“Seçimlere dair tutumuzun en bilinen kısmı, bizim Enternasyonal Komünist İşçi Birliği ile birlikte bağımsız cumhurbaşkanı adayı Çetin Eren’i desteklememizdi. Neredeyse tüm akımların Kılıçdaroğlu’nun arkasında dizildiği bir süreçte düzen partilerinden bağımsız bir adayı desteklemek, elbette hâkim eğilimle aramızdaki çarpıcı bir karşıtlığa işaret ediyor. Ancak bağımsız bir cumhurbaşkanı adayını desteklemek bu süreç boyunca takındığımız tutumun sadece bir parçasıydı”
Sosyalist hareket, özeleştiri ve yeniden inşa dosyası kapsamında sıradaki söyleşimiz Köz Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Ömer Yıldız ile.
Seçimlerinin asıl kaybedenin Erdoğan olduğunu belirten Yıldız, devrimcilerin “bir kez daha haklı çıkmaya” değil, reformist cendereden bunalmış güçlere bir çıkış yolu göstermeye ihtiyacı olduğunun altını çiziyor. Reformizmin başarısızlığının kitlelerdeki ve soldaki yanılsamaları tuzla buz edeceği hayallerinin temelsizliğine dikkat çeken Yıldız, yapılması gerekenin bağımsız devrimci bir siyasal çizgiyi eylemli bir şekilde hayata geçirmek olduğunu vurguluyor.
Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı, nerede aramalı? Neyin özeleştirisi verilmeli, nasıl bir özeleştiri süreci yaşanmalı?
Seçimlerde sol akımlar kendi güçlerine güvenerek, kendi kimlikleriyle girdikleri herhangi bir mücadelede yenilmedi. Bugünkü ruh hâlinin sebebi başka. Solun hiçbir bölüğü resmen Millet İttifakı’nın parçası olmadı olmamasına ama sol neredeyse bir bütün olarak seçimin her iki turunda da burjuva kampın adayını destekledi. Ezici çoğunluk Kılıçdaroğlu’na oy çağrısında bulundu, oy çağrısında bulunmayan azınlık ise kendi militan ve ilişkilerinin oy vermesine sessiz kaldı. Kısacası, sol Amerikancı muhalefetin seçim hayallerine kapıldı, düzen güçleriyle ortak bir “muhalefet” paydasında buluştu ve böylelikle onun seçim başarısızlığına ortak oldu. Moral bozukluğunun sebebi bundan başka bir şey değil.
Seçimlerde yenilen Erdoğan’dan burjuvaziye yaslanarak kurtulma çizgisidir, sınıf işbirliği çizgisidir, reformizmdir. Ancak bu yenilginin sonuçları, emekçiler arasında siyasi çalışma yürüten, sol içinde eylem birliği örmeye çalışacak herkesin karşısına çıkacak.
Fakat reformistlerin bozgunu, devrimciler açısından bir zafer anlamına gelmez. Hatta kendi başına devrimci bir mücadele için elverişli bir iklim dahi oluşturmaz. Reformistlerin bozgunundan sonra “Biz haklı çıktık”larla bezeli “Tek yol devrim/sınıf mücadelesi” sloganları atarak “Bize katılın!” çağrıları yükseltmek devrim fikrini itibarsızlaştırmakla kalmaz, devrimci faaliyeti lafazanlığa indirgeyerek devrimci militanların da maneviyatını bozar.
Devrimcilerin görevi “bir kez daha haklı çıkmak” ve “kitlelerin uyanacağı günü beklemek” değil, reformist cendereden bunalmış, arayış içindeki güçlere bir çıkış yolu göstermektir. Seçimlere dair yapılacak değerlendirme de ancak seçim sonrası dönemin imkân ve fırsatlarını tespit ettiği, bizi çevreleyen bataklığı aşmanın yolunu gösterdiği, bu yolda atılacak somut adımları tarif ettiği oranda anlamlı olur.
