla asıl yenilgiyi 12 Eylül’de değil 2001 sonrası 20 yılda yaşadık, özellikle de son sekiz yılda…
Yasalcı tasfiyeciği teşhis etmek nispeten kolay, asıl iş devrimci sekterizmin, dogmatizmin, kaskatı kuruyup kalmanın yarattığı açmazı teşrih masasına yatırmakta. Üstelik bu işi yaparken inkarcılığa savrulmadan, kolaycılığa kapılmadan; devrimciliğin hem değerini, katkılarını teslim edip hem de açmazlarını ortaya koyarak yenilginin izini sürmek ve bugüne ulaşmaktır zor olan.
O halde birkaç köşeli tespiti art arda yazalım: 1980 – 2001 sürecine merkezinde DHKP-C, MLKP, TKP/ML TİKKO, TKP(ML) TİKKO, TKP-B/TDP, TİKB gibi yapıların durduğu (her damla kan-ter değerlidir, adını anmadığımız yapıların anlayışına sığınıyoruz) illegal silahlı devrimci örgütler Türkiye devrimci ve sosyalist hareketine damgalarını vurdular. Hegemonik etki onlardaydı, moda tabirle dönemin sosyalist hareketini “domine ettiler”, bütün toplumsal mücadeleleri dolaylı yollarla da olsa bir şekilde etkilediler ya da karşılıklı etkileşim içinde oldular. Fakat bu dönem 2001’de sona erdi. Biri kısa diğeri uzun vadeli iki olgu neyin nasıl sona erdiğini gösteriyor. 1980’lerin ikinci yarısından başlayıp 90’larda yoğunlaşan ve 19 Aralık-Ölüm oruçları sürecinde nihayete eren kadro kayıpları (ki asla yeri doldurulamadı bu kayıpların) diğer her şey bir yana esaslı bir fiziksel tasfiyeye işaret ediyordu. Bunun ne anlama geldiği 2000’ler sonrası 20 yılda yavaş yavaş belirginleşmeye başladı, bugün gelinen yerde ise ayan beyan hale geldi:
1) Son yirmi yılda devrimci sosyalist hareketin toplumsal-siyasal ağırlığı önceki yirmi yılla kıyaslanmayacak oranda geriledi;
2) Gerileyen sosyalist hareket içinde yukarıda anılan devrimci yapı ve anlayışlar hegemonik ağırlıklarını yitirdiler;
3) Bir bakıma herkes “legalleşti”; Kıvılcımlı’ya nazire yaparcasına artık “legalite bizi istismar ediyor”.
Başka sözcüklerle devrimci ruh, duruş, davranış, asabiyet büyük oranda erozyona uğradı, tasfiye oldu. Sürmekte olan seçim, yenilgi vb. tartışmalarına bu uğrakları atlamadan gelmenin sonsuz yararı vardır.
Genç kuşaklar devrimci hareketin gerilemesinin devr-i Tayyip’in eseri olduğunu sanıyorlar. Hayır. Devr-i Tayyip devrimci hareketin bir bölüğünün yasalcılığa evrildiği, geriye kalanların da ciddi kadro kayıplarıyla etkisizleştiği, Öcalan’ın yakalanıp PKK’nin ağır darbe yediği, ciddi iç krizler yaşadığı bir tabloyu hazır buldu. Müesses nizam, bir bakıma “mıntıka temizliği” yaparak devretti iktidarı Tayyip’e. Ve hiç üzerinden atlanamaz ki, düzenin başarısından çok Türkiye sosyalist, devrimci hareketinin kendi zaaflarının ürünü oldu bu etkisizleşme, tasfiye tablosu. Devrimci hareketin Tayyip öncesinde sokakta etkili olduğu son dönem 1996 1 Mayıs’ı (Akın Rençber’i de eklersek dört devrimci katledildi o gün), 1996 yazındaki Ölüm Oruçları bağlamında gelişen militan sokak hareketleri (hapishanelerde olduğu kadar sokakta da kanlı bir süreçti yaşanan) ve nihayet 1996 Kasım – 1997 Nisan döneminde Susurluk bağlamında gelişen barışçıl kitlesel sokak hareketleri olarak saptanabilir. Bunlar dönemin sonunu işaretler aslında. 1997-2001 arasında yenilgiye benzer kekremsi bir tat vardı ağızlarda, sokakta sessizlik, boğucu bir atmosfer… Sokaktan koparılıp hapishanelerde toplanan devrimciler, kıstırıldıkları bu alanlarda beşer onar katledilmeye başladılar 90’ların ikinci yarısından itibaren ve bu süreç 2001’de nihayete erdi.
2000’li yıllarda 1 Mart Tezkeresi’ne karşı eylemler, NATO ve İMF protestoları, Hrant Dink’in gōrkemli uğurlanması, 2007’den itibaren -on yıllık silikliğin ardından- hayranlık uyandıran bir atılganlıkla gelişen 1 Mayıslar önemli kazanımlardır. Bu arada MKP’nin 17 yönetici kadrosu Mercan Vadisinde katledildi. MLKP 2006’da -on yıl arayla ikinci kez- merkezini ve önemli miktarda ileri kadrosunu polise kaptırdı. DHKP-C 2007’ye kadar ölüm oruçlarını sürdürdü, çeşitli silahlı saldırı ve suikast girişimleri kadro kayıplarıyla sonuçlandı. TKP-ML’nin çok sayıda kadrosu ağırlıklı olarak Dersim’de katledildi. 2010’da yeni bir yasal parti kuruldu: Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP). 2005-2007 aralığı darbe-Ergenekon-askeri vesayet- AB müktesebatı gibi kavramların gölgesinde geçti; “sol saha” büyük oranda ulusalcılık – sol liberalizm ekseninde paralize oldu, iki yabancı ideolojinin istilasına uğradı. “Oyun” değildi yaşanan düzen içi çatışma ama sol ve kitleler açısından “cambaza bak” parodisine dönüştürüldü. Ve bu sis bulutu altında Türkiye tarihinin en büyük özelleştirme operasyonları yapıldı, bugünkü yağma düzeni -Özal’a uzanan kökleri olsa da- asıl olarak bu dönemde inşa edildi. Yenilgi aranacaksa asıl olarak buralara bakılmalıdır: Neden Ergenekon operasyonunu düzenin iç hesaplaşmasının enstrümanı ve kitlelerin gözüne atılan kül olmaktan çıkaramadık? Neden Fırat’ın doğusundaki kirli savaş suçları, batısındaki yargısız infazlar, gözaltında kayıplar, işkencelerden hareketle egemenlerin iç çatışmasının çatlağına bir kama gibi girip etkili bir anti-faşist kampanya geliştiremedik? Neden 12 Eylül’ün bile layıkıyla başaramadığı neoliberal yıkım programı kolayca uygulanabildi bu dönemde? Biz neredeydik, ne yapıyorduk? 2007’den itibaren 1 Mayıslarda ifadesini bulan kentli kitlesel militan arayış üzerinde neden geleneksel akımlar eskisi gibi etkili olamaz hale geldiler? Kitlelerdeki arayış ile ona yanıt verme arasındaki makas nasıl bu kadar açıldı? Faşizmin kan ve ateşle çizdiği sınır -gerek 90’lar boyunca, gerekse geriye kalanlar üzerinde 2000’lerin ilk on yılında- herkesi “güvenli” ve sınırlı bir vasata doğru iteklemeye başladı; çünkü bunun üstesinden gelinemedi, eski usullerle gelinemezdi de. Basın açıklamaları “mecburiyeti”, varoştan, fabrikadan, bir ölçüde okuldan çekilme, belli mekanlara hapsolma vb. biçimlerde tezahür etti yeni süreç. Ezcümle, Gezi’de ifadesini bulan arayış mayalanırken, devrimci, sosyalist hareket bütün bölükleriyle gerileme sürecindeydi. Gelişmeler gösterdi ki Gezi bile derde derman olamadı. Ama tersi de doğrudur: Sosyalizmin ideolojik hegemonyası dairesinde gelişmeyen toplumsal hareketler, ne kadar parıltılı olurlarsa olsunlar dayanıklı olamıyor, parlayıp sönüyorlar. Ve bu bize özgü değildir, tüm dünyada yaşananların izdüşümüdür Gezi’nin kaderi ve karakteri. Burun kıvırmalara aldırmadan söylemek zorundayız: Sosyalizm (sosyalist hareket) olmadan olmaz! Çünkü sosyalizm köklü ve sistematik sistem eleştirisidir, ilhamını böylesi radikal bir eleştiri ve arzudan almayan hiçbir hareket, -ki kapitalizmin komünist eleştirisinden daha radikal ve tutarlı bir eleştiri icat edilemedi henüz- ne kadar parlak olursa olsun ilerleyemez. Rota tayin edemez, derinleşip kalıcılaşamaz. Tüm dünya tecrübeleri bunu gösteriyor; tıpkı 1960-2000 aralığı Türkiye ve Kürdistan tecrübesinin tersini göstermesi gibi. (Sosyalizmin ideolojik hegemonyasının damga vurduğu 20. yüzyılın toplumsal mücadeleler tarihi de aynı şeyi söylüyor.)