Seçimin politik toplumsal sonuçlarından hareket edersek, politik rejimden hangi saldırı hamlelerini beklemeliyiz? Sosyalist hareket hangi çatışmalara hazırlanmalı?
2023 seçimleri Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde debelendiği rejim krizinden ve iç savaştan bağımsız ele alınamaz. Seçimler rejim krizine de iç savaşa da son veremezdi, vermedi de. Bilakis, rejim krizi ve iç savaş seçimlerin sonuçlarını belirledi. Seçim süreci ve sonuçları rejim krizini derinleştirdi ve iç savaşı iyice içinden çıkılmaz hâle getirdi. Dün devrimci duruma yol açan dinamiklerin bugün daha da güçlendiğini söylememiz gerek.
Devrimci durumun bir koşulu yönetenlerin eskisi gibi yönetememesidir. Yönetenlerin bir ayağı elbette hükümettir, Erdoğan’dır. Reis-i cumhur koltuğundan seçimle indirilemeyeceği için onun tekrardan seçimleri kazanması, Erdoğan açısından bir başarı ölçütü olamaz. Tersine Erdoğan, seçimlerden zayıflayarak çıktı. En büyük sermayesi olan partisi 2002’deki oy oranına geri döndü. Daha da önemlisi beş yıl öncesinde sadece MHP’ye bağımlıyken, şimdi aynı sonucu sadece Yeniden Refah’a ve Hüda-Par’a yaslanarak değil, Sinan Oğan’a muhtaç kalarak, üstelik ikinci turda alabildi. Cumhur İttifakı, Millet İttifakı gibi politik çizgisi sulanmış bir benzemezler koalisyonuna döndü. MHP’nin bu koalisyondaki ağırlığı hem oy oranı hem de vekil sayısı bakımından arttı.
“Rejim krizi” artık daha sık bahsedilen bir kavram olsa da siyasete yansıması anlaşılamıyor. Yeni güç dengesi daha da zayıflayan bir hükümet, daha sık değiştirilen bakanlar anlamına gelir. Devlet zaten her zerresine kadar bir koalisyona dönüşmüştü. Şimdi bu koalisyon daha geniş, parçalı ve çekişmeli bir hâl alıyor. Zayıflayan Erdoğan siyasi ihtiyaçları doğrultusunda devleti işletebilmek için parti ve devlet içindeki her gelişmeye daha da görünür bir biçimde müdahil olacak, “Gönderilemeyen tek adam Erdoğan” sorunu önümüzdeki süreçte daha da hissedilir şekilde gündemde kalacak.
7 Haziran 2015 sonrası Erdoğan’ın başlattığı iç savaş onun koltuğunu korumasını sağladı ama koltukta kalmanın bir de bedeli vardı: MHP’ye önce siyasi sonra da her bakımdan teslimiyet. Erdoğan MHP’ye mecbur kaldıkça merkezdeki bir kitle partisi olarak işleyen AKP’nin zayıflayışı hızlandı. Başından beri durumun farkında olan Erdoğan ise kâh işbirlikçi bir Kürt partisi yaratarak, kâh İyi Parti’ye göz kırparak, kâh demokratik anayasa müjdeleri vererek iç savaşa kademeli olarak son vermeye, MHP’ye olan bağımlılığını azaltmaya çalışıyor. Seçimle birlikte MHP’nin ittifak içindeki ağırlığının artması Erdoğan’ın MHP’den kurtulma, iç savaşa son verme ihtiyacını yakıcılaştırırken, MHP’nin yumuşama girişimlerine taş koyma kapasitesini de artırıyor. Bu koşullar altında iç savaşın bitirilmesi mümkün değil. Cumhur İttifakı içindeki çatışmaların artarak yönetememe krizinin derinleşmesi de cabası.