Yaşlı Ecevit, “Ekonomik programı uygulamak için hapishane operasyonlarını yapmak zorundaydık” dediğinde abesle iştigal ettiği düşünüldü. Öyle ya, hapishanedeki devrimciler mi engelleyecekti ekonomik programı? Buradan bakıldığında absürttür bu cümle. Fakat hapishanedeki devrimcilerin şahsında devrim ve sosyalizm fikrinin terörize/kriminalize edildiği, dahası yapılan şiddet gösterisiyle topluma gözdağı verildiği koşullarda pekala anlamlı hale gelebilirdi Ecevit’in sözleri ve geldi de. 90’larda (da) işçi-emekçilerle organik bağı zayıftı devrimcilerin ve fakat salt varlıklarında cisimleşen sosyalizm idealinin toplumsal mücadeleler üzerindeki ideolojik hegemonik etkileri görünmez bir omurga ve direnç kazandırıyordu halkın ileri bölüklerine: Tasfiye edilmesi gereken işte tam da bu ideolojik omurgaydı; hapishane operasyonları da onun için yapıldı, ekranların, medya lağımının, sureti haktan görünen cicili bicili postmodern teorilerin çarkları da onun için çalıştı. Zaten küresel ölçekte “tarihin sonu” devrindeydik. Huntington tarih bitti demiyor, kapitalizm artık alternatifsizdir, bu anlamda tarih artık kapitalizmle ilerleyecektir diyordu. Bu tezin pratik tercümesi bilinen anlamda siyasetin sonudur. Sosyalizm anakroniktir artık, onunla alay etmek, kuşkuculuk, nihilizm -bırakalım emperyalist propaganda aygıtını- entelektüel olmanın alamet-i farikasıdır. Ve bu “alternatifsizlik” koşullarında bırakın komünizmi, sosyal demokrasinin payına dahi neo-liberal programı uygulamak düşüyordu; Blair’den Siriza’ya, Lula’dan Podemos’a küçük tonlama farklarıyla standardize bir “siyaset” gündemdeydi artık, yani siyasetsizlik. Sonuç -aradaki direnç öbeklerinin hakkını yemeden- dünya çapında yaşanan büyük gerilemedir. Sosyalizmin ideolojik etkisinden “arındırılan” dünyanın omurgası kırılmıştır. İsyan gerekçeleri her zamankinden fazladır, isyanlar da eksik değildir. Ama yönsüz yolamaksız isyanlar kendi içine çökmekte, büyük umutlar hayal kırıklığına dönüşmekte ve hayal kırıklıklarının gözeneklerinden faşist hareketler yeşermeye başlamaktadır. Türkiye sosyalizmi ve toplumsal mücadeleleri kendi özgün macerası-renkleriyle küresel çapta yaşanan gerilemenin bir parçasıdır; ki zaten “küresel” denilen şey de bu türden parçaların toplamı ve etkileşiminden oluşur.