Erdoğan’ın yeni kabinesinin bileşimi onun içinde bulunduğu sıkışık durumu yansıtıyor. MHP’nin kabinedeki uzantısı Soylu’yu görevden aldı, “çözüm süreci”ni yürütenlerden Fidan’ı dışişleri bakanı, ABD merkezli finans-kapital çevrelerinde “itibarı” olan Şimşek’i maliye bakanı yaptı. Merkez Bankası’nın başına da beratlarını ABD’den almış bir finansçıyı getirdi. Kürtlerin kabine içindeki oranı da eskisine kıyasla daha fazla. Yeni kabine kimileri tarafından “OHAL hükümetinin bitişi” kimileri tarafından “devlet ciddiyetinin ve liyakat”ın geri dönüşü, kimileri tarafından da seçimleri geride bırakan Erdoğan’ın, emekçilere saldıracağının işareti olarak değerlendirildi. Şüphesiz tam tersi bir vurguyu yapanlar da var. Onlar da “Erdoğan’ın popülist politikalarının” iflas ettiğini söylüyor. Ancak her iki kesimin de ortak paydası liberalizm. Birinci kesim, ülkedeki siyasi iktidarın ölçütü ve teminatının seçim sonuçları olduğunu düşündüğünden, seçim zaferiyle birlikte, Erdoğan’ın artık MHP’ye ihtiyaç duymadığını ifade ediyor. Diğer kesimse piyasa tanrısının kurallarına karşı çıkanların er geç cezalandırılacağına inanıyor. Hiçbiri önümüzdeki sürecin çatışmalı, daha da önemlisi çelişkili karakterini kavrayamıyorlar.
Yeni kabinenin ABD’yle arayı düzeltme, “ekonomik rasyonaliteye dönüş”, iç savaşın hızını kesme kaygıları taşıdığı açık. Erdoğan Rusya tarafından Suriye ile barışa zorlanırken, tümüyle teslim olmamak için ABD’yle ortak hareket etmek zorunda. Ama Ukrayna’da da ABD’nin istediği pozisyona gelmesi Rusya’nın basıncı nedeniyle mümkün değil. Ayrıca zamanında Erdoğan’ın ABD’den değil, ABD’nin Erdoğan’dan vazgeçtiğini, İmralı’daki çözüm masasını Kürtlerin değil bu süreçten zarar gören Erdoğan’ın tekmelediğini unutmamak gerek. O bakımdan ABD-Erdoğan ilişkilerinin “normalleşmesi” Erdoğan’ın ABD’ye zeytin dalı uzatmasına değil, ABD’nin tutum değiştirmesine bağlı. Geride bıraktığımız on üç yıl içinde yaşananların, ABD’nin on üç yıl önceki yönelimini değiştirip Erdoğan’ı “deliğe süpürmekten” vazgeçmesini kolaylaştırmayıp zorlaştırdığını görmekse zor değil. Dolayısıyla Erdoğan’ın uluslararası planda “barış” ve “normalleşme” girişimleri sadece sonuçsuz kalmayacak; onun keskin “anti-emperyalist” söyleminin de yumuşamasına, böylelikle Cumhur İttifakı’nın en önemli harcının zayıflamasına da yol açacak.
Bununla birlikte, Erdoğan’ın asgari ücret, EYT, düşük faiz türü konulardaki tavizkar tutumu ise onun bir emekçi isyanının önünü kesmek için izlediği uzun vadeli bir politikadır. Yerel seçimlere sekiz ay kalmışken, Erdoğan’ın çözülen seçmen tabanını etrafında tutma, emekçi eylemlerinin önünü kesme ihtiyacı azalmadı, arttı. Bugüne dek Türkiye’de 1994 ve 2001’dekine benzer bir krizin ve iflas dalgasının yaşanmasını engelleyen şey, devletin manevra kabiliyeti ve sunduğu kredi olanaklarıydı. Bunu mümkün kılan ise devletin düşük borçluluk oranıydı. Gelgelelim siyasal rejimi değiştiremediği gibi sermaye birikim rejimini de değiştiremeyen Erdoğan’ın ayakta kalmak için devlet imkanlarına yaslanarak uyguladığı politikalar cambazlığın ötesine geçmedi ve adım adım devletin borçluluk oranını da arttırmaya başladı. Henüz bir ekonomik krizden söz etmek için erken olsa da devletin borçlanmasını düşürmeye yönelik “rasyonalite” ihtiyacı ile bir emekçi isyanının önünü kesmeye yönelik “sosyal politikalar” arasındaki çatışma önümüzdeki dönemde yeni bir kriz dinamiği doğurmaya aday.