Gidişat 2015’ten sonra durdurulamaz hale geldi. Gezi ve Kobane’nin rüzgarıyla yükselen HDP oyları, ardından Suruç ve Ankara’da patlayan bombalar, özyönetim direnişleri, 1 Kasım’da AKP’nin %49 oyla tekrar iktidar olması… Kitlesel dinamikleri yavaş yavaş sönümlenirken Gezi’nin militan damarının bir kısmı Rojava’da savaşa katılmak için sınırları aştı. Neredeyse bütün devrimci yapılar gittiler Rojava’ya, sadece ülke sınırları değil, enternasyonal dayanışmadaki tutukluk sınırları da aşıldı; bu karanlık dönemde üzerinden atlanmaması gereken bir olgudur bu. Ve fakat Kobane’ye gidiş 71 kuşağının Filistin’e gidişinin yarattığı etkiyle kıyaslanamayacak oranda karşılıksız kaldı solda ve emekçiler arasında. Gezi-Kobane süreci TDH’ne yeni bir örgüt kazandırdı: Devrimci Komünarlar Partisi (DKP). Önceki 20 yıllık varoluş tarzlarını reddeden iki örgüt birleşerek DKP’yi kurdular. Kurucuları da, dışardan bakanlar da DKP’nin bir yükseliş döneminin ürünü olduğunu düşünüyorlardı. Halbuki tam tersi geçerliydi: 2015 sonunda kurulan DKP yükselişin değil, sert bir düşüşün başlangıcında inşa edilmişti. Üç yıl içinde bölündü ve başlangıçtaki parıltısını yitirdi. Faşizmin şiddetli saldırısı bu dönemde başladı. PKK, özyönetim direnişleri sürecinde TDH’nin 2000’ler başı hapishane süreçlerinde yaşadığına benzer kadro kayıpları yaşadı Kuzey Kürdistan’da. Şehirler yıkıldı. KCK, HDP vb. operasyonlarla, kayyumlarla “siyasi soykırıma” tabi tutuldular. Ve halihazırda Başur ve Rojava’da çetin bir savaş sürüyor. Bütün bu süreçlerde batı yakasının felç olmuş hali yenilginin en can yakıcı görünümüdür aslında. Elde kalan, HDP’nin siyasi hacmi ve ağırlığına Türkiye sosyalist ve tutarlı demokratlarının eklemlenmesiyle oluşan odaktır. Bu mecra da -belki de doğası gereği- parlamentarizmin/seçimlerin çekim alanına giriyor ve -mecburen- tüm yumurtaların konduğu sepetin altı da çıkınca “kesif bir yenilgi psikozu” atmosferi kaplıyor… Bu bir “seçim yenilgisi” değildir yoldaşlar ya da keşke onunla sınırlı olsaydı; tarihsel derinliği olan yenilgi sürecine seçimlerin tuttuğu aynadır. Seçimde doğru taktik izleyen de yanlış taktik izleyen de tariflediğimiz “süreç olarak yenilgiden” azade değildir.
Kapsamlı sorunlarla yüz yüze olduğumuz açık, hazırlop formüllerle içinden çıkılamayacağı da.
Meselenin teorik boyutu bir yana sorunların siyaset tarzı-kabiliyeti ve örgütte düğümlenen yönleri üzerine düşünebiliriz burada olabildiğince.
*Herkesin altını çizdiği işçi sınıfı ve sokak için, sosyalist kadroların halihazırda hapsolunan mekanları, alışkanlıkları terk edip fabrikalara, varoşlara taşınmaları gerekmiyor mu?
*Salt mekan değil tarz ve alışkanlıklar da değişmeli. İşçi-emekçilerin dertleri örgütümüzü yükseltmek için araçsallaştırılacak vesileler olamaz; o dertle dertlenmeyen kadro-örgüt asla emekçilerle hakiki bağlar kuramaz.
*Örgütlerimiz kitleler adına siyaset yapma işini süreklileştiremez. Yol açıcı öncü hamleler kaldıraç rolü oynuyorsa ne ala; yok eğer etkili olup olmadığı umursanmaksızın alışkanlığa dönüşüyor ve adına da “siyaset” deniyorsa ortada ciddi bir sorun vardır. Kimsenin umursamadığı, giderek kadroları da bıktıran, anlam yitimine uğrayan gayretkeşliği sürdürmenin manası ne bu durumda?