Erdoğan’ın “normalleşme” yönündeki adımlarının iki yıllık bir evveliyatı var. 2021-23 arasındaki dönemde “demokratikleşme” yönündeki girişimler daha başlamadan ezilmişti. MHP ile kurulan mesafeli ilişkiden görünen o ki önümüzdeki süreçte aynı kararsız politikanın normalleşme adımlarının ağır bastığı ve yine sonuç alamadığı dönemi izleyeceğiz. Erdoğan’ın tereddütlü şiddeti muhalif yığınları teslim alamamış, tersine öfkelerini büyütmüştü. Önümüzdeki dönem Erdoğan’ın tereddütlü reformlarıyla kendi pozisyonunu daha da zayıflatacağını, bu adımların emekçileri harekete geçirici etkisini yaşayarak göreceğiz.
Seçimler aynı zamanda yönetilenler cephesinde de tabloyu istikrar yönünde değiştirmedi. 12 Eylül cuntası, uyguladığı baskıyla muhalefetin sesini kesip onu en azından belli bir süreliğine teslim alabilmişti. Bugünkü hükümet ise iç savaş koşullarında, parçalanmış devlet aygıtına yaslanarak 12 Eylül’e kıyasla çok daha yüksek dozda bir şiddet uygulasa da amacına ulaşamıyor. 1982 referandumunda cunta yüzde doksan iki evet oyu alırken bugün Erdoğan birinci turda yüzde elliyi geçemiyor. Türkiye’de Erdoğan’ın karşısında yer alan emekçi yığınlar hiçbir koşul altında teslim olmuyor. Sadece bu bakımdan bile Erdoğan’ın Türkiye’deki pozisyonunun Putin’in Rusya’daki pozisyonuna benzemesi mümkün değil.
Dahası baskılardan yılmadan Erdoğan’ın karşısında duran bu kitle sadece öfkeli bir seçmen topluluğu da değil. Dünyanın en yaygın ve kitlesel 1 Mayısları hâlâ Türkiye’de kutlanıyor. Newroz’lar sadece Kürdistan’ın kuzeyinde değil Türkiye’nin metropollerinde de kitlesel emekçi mitingleri olarak gerçekleşiyor. Kendini on yıl önce Gezi’de, sonrasında Kobâne ayaklanmalarında ve hatta Kürdistan’ın kuzeyindeki şehir savaşlarında ifade eden öfke ve enerji hâlâ yerli yerinde. Bugün bu öfkenin kendini eylemli bir şekilde dışa vurmamasının solda hâkim olan siyasi eğilimin bilinçli tercihinin sonucu olduğunun altını çizmek gerek.
Tüm bunlar göz önünde tutulduğunda ortada karalar bağlanacak bir yenilgi yok ama düzen partilerinin ipliğinin bu denli pazara çıktığı koşullarda yerinde saymanın kendisi başarısızlık olarak kabul edilmeli. Kürdistan’da YSP’nin yüzde beş ila on arasında oy kaybetmesi, Diyarbakır’da CHP’nin onlarca yıl sonra ilk kez vekil çıkarması bu başarısızlığın en çarpıcı görünümleri.
Sosyalist hareketin krizini aşmak için ne yapmalı; kimle yapmalı, nasıl bir kadro ve kitle politikasıyla yapmalı? Nasıl yapmalı; hangi söylem, araç ve yöntemlerle yapmalı? “Sol birlik” ve “ittifak” meselesine nasıl yaklaşılmalı?