*Her gündemin peşinden koşmak yerine seçici olma ve fırsat yakalandığında -ki fırsatları fark etmek esaslı birikim ve sezgi ister- kendi gündemini yaratmak/dayatmak gerekmez mi? Rejimin dayattığı her gündemin peşinden koşmak, bilhassa devrimci hareketin zayıf olduğu koşullarda süreci yönetmekten çok süreç tarafından yönetilmeyle sonuçlanır; yani inisiyatifi tümden sınıf düşmanına kaptırmak ve nesnel planda onun “yönlendirmelerine” tabi olmakla… Öyleyse dört bir yana yumruk sallayıp tükenmek, nöbetçi sazan misali “her gündemin” üzerine atlamak yerine bazen “hareketsiz” kalma pahasına can alıcı meselelere esaslı/etkili hücumlara hazırlanmak, süregiden dar pratikçi kısırlıktan daha mı anlamsızdır? Lenin’i zerrece anlamadan Ne Yapmalı’dan türetilen, “haksızlığın her görünümünü teşhir, ajitasyon” (mealen aktarıyoruz) anlayışı “kitabi” bir dayanak da yaratıyor bu verimsiz gayretkeşliğe. Eğer yanlış hatırlamıyorsam Stalin “Manilovizm hastalığı” olarak niteliyordu bu dar pratikçi verimsizliği.
*Siyasi bir taktik inşa edilirken örgütün durumunu hesaba katmaktan daha doğal bir şey olamaz. Fakat bu, hesap faktörlerinden yalnızca biridir ve verili bir konjonktürdeki güç ilişkileri vb. bir dizi veriden hareketle ezilenlerin/proletaryanın davranış çizgisini, eylem, şiar ve taleplerini formüle eder taktik; örgüt tam da bu harekat planına hayat vermek için öne atılır. Bizde taktiğin, giderek tüm kapsamıyla politikanın böyle inşa edildiğini söyleyebilir miyiz? Analizde bunların hepsi ince ince işlenir genellikle, fakat sıra pratiğe geldiğinde politikanın başı da sonu da örgütün kayıp-kazancı, kaba kaçacak reklamasyonu, diğer gruplarla rekabeti cenderesine hapsoluverir; neredeyse elli yıldır yapısallaşan bir hastalıktır bu. Politika grup için değil emekçi milyonları kazanarak devrime yürümek için yapılır; öyle yapılmazsa keskin lafazanlığın ardına gizlenen bir tür apolitizm hüküm sürüyor demektir. İnsanın aklına Napolyon’un muharebeyi kaybeden generaliyle yaptığı konuşma geliyor böyle bir zaafla karşılaştığında. “Yenilgimizin pek çok nedeni var” der general. “Anlatın öyleyse” der Napolyon. General, “birincisi” der, “barutumuz bitti”. Generalin raporu da ilk maddede biter…
*Yukarıdaki maddeyle kopmazcasına bağlı olarak politika yapmanın esaslı başlıklarından biri olan ittifaklar meselesinde ne durumdayız? Şimdilerde rahatlıkla ittifak yapılabiliyor fakat derde deva olmuyor. Belki de ittifakların, salt devrimcilerin ittifakı-güç birliği olarak siyaset yapmaya hasredilmesi yerine, ittifak güçlerinin mekan ve anlayış değiştirerek, biraz sabır sebat göstererek işçi emekçi havzalarında mevzilenmesi, çalışıp çabalayarak ittifakı o alanın öncü gücü olarak işlevlendirmesini denemek gerekmez mi? Ya da şöyle soralım: Bugünkü “basın açıklamaları ittifakları” kitleleri seferber edebiliyor mu? Geçtik kitleleri, imzacıları tam kadro (hiç olmazsa birer temsilciyle) eyleme katabiliyor mu? Bu mudur “ittifak”? Asıl tahripkar olan verili siyasi tablonun emri olan ittifaklardan geri durmaktır; örneğin 12 Eylül darbesinin ön gününde silahlı-silahsız tüm alanlarda ittifak ve cepheleşmelere gidememek, ortak bir direniş planı şekillendirip hayat verememek gibi. Bu bir hata değil -ağır olacak ama- cinayettir. Yıkıcı bir körlük ve apolitizmdir. Grubu, grupçuluğu devrimin önüne ve üstüne koymaktır. Halkı ve ülkenin kaderini umursamamak ya da gruptan/partiden daha az umursamaktır.