Bu soruyu yanıtlamaya seçim sürecinin başından sonuna Köz’ün eylemli tutumunu anlatarak başlamak istiyorum. Bu tutumunun en çok bilinen kısmı, bizim Enternasyonal Komünist İşçi Birliği ile birlikte “Emekçilerin Seferberliği İçin Bağımsız Aday” adlı bir eylem birliği oluşturmamız ve düzen partilerinden bağımsız cumhurbaşkanı adayı Çetin Eren’i desteklememizdi. Neredeyse tüm akımların Kılıçdaroğlu’nun arkasında dizildiği, Kılıçdaroğlu’nun yenilgisini kendi yenilgisi olarak kabul ettiği bir süreçte düzen partilerinden bağımsız bir cumhurbaşkanı adayını desteklemek, elbette hâkim eğilimle Köz arasındaki çarpıcı bir karşıtlığa işaret ediyor. Ancak bağımsız bir cumhurbaşkanı adayını desteklemenin bu süreç boyunca Köz’ün takındığı tutumun sadece bir parçasıydı. Aslında bizim seçimlere yönelik çalışmamız “Seçimleri Beklemeyeceğiz!” kampanyası ile Şubat 2020’de başladı ve 28 Mayıs 2023’e dek tam üç yıl sürdü.
2019 belediye seçimlerinden hemen sonra cumhurbaşkanı seçim sürecinin başladığını ilan ettik. Bir erken seçim beklemiyorduk. “Seçimleri Beklemeyeceğiz” kampanyası, hükümete karşı mücadeleyi seçimlere endeksleyen anlayışı reddediyor, emekçileri eylemli bir mücadeleye çağırıyordu. Çağrımızla soldaki hâkim eğilim arasındaki karşıtlık 2020 Mart’ında Korona salgınıyla belirginleşti. Kapanma çağrıları yapanlar gönüllü karantinayı, biz ise “Emekçiler fabrikadaysa hepimiz sokakta olmalıyız” çizgisini savunduk. Pazarlarda, metrobüs çıkışlarında bildiri dağıttık, ajitasyon yaptık, siyasi mücadeleyi ve örgütsel işleyişlerini internet üzerinden yürütenlerin tam aksi bir tutumla Korona süreci boyunca hiçbir etkinliğimizi internet üzerinden yayımlamadık. Korona sürecinde kapanmayı savunanların, DİSK’ten şikayet etmeyi siyaset yapmak sananların, felaket tellallığı yapanların, 2023’te hep birlikte CHP arkasında yine beklemeci ve şikayetçi bir biçimde dizilmesi tesadüf değil.
Üçüncü yol tartışmalarının ortaya çıkmasıyla birlikte biz de üçüncü yol diye bir ihtimalin bulunmadığının, biri devrim diğeri karşı devrim olan iki yolun bulunduğunun altını çizdik. 2018 seçimleri öncesinde tüm sola yaptığımız öneriyi hem eylemlerde hem de diğer akımlarla olan görüşmelerimizde tekrarladık: “Cumhurbaşkanı seçiminde karşı devrimcilerden bağımsız bir hatta yer alalım. Odağında HDP’nin bulunduğu ama HDP’yle sınırlı olmayan bir sol blok kuralım.”
2022 yazında bu sefer, tüm akımları davet ederek düzen partilerinden bağımsız ortak bir cumhurbaşkanı adayı çıkarmak üzere toplantılar düzenledik. Çağrımız karşılıksız kalınca, prensipleri Köz’ün ayrım çizgileri tarafından değil, emekçi hareketinin düzen partilerinden bağımsız hareket etme ihtiyacı tarafından belirlenmiş “Emekçilerin Seferberliği İçin Bağımsız Aday” adlı bir eylem birliği platformunu kurduk. Ocak ayında platforma Enternasyonal Komünist İşçi Birliği de dahil oldu. Çetin Eren bu eylem birliğinin cumhurbaşkanı adayıydı.
Seçim süreci boyunca Çetin Eren’in adaylığını desteklerken, onun adaylığı için imza toplarken hükümetle muhalefet arasında eşit mesafede durmadık, muhalefete muhalefet ederek kendimizi var etmedik. Emekçiler lehine en basit bir hakkın kazanımı için bile bu hükümetin gitmesinin şart olduğunu döne döne vurguladık. Bu hükümetin seçimle değil bir emekçi seferberliği ile gidebileceğini, cumhurbaşkanı seçiminde hükümete, düzen muhalefetinden uzak durarak cepheden karşı çıkmak gerektiğini, cumhurbaşkanı seçiminde düzen partilerine yanaşanların emekçilere hükümet karşısında bağımsız bir seferberlik için gerekli güveni veremeyeceğini savunduk.
Mart ayının sonunda seçim süreci başladığında desteklediğimiz aday için gerekli imzayı toplayamadık, böylece fiilen cumhurbaşkanı seçim sürecinin dışına düşmüş olduk. Ancak bu noktadan sonra da “Yapacak bir şey yok” diyerek kabuğumuza çekilmedik. Cumhurbaşkanı seçimlerindeki tutumsuzluğunu, milletvekili seçimlerinde kâh legal partilerin listelerinden aday göstererek kâh bağımsız milletvekili adayı çıkararak örtmek isteyenlerden olmadık. Kemal Kılıçdaroğlu’nun kazanacağını, bir restorasyon sürecinin başlayacağını umanlara “Bu hesap tutmayacak!” dedik. Seçim sürecinin bu yeni evresinde Enternasyonal Komünist İşçi Birliği’nin yanı sıra Komünist Militanlar Birliği’nin bileşeni olduğu yeni bir eylem birliğinin parçası olduk. 1 Mayıs’ta pankartlarımıza “Sınıf İşbirliğine Karşı Sınıf Savaşı!”, “Düzen Partilerine İki Turda Da Oy Yok!” yazdık. Aynı içerikte bildirileri emekçi mahallelerinde 28 Mayıs’a dek dağıttık.
Bu krizi aşmak için neye ihtiyaç olduğu sorusuna gelince… Bugün bir devrimci çıkışa ihtiyaç var. Devrimci çıkışın önündeki engelse düzen güçleri değil. Zira Türkiye’de rejim krizi her zamankinden derin, krizin daha da derinleşmesine ihtiyaç yok. Eksik olan devrimci dinamikler de değil. Çünkü Türkiye devrimci dinamiklerin en güçlü olduğu, bu yüzden dünya üzerinde en yoğun yaşandığı coğrafyalardan ikincisi. Birincisi ise doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine Kürdistan’dır elbette.
Türkiye’de burjuva sosyalizminin ve onun reformist projelerinin geleceği yok. Burjuva sosyalizmi işçi hareketini etkisi altında tutmasının nedeni, burjuva sosyalizminin maddi zemini değil, devrimci siyasetin etkisizliğidir. Bu nedenle reformizmin başarısızlığının kitlelerdeki ve soldaki yanılsamaları tuzla buz edeceği hayalleri kurmak yerine, bağımsız devrimci bir siyasal çizgiyi eylemli bir şekilde hayata geçirmek gerek.
2013-16 yılındaki kitle eylemleri bağımsız bir siyasi iddia ve eylem çizgisinin ürünü olan politik ve moral mevzilere dayanıyordu. Fakat reformizmin örgütsel ve politik sınırları nedeniyle tasfiye oldu. Bugün yapılması gereken aynı çizgiyi bir kez daha tekrarlamak değil. Yapılması gereken bağımsız siyasi iddiayı tutarlı bir ve devrimci bir temelde savunmak. Yapılması gereken hâkim sınıfın siyasi mücadelenin merkezine ittiği gündemleri yapay gündemler diyerek yok saymak değil, hâkim sınıfın açmazlarını da yansıtan bu gündemlere devrimci bir siyasal çizgide, en geniş eylem birliğini örecek şekilde müdahale etmek.