*Lenin, Bolşevik partinin vasıflarını analiz ettiği yazılarından birinde, diğer pek çok şeyin yanı sıra, partinin “saldırmayı ve düzenli geri çekilmeyi öğrendiğini”, bunun Bolşevikleri çelikleştiren vasıflardan biri olduğunu söyler. (Mealen aktarıyoruz.) Bizim partilerimizde (KÖH hariç) böyle bir vasıf yoktur; bunun yerine ideoloji ve teoriyi politikaya ikame etmek ve de politikayı “yiğitlik yarışına” dönüştürmek vardır. Politika, Lenin’in istihzayla söz ettiği “Aleksandır Nevsky bulvarında” dümdüz, hep ileri, tam gaz, gayretkeş bir koşuşturmaca olarak anlaşılmakta ve icra edilmektedir ne yazık ki bizde. Sonuç ortada…
*Bu dümdüz anlayış, hayatı, devrimi, sınıflar mücadelesi ve politikanın karmaşıklığını kavrayıp yaratıcı devrimci yanıtlar geliştirmek yerine ezberlerini, şablonlarını, alışkanlıklarını biteviye tekrarlamayı “devrimci politika” diye sunar, üstelik bu kısırlıkla “geleneğimiz” diye övünür. Bu tarzın bir yönü “politikayı” meslek edinmektir, bürokratizmdir; “hareket her şeydir, nihai amaç hiçbir şey”. Diğer yönü ise derin bir sübjektivizmdir, niyetleri gerçekliğin yerine geçirmektir. Küçük burjuva sabırsızlığı, dar görüşlülüğü ve kolay devrim hayalidir. Her defasında duvarı yıkacağı yere değil kafayı kıracağı yere vurur, yine de bana mısın demez! Ağır kadro kayıplarını “yeteneksizliğimizin sonucu mudur” diye sormaksızın geçiştirir, “devrimin gereği” diye sunar. Politikadaki düzlüğü bir yana, teorik planda “tarihin tekerleği” ve “ilerleme” hurafelerine öylesine derin bir imanla bağlıdır ki (bazen bürokratik/“mesleki” bir “iman” da olabilir bu); “Sınıflar mücadelesinin ilerlemeden yana olan yasaları burjuvazinin canına okumakla kalmayacak, saflarımızı binlerce kadroyla da dolduracaktır, buna ne şüphe!” diye celallenir sağda solda. Peki ya doldurmazsa?.. Daha da kötüsü cinayete eşdeğer yeteneksizliklerin, kısırlıkların müsebbiplerinden hesap sorulmazsa? Hacıyatmaz misali yerlerinde kalırlarsa? İşin kötüsü kendilerini uçuracak müritler bulmakta pek de zorlanmazlarsa? Nicedir o memlekette devrimin ve devrimciliğin hali!?
Yenilgiyi de yenilgiden çıkış için edinmemiz gereken vasıfları da bu ve benzer hususları gözeterek tartışmamız gerekmiyor mu?
Örgüt ve partilerimiz, eli kalem tutan eski ve yeni kadrolar, aydınlar, akademisyenler bu tartışmaya katıldılar, iyi de oldu. Fakat sol salt kendini de tartışsa, nihayetinde sömürülen, ezilen milyonları örgütlemek, siyasi iradelerini açığa çıkarmak için tartışır. Peki bu tartışma neden onların bağrına taşınmasın? Türkiye ve Kürdistan sathında binler, belki on binler katılabilir kendi durumlarını, özlemlerini, memleketin kaderini ele alan bir tartışma sürecine. Ve milyonlara uzanan iletişim hatları, volan kayışları böylesi iç içe geçmiş, birbirini besleyen halkalardan geçer. Özcesi sosyalistlerin tartışma ve arayışını yerellerdeki ileri kitlelerin bağrına taşımak, burada oluşacak mayalanma ve hareketin çok daha geniş kitleleri hareketlendirmesi neden mümkün olmasın ya da denenmesin? Soru şudur: Bu iş bugünün Türkiye’sinde yapılmayacaksa ne zaman, nerede yapılacaktır? Öneri gayet açık ve yalındır: Sosyalistler bulundukları tüm yerellerde “Memleketin geleceğini, halkın kaderini tartışıyoruz” (aklıma bu geldi, daha iyisi bulunabilir) başlıklı yerel kongreler toplamalıdır. Kadın, gençlik, ekoloji, semtler, fabrika havzaları, ilçeler, köyler, şehirler, yurt dışı vd.; ayak bastığımız her yer irili ufaklı kongrelerin toplanma zemini olabilir, olmalıdır. Sadece mekânsal yaygınlık değil taleplerin çeşitlilik ve zenginliği de fışkıracaktır buralardan. Tartışmalar, talepler, olabiliyorsa ufak ufak da olsa eylem/hareket planları, toplantı, işleyiş ve iletişim mekanizmaları (basitçe) neden inşa edilmesin? Grupçuluk arenası olarak değil, tüm gruplarımızın halk kürsüsüne öncelik tanıdığı, konuşmaktan çok dinlediği, halkın taleplerini merkeze aldığı, en fazlasından derleyip toparlayıcı ve emekçilikte örnek ve öncü olduğu başlangıçlar neden yapılmasın? (Bana göre olası bir sürecin gelişmiş, olgunlaşmış hali meclisler olacaktır.)