Her şeyden önce meclise dair büyük hayaller yayanlara, bu zeminde emekçilerin kavgasını yürüteceğini, meclisle fabrikaları, sokağı birbirine bağlayacağını ileri sürenlere “Yapamazsınız” demekle yetinmek yerine, onlara önceden olduğu gibi “İşte deve işte hendek!” çağrısında bulunmak gerekir: “Madem siz de “Seçimler her şey değil” diye düşünüyorsunuz, madem siz de “Kurtuluş kendi kollarımızda” diyorsunuz, o zaman gelin zamlara, işsizliğe karşı, sendikalaşmanın önündeki engelleri aşmak için, siyasi tutsaklara özgürlük için, kayyımlara karşı, başta Kürtler olmak üzere baskı altındaki tüm kesimlerin kültürel ve demokratik haklarını savunmak için birlikte mücadele edelim. Mücadelemizi meclise taşıyın, basın açıklamalarının ötesine geçen kitlesel emekçi eylemlerini örgütlemek için bizimle birlikte sorumluluk alın.” Sadece parlamenter hayaller yayanlar değil, önceliğin emekçilerin mücadelesi olduğunu söyleyerek seçimler konusunda tutum almaktan kaçınan tüm akımlar da bu çağrının muhatabıdır.
Gelgelelim devrimci bir çıkış sadece en geniş eylem birliğini değil, aynı zamanda bu zeminde reformist hayalleri yayanların kimler için ekmek, kimler için demokrasi istediğini, düzenin icazet alanıyla sınırlı bir ufuklarının olduğunu da göstermek gerekiyor. Bunun için demokrasi savaşının devrimle kazanılacağını vurgulamak şart ama yeterli değil. Her mücadele başlığında sınıf uzlaşmasını savunanlarla devrimci bir sınıf çizgisini savunanlar arasındaki ayrımı eylemli bir şekilde belirginleştirmek gerekir. Devrimci güçler seçimleri beklemeden adım attıkları, seslerini birlikte yükselttikleri oranda işçi ve emekçi hareketi içinde kendi mevzilerini yaratabilirler, yaratmalıdırlar.
Yaklaşan yerel seçimler devrimcilerin gündemine bu kaygılarla girmeli. Emekçilerin ve ezilenlerin mücadelesi içinde herhangi bir başlıkta mevzi kazanabilmenin önkoşulu bağımsız bir siyasi iddia olabilir ancak. Hükümetten kurtulmak için bir siyasi hat çizmeyen hiçbir girişimin emekçilerin örgütlenmesinde mevzi kazanma şansı yok. Emekçi mücadelesini büyütmeye yönelik her çağrı, her girişim, hükümeti düzen partilerinden bağımsız bir biçimde karşısına almadığı sürece, bir başka parlak proje olmanın ötesine geçemez. Şu ya da bu seçimde düzen partilerinden bağımsız bir aday çıkarmak yahut bir adayı desteklemek, elbette kendi başına devrimcilik olarak kabul edilemez. Ama bu konuda adım atmaya çekinenlerin devrimci mücadeleyi büyütmesi mümkün değildir.
Köz’ün arkasında duran komünistler olarak seçim derslerini bu bilinçle çıkarıyoruz. Geride bıraktığımız dört yıl içinde hem emekçiler arasında en geniş eylem birliğini örmek, hem de devrimci bir çizgide buluşanların güç birliğini büyütmek için mücadele ettik. Bu mücadeleyi kendimizle sınırlı görmediğimizi yükselttiğimiz her çağrıda vurguladık. Önümüzdeki dönem eylem birliklerini genişletip devrimci güç birliklerini büyütmek için daha da ısrarlı olacağız. Bundan önce olduğu gibi bundan sonra da tek başımıza kalsak bile devrimci çizgide ilerleme kararlılığımız var, ama karşımızdaki siyasi tablonun yanı sıra bu süreçte yarattığımız birikim ve imkanlar da çağrımızın yanıtsız, gayretimizin karşılıksız kalmayacağını gösteriyor. En acil görevimiz karşımızdaki liberal kuşatmayı kırmak, devrimci bir çıkışın önünü açmaktır.