Ne Yapmalı’nın (Lenin) temel esprisi “devrimciler örgütü” ile “kitlelerin örgütünün” tarif ve sınırlarını, karşılıklı ilişkilerini belirlemesidir. (Tabii devrim ve iktidar hedefine bağlı olarak.) Böylesi iç içe geçmiş halkalar esprisine dayanan bir hamle:
1) “Devrimciler örgütünün/örgütlerinin” (ittifak halinde) “ileri kitlelerin örgütü” olan kongreler/meclisler içinde konumlanmalarını,
2) Bu rezonansın iki tarafı da güçlendireceğini, organik ve dinamik ilişkilerin önünü açacağını,
3) İşçi, emekçilerin öz inisiyatiflerine dayanan bu türden yapı ve hareketlerin büyük bir enerji, kuvvet ve yaratıcılığı tetikleyeceği,
4) Şu veya bu örnek etkili olduğu oranda hızla yaygınlaşma, geniş kitleleri sürece katma potansiyelini bağrında taşıdığı açık değil midir?
5) Kitlelerin içinde bu şekilde ve tartışılmaz bir meşruiyetle mevzilenmek rejimin ezberini bozarak polisiye tedbirlerini boşa düşürmek, kadro ve örgütü kolayından ezdirmeden etkili olmasını sağlayacak imkanlar yaratmak anlamına gelmeyecek midir? Kitlelerin içinde erimek örgütü/kadroyu korumanın temel esprisi değil midir?
Taktik ve politika isabetli araç, biçim, söylem ve eylemlerle kitlelere ulaşır; ve bu biçimler de gökten zembille inmez. Verili tablonun analizinden, yerel, enternasyonal ve tarihsel tecrübelerden doğar. Başlangıçta sadece birer fikirdirler; arkalarında durulur, emek, yaratıcılık ve cesaretle peşlerine düşülürse, “fikirlerin maddi kuvvete” dönüştüğünü görmek hiç de sürpriz olmayacaktır. İşçi, emekçi ve ezilenlerin dünya çapında örgütlerinin tasfiye edildiği, geriye kalanların çoğunun bürokratik kastlara dönüştüğü, büyük bir örgütsel boşluk olduğu, üstelik emekçilerin dünyanın her yerinde çeşitli vesilelerle ayaklandığı koşullarda bugünün örgütsel/siyasal biçimlerini bulmak komünistlerin önündeki bir numaralı görevdir. Biçiminin nasıl olacağından bağımsız fiili-meşru mücadele ve örgütlenme hattı bugünün başat mecrasıdır.
Meselenin bir de öz savunma ve zora dayalı mücadeleler boyutu var. Gerekliliğinin ve diğer mücadele mecralarıyla senkronizasyonunun altını kuvvetle çizmek dışında bu konuya giremem, şu anki konumum bana bu hakkı vermiyor.
Sendika.Org’un başlattığı tartışma umarım tüm katılımcılara ve okurlara katkı sağlar, salt birlikte yürüyüşü değil bir zihniyet dönüşümünü de kamçılar.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.